KANT’IN ÖLDÜRÜLÜŞÜ

Özcan YÜKSEK [1] 

 

Filozofumuz Immanuel Kant, Königsberg Üniversitesi’nde, sınıflara sığmayan bir kalabalıkta, öğrencilerine coğrafya dersi verirdi, böyle anlatırlar. Belki de en çok üstünde durduğu, derslerini ayırdığı bilgi alanı coğrafyaydı Kant’ın. Düşünme bilimi olarak felsefeyi anlamak için, üzerinde yaşadığımız Yer adlı yerin ve çimenlerin köklerine değin uzanan Gök adlı göğün, yani yaşamın en önemli düşünce alanı olmasındandır belki, Kant’ın coğrafya dersini başat tutması. İnsanın yavaş yavaş doğrularak, önce belini tutup sonra, kendine güveni geldikçe dikilerek, başı yerden bir ölçü uzaklaşsa da konuşmayı, tininde ve dilinde bir omurga gibi geliştirerek, nesnel ve görünen olmayanı görünmez anlağında yapılandırarak bir yontucu gibi görkemle ayaklandırdı insan kişi. Aslında ayağa kalkan, bir beden değildi yalnızca, ayağa kalkan bir kişiydi. Bu yüzden, Altay dilinde, insana kişi denir.

Kişi hem kişiseldir hem doğal hem de toplumsaldır. Konuştukça doğruldu, çenesi, dili ve tini biçimlendi. Bunun bedeli olarak belki. Evet her şey biraz belkidir, görünen görünmeyenle birlikte yürür hep, her şey belkiye dönüşerek var olur. Gökyüzüyle, ışıkta ve karanlıkta ilişki kurdu kişi. Göğü yerin aynası, kendi gözgüsü kıldı. İnsan kişisinin bu görkemli bilişsel sıçraması, başını kaldırıp göğe bakması, göğü yerden koparmaması, hatta güçlü kollarıyla yarı tanrı Atlas gibi onu tutması bu yüzden. Ağacı hem yerde hem gökte görmesi, yine Altay Türklerinde, göğe ağma, uzanma eylemselliğinin ağaç sözcüğünü yaratması, herşeyin, hem bilincin hem bedenin birbirine dayanarak, birbirini iterek, birbirinin üstüne tırmanarak oluşmasını kolaylaştırdı. Her şey birbirini tutuyordu, öyküler bunu fısıldıyordu geçmişten gelecek zamanlara.

Bugüne gelirsek. Yıldızları göremeyen uygarlık, başını kaldırıp yıldızlara bakmayan uygarlık, her şeyi çöpe dönüştürdüğü gibi geceyi de bir ışık çöplüğüne dönüştüren şu yeni insanlık, son yüzyılın insanlığı, kendisini ayağa kaldıran  o bilincini yitirmeye başladı bile, çoktandır böyle. Bilinçsizlik çağına girdiğinin bilincinde olmayan bir insan aşaması sözünü ettiğimiz. Geceyi sıradan bir tavan gören insan, onca bilgiye, eğitime, alet edevata rağmen kendisini, yaptığını, eserini görmeyi beceremiyor işte.

Kişi, Tanrının yerine geçti, bu rolü çok sevdi, eğlenceli buldu, ışığı yakıp söndürdü, yakıp söndürdü ve karanlığı aydınlatmaya başladı. Karanlığı olmayan bir aydınlığı var artık türümüzün. Tanrı ışıktı, eski Türkler, eski Yerliler, eski Ruslar, Çinliler, eski Japonlar, şimdi artık düğmeye basınca yanan bir ışığa tapıyoruz. Yazıyı yaratan ırmak vadilerini, Fırat’ı, Dicle’yi boğuyor, öldürüyor, insanın yeni efsanesi, çalakalem yazılan mitolojisi böyle. Tanrısal, capcanlı akıp giden o ırmaklar, ölü su birikintilerine dönüştürülüyor. Çünkü onlar için, geceyi aydınlatmaya yaramayan su, ölü bir sudur. Kendine aydın adını verenler de bir ırmağın boğularak öldürülmesini bir Nuh Tufanını görmüyor. Hurafelere karnı tok aydının! Işık yanıyorsa her şey yolundadır. Su aksa ne olur akmasa ne olur? Kuşlar su içse ne olur içmese ne olur? Gılgamış mı çıkacak yeniden? Yazıyı bulduk, ilk sözleri kaleme alan, almış, Gılgamış mezarında ters mi dönecek? Yeni bir tufan öyküsü mü yazılacak?

Göğü ele geçirmeyi başaramadı, başaramaz, ama öldürmeyi başarır, öldürme becerisini geliştirmeyi beceriyor, öyle ki geliştirdiği her teknik, kendini öldürüyor. Hızlandıkça daha çok öldürüyor. Böyle gidecek. Karanlıkta yolunu bulamıyor insan, meşalesini yakıyor. Kant’ın yaz aylarında insanla birlikte anlatmayı tercih ettiği coğrafya dersi, konusunu çoktan yitirdi.

Yer, yok artık. Kant öldürüldü. Yerin adı, Yokyer.

[1] Magma Dergisi Genel Yayın Yönetmeni