Kapadokya’da Volkanizma

 

KAPADOKYA’DA VOLKANİZMA, PERİ BACALARININ OLUŞUMU VE DAĞILIŞI

Ahmet AYDOĞMUŞ [1]

Kapadokya ve peri bacalarının oluşumunu açıklayan klasik görüş, çevre  volkanlardan çıkan malzemeden kaynaklanmayı esas alır. Yakın zamanlarda yapılan farklı bilimsel çalışmalar bunun doğru olmadığını ortaya koymuştur. Nevşehir çevresinde yaşanmış on kadar kaldera patlaması, bu coğrafi çevrenin oluşumundan sorumlu tutulmaktadır.

Volkanizma ve Volkanik Oluşumlar

Magma yer kabuğu içine sokulup kalırsa iç volkanizma, yer kabuğunu geçerek yeryüzüne çıkarsa yüzey volkanizması olarak adlandırılır. Yeryüzüne ulaşan volkanik maddeler katı, sıvı ve gaz haldedir. Gaz maddelerin çok büyük kısmı su buharından diğerleri ise karbon dioksit, hidrojen sülfür, sülfür dioksit, hidrojen gibi gazlardan oluşur (6).

Sıvı madde lav olarak ifade edilir, bileşimine göre akıcı veya koyu kıvamlıdır. Akıcı lavın akış hızı 10-15 km/saate kadar çıkabilir.  Katı maddeler piroklastik madde olarak adlandırılır. Büyüklüklerine göre blok, bomba, lapilli, çakıl, kül adları verilir. 800 °C sıcaklık değerlerine kadar ulaşan kızgın kül bulutları yüksekten aşağı doğru hızla akar (1). Akış hızı saniyede onlarca metreye, saatte 100km’ye ulaşabilir. İgnimbrit adı verilen bu kızgın kül bulutları birikim alanında üst üste yığılır, sıcaklığın ve ağırlığının etkisiyle kısmen kaynaşarak Kapadokya’daki gibi tüflere dönüşür (1). Kapadokya’da lav akıntılarına da rastlanmakla birlikte yaygın kütleyi ignimbritler oluşturur. Daha ince tanecikler atmosfer içinde kilometrelerce yükselip, hava akımları ile çok uzaklara taşınabilir. Bunların yeryüzüne inerek katmanlaşması, havadan düşen anlamında geri düşme çökeli-airfall deposit adı verilmektedir.

Volkanik patlama ile oluşan kısmen küçük çukurlara maar, çok geniş alanlı patlama çukurları ve volkanik birikintilerin çökme alanı kalderadır. Nemrut volkanı üzerinde çökme kalderası bulunur. Kaldera patlamasında çok büyük hacimde madde etrafa saçılır ve çöker. Kapadokya deyince kaldera patlamalarından bahsedilmektedir. Volkanik depresyon olan kalderalar onlarca kilometre çapta olabilmektedir. Kaldera patlamasında yerkabuğu malzemesi etrafa saçılmakta, havaya uçmaktadır. Kapadokya’da on kadar kaldera patlaması gerçekleşmiş, çıkan farklı bileşimli ve farklı renkte maddeler yörede birikmiş, katmanlar oluşturmuştur (1). Birçok yerde farklı kalderalardan çıkan  ignimbrit katmanlarına zamanla göl ve akarsu çökelleri yanında geri düşme çökelleri de eklenmiştir.

Kapadokya Nasıl Oluştu?

Doğu Akdeniz tabanı küçük bir açıyla Anadolu yarımadası altına dalıyor.  On milyon yıl kadar önce başlayan dalma-batma alanında mantoya girerek eriyen malzeme 400 kilometre kadar kuzeyde Kapadokya’da volkanik etkinliğe neden olur (1).

Anadolu platosu yaklaşık on milyon yıldır yükseliyor. Yükselim hızı Orta Anadolu platosu’nda milyon yılda 50 metre kadar iken Toroslar üzerinde milyon yılda 400 metreden fazladır. Yükselen plato Kızılırmak ve kolları tarafından parçalanır (1).

Kapadokya faylarla çevrilidir. Doğuda Ecemiş ve devamında Erciyes fayı, batısında Tuz Gölü fayı yer alır. Bölge içinde ise Derinkuyu fayı ve Gümüşkent-Salanda fayları ile Acıgöl güneydoğusunda açılma çatlakları yer almaktadır (11).

Kapadokya’yı oluşturan volkanik malzeme Erciyes ve Hasandağı gibi bölgenin strato volkanlarıyla ilgili değildir. Kapadokya volkanizması lav akıntılarıyla başlar (1).  Aralarında akarsu ve göl çökelleri ile lav akıntıları yer alan on kadar kaldera patlaması sonucu şekillenir. İgnimbritler akma ve geri düşme yoluyla araziye yayılır (12), çok katlı pasta gibi katmanlaşır (1).

Yörenin yerleşim tarihi on bin yıl kadar eskidir. Yöre obsidyenleri kesici ve delici alet yapımı amaçlı uzak yörelere ticari ürün olarak taşınmıştır. Doğal oluşum, kısmen yumuşak ignimbrit katmanları, insanın kültürel etkinliklerine de olanak sağlamıştır. Meskenler, dini yapılar, ahır, depo, güvercinlik, kiler, yeraltı şehirleri bu yörenin tipik görüntüsünü oluşturmuştur. Günümüz turizm etkinliklerinde Kapadokya çok önemli merkez olma özelliğine sahiptir.

Kapadokya’nın kalderaları ve ignimbritleri,  yaşlıdan, genç olana doğru aşağıdaki gibi sıralanmaktadır.

Kavak ignimbriti, Kapadokya’nın en eski birimidir. Göl ve akarsu katmanları da barındırır. Yaklaşık 2600 km² alana yayılan 80 km³ volkanik malzeme üretmiştir. Zaman içerisinde dört etkinlikte dört katman oluşturmuştur. Muhtemel çıkış yeri Çardak Depresyonu’nun doğu ve kuzeydoğusunda (3), Nevşehir- Derinkuyu arasındadır (4).  Göreme, Kavak Köyü ve Nar Vadisi birikme alanlarındandır. Acıgöl kuzeydoğusu Karacaşar’da Kavak-4 katmanı içerisinde gergedan kafatası fosili bulunmuştur (3).

Fotoğraf 1: Koyu renkli ve üzerindeki açık renkli ignimbritler Kavak’ın iki katmanı, üstte yer alan pembe renkli Zelve ignimbriti, en üstte de gölsel çökel yer alır. (Çiner ve Şengör, 2017 Teke Tek Programından)

Fotoğraf 2: Damsa Vadisi’nde dört ignimbrit katmanı ve aralarında karasal çökeller. (Sayın 2008, s. 36.)

Kavak köyünden Sarımaden Tepe’ye doğru tabaka kalınlığı 120 metreyi bulmaktadır. Bu kesimde beyazdan pembemsi kahveye dört ignimbrit katmanı, Uçhisar kuzeydoğusundan Akdağ’a doğru da göl çökelleriyle ayrılmış dört ignimbrit  katmanı  belirlenir (4).

Kavak ignimbritinin aşınmasıyla tipik peri bacaları ve kırgıbayır  oluşumları görülür. Rengi krem-beyaz ve soluk pembedir. (4). Kavak ignimbritinin yaşı 9-9,5 milyon yıldır (3).

 

Şekil 1: Kapadokya’nın İgnimbritleri. (Aydar et.al/Turkish J Earth Sci)

Zelve ignimbriti, yapı taşı olarak da kullanılır. Pembe renkli ignimbrit üzerini beyaz renkli geri düşme çökeli örter. Çıkış yeri olarak Kavak ignimbritinin yakını olarak ifade edilir (3). 120 km³ hacimli volkanik malzeme 4200 km² alana yayılmıştır. Ürgüp, Avanos, Nevşehir ve Zelve civarına yayılmıştır. Sarıhıdır ve Tuzköy’de tuzlu göl suları içerisinde kanserojen erionit minerali oluşumuna neden olmuştur (3). Tuzlu su ortamında çökelme, göl suyu ile kimyasal etkileşim ve taşlaşma sonucu oluşan mikron boyutundaki iğnecikli erionit minerali, Nevşehir’in Tuzköy, Karain ve Sarıhıdır köylerinin güvenli yerlere taşınmasını gerektirmiştir (4).

Yaklaşık 9 milyon yıl önceye tarihlenen bu ignimbrit katmanı Akdağ, Çökek, Ulaşlı ve Zelve’de peri bacaları oluşturmuştur. Bu ignimbrit gevşek yapılı ve pembemsi peri bacaları oluşturmuştur. Volkanik malzeme içindeki gazın kaçışı sonucu oluşan gaz kaçış bacaları belirgin özelliğidir. Nevşehir güneyi Derinkuyu tektonik depresyonundan çıktığı kabul edilmektedir (4).

Sarımaden Tepe ignimbriti, Nevşehir platosunda 3900-5200 km² alana yayıldığı düşünülmektedir. 80-110 km³ hacimde sıkı yapılı piroklastik malzeme üretmiştir (3). Püskürme merkezi olarak Derinkuyu batısı (4) veya Kayırlı-Kaymaklı arası işaret edilmektedir (8).

Çardak depresyonunun doğusundan güneydoğuya Mustafapaşa ve Ayvalı yöresinde, Ecemiş fayı yakınında (3), Sarımaden Tepe, Orta Tepe, Karakaya Tepe, Çardak güneydoğusunda yer almaktadır (4). Yaklaşık 8.5 milyon yıllık olup Kurşunlu Tepe yöresinde Zelve malzemesinden oluşmuş eski toprakların üzerini örter. Sıkı yapılı, sütunsu görünümde, soluk sarıdan kızıl kahveye değişen renklerdedir (3).

Sofular ignimbriti, yaklaşık 25 metre kalınlıktaki akıntı katmanı üzerini yaklaşık bir metre kalınlıkta ince tanecikli süngertaşlı geri düşme çökeli örter. Sofular Köyü civarında sınırlı alanda görülür. Yaklaşık 8 milyon yıllıktır (3).

Cemilköy ignimbriti,yaklaşık 8600 km² alan kaplayan 300 km³ kadar piroklastik madde üretmiştir. Pürüzsüz, düzgün yüzeyli peri bacaları oluşturmuştur. Soğanlı vadisine,  Cemilköy’e, Kızılırmak kuzeyi Yüksekli’ye,  Keşlik köyüne, Ayvalı güneydoğusu Kolkolu Tepe’ye yayılmıştır. Ana ignimbrit soluk gri, beyazımsı sünger taşlıdır. 7,2 milyon yıl yaşlıdır (3).

Taşkınpaşa ve Şahinefendi köylerinde de görülen bu ignimbrit Cemilköy’de yaklaşık 100 metre kalınlığa ulaşmıştır. Bazı alanlarda gaz kaçış yapılarına da rastlanmaktadır (4). Derinkuyu güneyinden kaynaklanan bu ignimbrit, Aksaray doğusu Selime köyü peri bacalarını oluşturacak kadar uzağa yayılmıştır. Ürettiği volkanik malzeme bakımından Kapadokya bölgesinin en büyük hacimli ignimbritidir (4).

Tahar ignimbriti, Orta Anadolu Volkanik Bölgesinin doğusunda tahmini 1000 km² alanda 25 km³ kadar volkanik malzeme açığa çıkarmıştır. Gevşek yapılı, genellikle soluk pembe, kızıl kahve renktedir. Tahar-Yeşilöz civarında yaklaşık 120 metre kalınlığa ulaşmıştır.  Sofular köyü civarında sert ve sütunsal görünümlüdür. Hodul dağından çevreye yayılmıştır. Yaklaşık 6.14 milyon yıl yaşlıdır (3). Püskürme merkezi Tahar köyü güneydoğusu olarak ifade edilmektedir. Taşkınpaşa ve Şahinefendi batısında yerel peri bacaları oluşturmuştur (4).

Gördeles ignimbriti, tahminen 3600 km² alana 110 km³ kadar volkanik malzeme yayılmıştır. Üst Gördeles ignimbriti ince tanecikli sünger taşlı geri düşme çökeli barındırır. Kayırlı köyü çevresinde alt Gördeles içerisinde gaz kaçış bacalarına rastlanır. 6.34 milyon yıl yaşlıdır (3). Açık griden pembemsi renge giden gevşek, yer yer sıkı yapılıdır. Damsa Vadisi iki yanında Ayvalı köyü çevresinde görülüyor (4). Çıkış yeri olarak Kaymaklı bölgesi veya Derinkuyu-Kayırlı arası olabileceği belirtilmektedir (8).

Kızılkaya ignimbriti, Orta Anadolu Volkanik Bölgesinin en yaygın ignimbritidir.  8.500-10.600 km² alana yayılmıştır. 180 km³ hacimde volkanik malzeme çıkarmıştır. Sıkı yapılı, sütunsu ve çatlaklıdır. Kalınlığı Ihlara’da yaklaşık 80 metreyi bulur. Çatlaklı yapı kaya düşmelerine neden olmaktadır. Tahmini 5,19 milyon yıllıktır (3). Çıkış yeri olarak Derinkuyu güneybatısı belirtilmektedir (4).  Üstten alta doğru katman yapısı sıkılaşmaktadır (5).

Kızılkaya ignimbriti Melendiz çayı tarafından aşındırılarak Ihlara Vadisi’ni oluşturmuştur. Vadi tabanında Kızılkaya ignimbriti altında yer alan Cemilköy ignimbritinin açık renkli ve yumuşak katmanı görülür. Burada Selime peri bacaları gelişmiştir (4), tüf katmanları içerisinde de yüzden fazla kilise ve binlerce mesken oyulmuştur (5).

Derinkuyu güneybatısından kaynaklanan (4), Kızılkaya ignimbriti yumuşak Selime tüflerinin üzerini örtmüştür. Hasan dağı külleri de Belisırma ve Ihlara civarında yer yer Kızılkaya’nın üzerini örter (5). Rengi gri ve pembemsi kırmızıdır (4).

Bu ignimbrit, doğuda Soğanlı vadisi ile batıda Ihlara vadisindeki Kızılkaya köyüne kadar geniş bir alanlara yayılmıştır (1).

Valibabatepe ignimbriti, 5200 km² alanda yaklaşık 100 km³ volkanik malzeme püskürtmüştür. Kapadokya volkanik bölgesinin doğusunda yer alır. Koyu renkli, güçlü kaynaşmış özelliktedir. Talas civarında 40 metre kalınlığa ulaşır, İncesu ignimbriti olarak da ifade edilir. 2,5 milyon yıl yaşlıdır (3).

Kumtepe ignimbriti, Kapadokya volkanik bölgesinin en genç ignimbritidir. Acıgöl çevresinde alt ve üst Acıgöl tüflerinden oluşmuştur. Acıgöl kalderasından kaynaklanmış, Kapadokya üzerine geri düşme çökelleri olarak saçılmıştır. Akma birikintilerine de rastlanmaktadır.  Kumtepe olarak da adlandırılır (3).

Acıgöl domu yaklaşık 23 bin yıllık, Acıgöl maarı da 20 bin yıllıktır (1).

Peri Bacalarının Gelişim Modeli

Çok sıcak olan ignimbrit ve geri düşme çökelleri soğudukça çatlaklar oluşur. Dış etkenlerle aşınma başlar. Peri bacasının oluşması için kurak iklimin nemi az, sıcaklık farkları yüksek, fiziksel çözülmeye uygun koşullar ile yatay tabakalı eğimli yeryüzü olmalıdır. Afet şeklinde yağış sonucu hızlı akan ve taşıdığı yük fazlalığı nedeniyle yüksek aşındırma etkisi olan sellenme peri bacası oluşumunda etkilidir (1).

İgnimbrit gevşek yapılı ve aşınmaya elverişli olmalıdır. Sıkı yapılı Kızılkaya ve Sarımaden Tepe ignimbritleri peri bacası oluşumuna uygun şartlar taşımaz (4). Tahar ve Gördeles ignimbritleri gevşek yapılı oldukları halde yeterli katman kalınlığına sahip olmadıkları için yaygın peri bacası oluşturmamıştır (4).

Erozyona maruz kalma süresi de peri bacası oluşumunda ve yok oluşunda etkendir.

Kapadokya Peri Bacaları

Kavak İgnimbriti Peri Bacaları:

Kavak ignimbriti değişik zamanlarda püsküren dört katmandan oluşmuştur. Bunların renk ve sertlikleri farklı olabilmektedir. İgnimbrit katmanları arası da zaman içerisinde karasal göl ve akarsu çökel katmanları ile kaplanmıştır.  Sert olan katman kolay aşınan alt kısmı şapka gibi dış etkenlerden kısmen koruduğu için konik şekiller ortaya çıkar.

Fotoğraf 3: Göreme Çevresinde Kavak Peri Bacaları (Sayın 2008, sayfa 93)

Göreme çevresinde 145 kadar peri bacası belirlenir. Yalnız şapka, çoğunluğu gövde- şapka bir kısmı da gövde ağırlıklı şekiller oluşturmuştur. Kuzeydoğu-güneybatı yönlü birbirine paralel iki kuşakta ve akıntı yönünde yer alırlar. İgnimbrit yapısı, çökel kalınlığı ve erozyon şiddeti etkenleriyle farklı görünümler ortaya çıkıyor (4).

Kavak-Zelve Tipi Peri Bacaları

Kavak ve Zelve ignimbritleri sınırında gelişmişlerdir. Çavuşin köyü yakınında bir alan ile Paşabağı’nın sınırlı bir kesiminde görülür. Alt gövde daha yaşlı Kavak ignimbriti, üst şapka Zelve geri düşme çökelindendir. İki farklı ignimbrit arasında gevşek yapılı ve kolay aşınan karasal çökel yer almıştır. Bir gövdede bir şapka, bazılarında birden çok şapka olabilir. (4).

Fotoğraf 4: Kavak-Zelve Geçiş Tip Peri Bacaları, Çavuşin köyü ile Paşabağın bir kısmında görülür. Kavak ignimbritinden gövde, arada gölsel çökel katmanı ve üstte Zelve ignimbritinden şapka. (Sayın 2008, s.101)

Fotoğraf 5: Kavak-Zelve Geçiş Tipi Peri Bacasının ilginç bir örneği, Paşabağ Jandarma Karakolu, Kavak’dan gövde, çökel ara katman ve Zelve’den şapka (Fotoğraf: fibhaber.com)

Zelve İgnimbriti Peri Bacaları

Yoğun olarak Çavuşin köyü yakını Akdağ yamacında görülmektedir. Genellikle şapkasız fakat yaygın olarak gaz kaçış yapıları görülür (4).

Fotoğraf 6: Devrent Vadisi ve Zelve köyünde Zelve Peribacaları (Sayın 2008, s. 102)

Cemilköy İgnimbriti Peri Bacaları

Damsa vadisinin iki yamacında Cemilköy civarı, Taşkınpaşa ve Şahinefendi köylerinde görülür. Bazıları şapkalı ve ideal konik şekillidir. Bir tip ignimbritten oluşmuştur, arasanda çökel katmanı bulunmaz (4). Şapkalar daha yüksek kesimde yer alan Kızılkaya ignimbritinden yuvarlanarak düşen kayalardan oluşmuştur (1).

Fotoğraf 7: Cemilköy Peribacaları, Damsa vadisinin iki yanı Taşkınpaşa ve Şahinefendi köylerinde  oluşmuştur. Şapkalar üst katmandan düşen Kızılkaya ignimbritinden (Sayın 2008, s. 105)

Sonuç olarak, Kapadokya ve peri bacalarının oluşumu doğru olmayan şekilde açıklanmakta ve birçok kaynakta yer almaktadır. Bu bilgi Erciyes ve Hasandağı tüflerine dayandırılır. Erciyes strato volkanı üç milyon yıl kadar yaşlı (9) ve Hasandağı strato volkanı Erciyes’ten de gençtir (10). Kapadokya ve peri bacaları kaldera patlamalarından saçılan ignimbritler, geri düşme çökelleri ve karasal çökellerin dış etkilerle aşınımı sonucu oluşmuş, dünyamızın ender jeomorfolojik bölgesidir. Kültürel izler de taşıdığı için dünyaca bilinen bir coğrafyadır.

Kaynaklar

  1. Şengör, Celal. ve Çiner, Attila., Kapadokya’nın Gizemi ve Bilinmeyenleri (Habertürk TV., Teke Tek Programı 2017,bant kaydı)
  2. Çiner, Attila. ve Aydar, Erkan., A Fascinating Gift from Volcanoes: The Fairy Chimneys and Underground Cities of Cappadocia 2019.
  3. Aydar, Erkan., Schmitt, Axel K., Çubukçu, H.Evren., Akın, Lütfiye., Ersoy, Orkun., Şen, Erdal., Duncan, Robert A. ve Atıcı, Gökhan., Correlation of ignimbrites in the central Anatolian volcanic province using zircon and plagioclase ages and zircon compositions, 2011. (Erkan Aydar’a teşekkür ederim) 
  4. Sayın, M. Naci., FAIRY CHIMNEY DEVELOPMENT IN CAPPADOCIAN IGNIMBRITES, (CENTRAL ANATOLIA, TURKEY) 2008.
  5. Sarı, Mehmet. ve Çömlekçiler, Fuat., Kızılkaya İgnimbritlerinde Görülen Süreksizliklerin İncelenmesi ve Kaya Kütlesinin Tanımlanması.
  6. Erinç, Sırrı., Jeomorfoloji 1-2000 ve Jeomorfoloji 2-2001. (Güncelleyenler, Ahmet Ertek ve Cem Güneysu)
  7. Aydın, Faruk., Kapadokya Volkanik Kompleksinin Gelişimi ve Volkanizmanın Bölge Üzerindeki Etkileri.
  8. Atabey, Eşref., Nevşehir İli Tıbbi Jeolojik Unsurları ve Halk Sağlığı, Nevşehir Belediyesi Yayını, 2013.
  9. mta.gov.tr/v3.0/sayfalar/birimler/tuvak/volkanlar/holosen/erciyes_dagi.pdf
  10. mta.gov.tr/v3.0/sayfalar/birimler/tuvak/volkanlar/holosen/hasan_dagi.pdf
  11. mta.gov.tr/v3.0/hizmetler/yenilenmis-diri-fay-haritalari (Kayseri Paftası)
  12. Aydar, Erkan., Çubukçu, H.Evren., Şen, Erdal. ve Akın, Lütfiye., Central Anatolian Plateau, Turkey: incision and paleoaltimetry recorded from volcanic rocks, 2013.
  13. volcanoes.usgs.gov/vsc/glossary/ash_flow_tuff.html
  14. FİB HABER, Nevşehir Haberleri, fibhaber.com

[1] Emekli Coğrafya Öğretmeni

CED 2021 İlkbahar Faaliyet Raporu

 

COĞRAFYA EĞİTİMİ DERNEĞİ (CED) 2021 İLKBAHAR FAALİYET RAPORU

 

A. DERECE ALAN TÜBİTAK PROJELERİ PAYLAŞIM SÖYLEŞİSİ (NİSAN 2021)

Danışmanlığını derneğimiz üyeleri Tolga ELDURMAZ ve Işın ERDOĞAN’ın yaptığı TÜBİTAK 52. Lise Öğrencileri Araştırma Projesi Yarışması’nda derece alan proje içeriklerine yönelik paylaşım söyleşimizi çevrimiçi olarak gerçekleştirdik.

B. ÇEVRİM İÇİ PANEL (NİSAN 2021)

Coğrafya Eğitimi Derneği ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Çevre Topluluğu iş birliğinde Liselerde Çevre ve Eğitim Paneli, 14 Nisan 2021 Çarşamba günü düzenlenmiştir.

C. TÜBİTAK 4004 Doğa Eğitimi ve Bilim Okulları Projesi (HAZİRAN 2021)

Derneğimiz üyeleri Prof. Dr. Semra GÜNAY AKTAŞ ve Şenol ERTEN’in danışmanlığı ile Ar. Gör. Dr. Sema EKİNCEK’in yürütücülüğünde hazırlanan ve derneğimizin paydaş olduğu “Geleceğin Şefleri Gastronomi Keşfinde” isimli proje, TÜBİTAK 4004 Doğa Eğitimi ve Bilim Okulları kapsamında desteklenmeye hak kazandı. Emeği geçen herkesi tebrik ederiz.

Gelişen Dünya’nın Değişen İklimi

 

GELİŞEN DÜNYA’NIN DEĞİŞEN İKLİMİ

Berkay YILMAZ [1]

 

Küresel ısınma veya soğuma diye tabir ettiğimiz durum teknik olarak var olan gazların artışı ya da azalışına bağlı olarak sıcaklığın değişmesidir. Bu konu bakımından ortaya çıkan durum eğer küresel boyutta bir sıcaklık artışıysa bundan küresel ısınma diye bahsedebiliriz. Genel tabiriyle atmosfere salınan gazlar (sera gazları) dünyanın atmosferinde kalarak buradaki partiküller tarafından tutulur ve bu bağlamda sıcaklığın atmosferden dışarı çıkmasını engeller. Bu olayı ilk çözümleyen kişiler Joseph Fourier ve Svante Arrhenius olmuştur. Zamanla sağlanan sıcaklık burada hapsolur ve sera etkisi dediğimiz etkiyi yaratır. Dünyanın her yerinde yıllar boyunca etki eden sıcaklıkların artışına verilen isimdir. Peki… Bu neden gerçekleşiyor? Daha önceki yıllara bakıldığında dünyanın oluşumundan bu yana elde ettiğimiz verilerce gözlemlenen şey odur ki iklim değişikliği dünyanın oluşumundan günümüze kadar var olan bir süreç. Bunun geçmişteki izleri gerek ısınma yönlü olsun ki buna verebileceğimiz en güzel örnek Permiyen yok oluşu. Bu yok oluş Sibirya’da bulunan volkanların yüzbinlerce yıldır patlayıp atmosfere yaymış olduğu sera gazından dolayı denizlerdeki yaşamın %90 ını yok etmesidir. Aynı şekilde havaya salınan zehirli sülfür gazları geri kalan canlıların boğularak ölmesine sebep olmuştur… Ordovisyen yok oluşu ise Permiyen’den tam 200 milyon yıl önce oluşan bir olaydır. Bu olayda gezegendeki karbondioksit gazı miktarının çok düşmesi sonucu atmosfer hızla soğumuş ve hızlı bir şekilde buzul çağı başlamıştır. Bu buzul çağı binlerce yıl sürmüş ve kara canlılarının %85 i bu süreçte yok olmuştur. Dünyada bunun gibi birçok yok oluştan sonra en sonuncusu Kretase’de meydana geldi. Günümüzden 200 milyon yıl önce ise Trias döneminde bir göktaşı ani iklim değişiklikleri meydana getirmiş, buna ek olarak volkanik etkilerin artışıyla Trias yok olmuştur. O zamanlardan bu zamana birçok iklim değişikliği meydana geldi. Bu iklim değişikliğinden dünya ne kadar kurtulmayı başarmış olsa da yaşayan canlılar için aynı şey maalesef mümkün değildi. Aynı küresel ölçeğin, benzer sonuçlar getireceğini var sayarsak insanların da bir zaman sonra tarihe karışacağı hiç kuşkusuz mümkün olacaktır. Son yaşadığımız buzul çağlarında ise karbondioksit miktarı hızlıca arttı ve okyanuslar tarafından soğurulan bu gaz buzul dönemlerini başlattı. Son buzul döneminden günümüze kadar geçen süreçte iklim salınımları olsa da her hangi bir tehlikeyi meydana getirmedi. Lakin şu anda günümüzde bu denli bir olayın mevcut hale gelmesi canlı yaşamını bir hayli tehdit ediyor.

Dünya’da canlı olması için kalker ve kil olmalıdır. Karbonatlı kayaçlar olmasaydı dünyadaki sıcaklığın 700oC olması beklenirdi. Bu durum karbonatlı kayaçların önemini gayet iyi açıklıyor olsa gerek. Diğer bir yandan en çok karbondioksit tutan yapılar mercanlardır. Mercanlar küresel ısınmayı kontrol eden önemli yapıtaşlarından bir tanesidir. Algler de bu konuda en iyi olmayı sürdürmeye devam eder. Bu yandan bakacak olursak dünya teknik olarak kendi kendini zaten korumaya almış durumda. Kayaçlara geri dönecek olursak dünyayı tehdit eden zararlı gazlar asit yağmurlarına sebep olur. Bu yağmur türü CaCO3 dediğimiz kalsiyum karbonatın birikmesine mani olur. Bu engelleyiş gerek verimli topraklar bakımından gerek canlılar bakımından birçok verimliliğin elimizden gitmesine yol açar. İklimin değişmeye başlamasıyla beraber permafrost topraklar çözünmeye başladı ve hemen ardından turbalıklar çözülmeye başladı. Bu duruma genel olarak baktığımızda ise dehşet bir metan gazı salınımı olduğunu görebiliriz. Son 5 yıl içerisinde (2015-2020) son 140 yılın en sıcak yılları yaşandı. Antartika’da 1990’dan beri 3 trilyon ton buz eridi. Bu eriyiş şu anki deniz seviyesini 8 mm yükseltti. Bu durum böyle devam ederse ve kıta buzullarının tamamı erirse bu durumda 60 metre civarında bir yükseliş meydana gelecek. Grönland’ın erimesi demek deniz seviyesinin 7 metre yükselmesi anlamına gelir. 60 metre suyun artışı demek Avrupa’nın batı yarısını kaybetmek demek… 60 metre artış demek İstanbul’un büyük bir kısmının, dünya adalarının çoğunun sular altında kalması, burada bulunan bütün türlerin boğularak ölmesi ardından insanlar için büyük göç toplulukları halinde kademeli göç alanlarının oluşturulması demektir. Bir yandan da eriyen buzullar suları ağırlaştırarak karaya yaptıkları baskıyı arttıracak bu da östatik harekete sebep olacaktır. Ayrıca buzulların eriyerek denize ulaşırken taşıdıkları sedimanlar denizi doldurarak ek bir baskı yaratacak bu da östatik hareketlere dahil olarak buzul altında kalan morfolojik taban seviyesini yükseltecektir. 1980’lerde bilim adamları Hawaii’de bir ölçüm yeri kurdular o zamandan bu zamana ölçüm yaptılar ve bu ölçümlerin sonunda atmosferdeki karbondioksit seviyesi 411ppm (part per million) olarak ölçüldü. Bu elimizdeki kayıtlara göre Dünya’nın geçmişinden bugününe görmediği bir durum. Bazı bilim adamlarına göre bu artış devam edecek ve 2100 yılına gelindiğinde 1000ppm olacaktır. Bu durumun gelişip gelişmemesi önümüzdeki yıllarda karbon emisyonuyla birlikte atmosfere ne kadar sera gazı salacağımızla doğru orantılı bir şekilde değişiklik gösterecektir.

IPCC raporu 8 Ekim 2019’da ayınlandı. Bu 900 sayfalık raporda dünya iklimi ve 1.5°C sıcaklık artışının durumu konuşuldu ve yapılması gerekenler listelendi. Ancak tüm ülkeler bu durumu imzalasa ve harfiyen uygulasa bile yapılması gereken şeyler 2010 yılına ait karbon emisyonu seviyesinin yarısına indirilmesi ve 2030 yılına kadar bu emisyonun 0 durumuna getirilmesi açıklandı. Bu durumda bile en az 2°C sıcaklık artacak ve sabit kalacak. 2050 yılına bu senaryo ile girilmesi bekleniyor. Ancak nüfus artışı durmaksızın ilerlerken tüketim miktarının daha da artması bu sonucun mümkün olamayacağını gösteriyor… Şu an ne yaparsak yapalım 2030’da sıcaklık 1°C artmış olacak. Geçmiş buzul dönemlerinde 6°C soğuma buzul seviyelerini Karadeniz’e indirmekle kalmamış Karadeniz kuzeyinde ortalama kalınlığı 3000 metre olan buz tabakaları yerleşmiştir. Bu olaydan sonra 18.000 yıldır dünyada bu tarz bir iklim salınımı görülmedi fakat 1750 yıllarında kömürün keşfedilmesi ve buna bağlı olarak sanayi gibi alanlarda tüketilmesiyle dünyadaki karbondioksit miktarı hızlı bir artışa geçti. Bundan tam 100 yıl sonra 1850 de bu durumun farkına varıldı. Bu durum bazı yerlerde çok yoğun kuraklıklar meydana getirirken bazı yerlerde buzullaşma, şiddetli fırtınalar hüküm sürdü. 2100 yılına gelindiğinde ise en iyi ihtimal 20 cm en kötü ihtimal ile 1 metreyi bulacak deniz seviyesi artışı görülüyor.

Küresel iklim değişikliği ile ilgili olarak alınan tarihi veriler ise genellikle buzullardan elde edilen karotların içerisinde bulunan eskiden kalmış hava parçacıkları iyonlarına ayrılıyor ve bunların katmanların hangi kısmında olduğuna bakılarak yılları, iyon miktarlarına bakılarak da içerisinde bulunan karbondioksit oranları hesaplanır ve milyon yıllardan günümüze veriler elde edilmiş olur. Bir diğer sistem insanlık tarihinde tutulan tarihi kayıtlardır. Bir yerde tarım sorunu yaşandığında farklı felaketler oluştuğunda not alınmış ve bu kayıtlara geçirilmiştir. Gerek jeolojik kayıtlar gerekse matematiksel modellerden tutun güncel ölçümlerle hazırlanan senaryoların gerçekleşme olasılığı çok büyük bir ihtimaldir.

BMHIP, 44 ülkeden uzmanların katılımıyla 1200 sayfalık bir rapor oluşturuyor. Rapor, küresel ısınmayı gelecek 20 yıl içinde 1.5°C  artışla sınırlayabilmenin, ısınmanın çevre ve canlı yaşamı açısından, genel ekolojik denge üzerindeki olumsuz etkilerini zamanla geri çevirebilme, onarabilme açısından ne kadar yaşamsal bir öneme sahip olduğunu sergiliyor. Gezegenin ekolojik dengesi o kadar hassas ki, küresel ısınmada 0.5°C fark adeta yaşamla ölümü ayıran bir çizgi oluşturuyor. Sıcaklık artışı 1.5°C ile sınırlı kalırsa böcek türlerinin %6’sı, bitkilerin %8’i, omurgalı canlıların %4’ü yaşam alanlarının yarısından fazlasını kaybedecek. Eğer sıcaklık artışı 2°C’ye ulaşırsa bu durum adaptasyon sınırlarını zorlayacak ve oranlar daha fazla artış gösterecektir.

Deniz suları da ayrı bir etken yaratmaktadır. Deniz suyundaki sıcaklık değişmeleri (Şekil 1) Bu olay teknik olarak baktığımızda deniz üstü ve denizin altından giden akıntılar genel olarak ters istikamette hareket ederler. Eğer ki üst ve alt katmanlardaki sıcaklık farkları düşerse bu durum stabilize olur ve akıntı yavaşça durmaya başlar. Geçmişte bu olaylar yaşandığında buzul devirlerini tetikleyici faktörler olarak karşımıza çıktı. Bununla birlikte bu akıntılar, örneğin Gulf Stream gibi belirli bölgelerin iklimini muazzam derecede iyileştirerek yaşanılabilir ortamlar sağladı. Ancak günümüzde durumlar tam tersi halinde ilerlemektedir ki Kuzey Atlantik akıntısı soğumaya başladı bile… Bu soğuma Amerika’nın doğu kısmını eskisi gibi ısıtmıyor.

Küresel ısınmada özellikle son yıllarda görülen hızlı artışın küresel tehdit boyutuna ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu sorunun önümüzdeki yıllarda da kendini önemli ölçüde hissettireceğine dair kesin gözüyle bakılmaktadır. Volkan etkileri ile birleşik solar değişim etkisi olarak bilinen doğaüstü gelişim süreci 1950 öncesindeki endüstriyel gelişim evresinden önce muhtemelen çok düşük bir ısınma etkisine sahipti. Bu olay 1950 ve sonrasında düşük bir soğuma etkisine neden olmuştu. Bu temel yorumlar Dünyada en az 30 bilimsel topluluk ve gelişmiş ülkelerin ulusal bilim akademileri tarafından da desteklenmiştir. Bazı bilim adamları tarafından aksine yorumlar getirilmiş olmasına rağmen iklim değişikliği uzmanlarının çoğu belirtilen kararlar çerçevesinde birleşmiştir.

Birçok uluslararası çalışmanın sonuçları okyanus ve denizlerde su sıcaklığındaki yükselmelerin neden olduğu değişikliklerin yanı sıra diğer parametrelerdeki değişikliklerin de dikkate alınması gerektiğini göstermektedir. Bunlar:

  • Organizmaların kabuk yapma yeteneklerini engelleyen asidifikasyon gibi okyanus kimyasındaki değişiklikler
  • Popülasyon dinamiğini etkileyen okyanus döngüleri
  • Okyanus yüzeyine ışık nüfuzunu etkileyen bulut örtüsü ve deniz buzundaki değişiklikler

İklim alt üst olurken Avrupa ve Kuzey Amerika’da şiddetli kışlar, Musonlarda çok şiddetli yağışlar hüküm sürecek. Bunu söylerken akıllarda şu soru kalabilir “ Hani küresel ısınma vardı? Neyin kışından bahsediliyor?” bu söz aslında kelimenin yanlış anlaşılmasından kaynaklı. Küresel ısınma dediğimiz şey aslında küresel iklim değişikliği diyerek tabir edilmelidir. Bu iklim değişikliği belirli yerleri aşırı kuraklaştırırken belirli yerleri aşırı yağış ve fırtınalara maruz bırakacaktır. Peki bu nasıl oluşacak? Bunun sebebi su döngüsünün ısınmayla birlikte felaket bir şekilde hızlanması. Su döngüsü hızlanırsa buharlaşma inanılmaz bir şekilde artacak bu artıştan dolayı bulutlar yoğuşacak ve bulunduğu yere bolca yağmur getirecek. Aslında normal şartlar altında her yerde yağış kar şeklinde düşer. Fakat kar aşağı kadar düşerken hava durumuna göre eriyerek yağmura dönüşür. Bu durumda sürekli olarak bir yağış rejimiyle karşı karşıya geleceğiz. Bu yağışların su sıkıntısını da meydana getirmesi trajikomik bir olay. Biz aslında barajlarda biriktirdiğimiz temiz suyun büyük bir bölümünü karların erimesinden alırız. Ortada kar yoksa oluşan yüzey akışı yağmurların olduğu dönem için sadece birkaç ay boyunca su varlığı fazla  geri kalan aylar için ise aşırı kurak bir şekilde geçmesini sağlayacak. Ayrıca Türkiye gibi kurak bölgelerde bu durum iyice ilginçleşip “virge” dediğimiz yağış türüyle karşılaşacak. Aslında baktığımızda bu tam bir yağış değil. Bu yağmurların çok ince bir halde yağmasından sonra yere ulaşmadan buharlaşması olayı. Yağmur yere ulaşmadan buharlaşırsa ortamdaki kararlı hava birden kararsızlaşıp aşırı soğumalar meydana gelir ve buna bağlı olarak etrafta toz varsa ki kurak bölgelerin sıkıntısı budur bu tozları dehşet bir şekilde aktive edip toz fırtınaları oluşturacak. Bu fırtınalar bitmek tükenmek bilmeyen bir hal alacak maalesef. En iyi çözüm yüzey akışını durdurmak yerine yeraltı sarnıçları oluşturup suyu buralarda depolamaktır. Bu depolama tarzı geçmişten beri yapılıp suyun kalitesini ve içinde bakteri oluşmasını bir hayli yükseltse de içilecek su bulmak için yapılacak şeylerin çok kısıtlı olmasından dolayı alınabilecek yüksek riskli kararlardan biridir. Bu karar gösteriyor ki su sıkıntısının yanı sıra su kalitesinde de büyük bir eksiklik çekeceğiz. Ayrıca bulut oluşumunun meydana gelmesi, sürekli bir bulut varlığının oluşması sonucunu doğurması ve  güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşmasını engellemesi demek. Havada aşırı bir bulut yoğunluğu varsa bu bulutlar güneşten gelen ışımaları tekrar geri yansıtmaya çalışacaktır. Bulutların içinden geçmeyen güneş ışınları yeryüzüne ulaşamazsa bunun arkasından buzullaşmalar gerçekleşecek ve bu buzulları eriten bir sistem ortadan kalkacak. Milyonlarca yıl bu devam ettikten sonra su döngüsü yavaşlamaya başlar ise bulutlar yavaş yavaş ortadan kalkar ve buzları eritmeye başlarsa anca o zaman bu buz devri dediğimiz olaydan kurtulur ve iklim şekillerinin normale dönmesini sağlar. Aynı zamanda bir araştırmaya göre Kuzey Atlas Okyanusu’nda sular soğudukça Güney yarımkürede okyanus ısınıyor. Buna “Terevalli” etkisi denir. Bu ısınma güneydeki buzul tabakalarını eritiyor olabilir.

Bir diğer teoride buzullar eridikten sonra meydana gelecek olan başka bir felaketle alakalı. Bu felaketin ana teması buzullar eridikten sonra milyonlarca yıl önce buzulların altında kalan bakterilerle alakalı. Bu bakteriler buzulların erimesiyle birlikte deniz suyuna karışacak. Bu karışma su döngüsüyle beraber yağmura dönüşecek ve akarsulara oradan göllere ve içme suyu olarak evlerimize gelecek. Bu döngüye baktığımızda ise bakterilerin içme sularına karışma tehlikesi ile birlikte yeni hastalıkların oluşma tehlikesi oluşmaktadır. Senaryolardan bir diğeri de bununla ilgilidir ki havaların ısınmasıyla birlikte Afrika’da bulunan böcek türü canlıların üremesi kolaylaşacak ve bununla birlikte bir sürü hastalık ortaya çıkacaktır. Tahminlere bakacak olursak iklim değişikliğinin ardından gelişecek bu olay bir milyondan fazla insanın sıtma hastalığından dolayı öleceğini göstermektedir. Bununla birlikte su konusuna dönecek olursak insanın bir numaralı yaşam kaynağı olan suda eğer böyle bir durum olur ve teknoloji bunun üstesinden gelemezse önümüzdeki binlerce yıl sonrasında insan ırkı dünyada varlığını daha fazla sürdüremeyecek ve tamamen ortadan kalkacaktır. Bu dünyanın kendini devam ettirme şekillerinden biridir aslında.

Türkiye’yi Neler Bekliyor?

Ülkemizdeki iklim değişikliği durumu bir hayli karışık. Son 10 yıldır bakacak olursak kimi yerlerde fırtınalar, hortumlar oluşurken kimi yerlerde kar yağışı görülmüyor, şiddetli kuraklıklar meydana geliyor. Bu farklı iklimler yaşanırken ortaya çıkan sonuç gözle görülür bir şekilde Türkiye’nin hem tarımsal, hem sanayi sıkıntılarına yol açacak. Bu iklim değişikliği tarım ürünlerinin yetişmesine zorluk çıkartırken ülkede bulunan tarım mahsulleri çok su harcamasıyla birlikte hem bu ekilen ürünler çok az kazanç sağlıyor hem de ülke olarak sanal su açığı vermemize yol açıyor. Bu ne demek? Sanal su; bir ürünün hammadde aşamasından mamül aşamasına kadar üretimi tamamlanırken harcanan su miktarına denir. Avrupa ülkelerine baktığımızda yüksek kaliteli mal üretip yüksek fiyatlardan bu ürünleri satarak sanal su açığını bütçe açısından kapatıyor. Konumuza dönecek olursak yetiştirdiğimiz 1 kilogram buğday beraberinde 1300 ton suyu kendi bünyesinde harcıyor. Diğer ürünler için bir dilim buğday ekmeği için 40 litre, 1 kilogram pirinç için 3400 litre, 1 porsiyon pilav için 100 litre, 1 kilogram mısır veya patates için 900 litre, 100 gramlık bir portakal için 50 litre, bir bardak portakal suyu için 150 litre, 1 litre süt için 1000 litre, 1 kilogram peynir için 1000 litre, 1 kilogram biftek için 15500 litre, bir çift ayakkabı için 16600 litre… Bu hesaplar bu şekilde devam ederken tahıl ihracatı ve benzeri ürünleri ihraç ederken kârdan çok zarara sebep oluyor. Aslında ülkeler bizden bunları ithal bir şekilde alırken kendi sanal su bütçe açıklarını kapatmaya yönelik çalışmalar yapıyor ve kendi kullandıkları suyu ileri teknoloji ürünleri üretmek için kullanıyor. Bu durumda sattığımız ve aldığımız kaynaklar hem normal bütçe açığı için yetersiz kalıyor hem sanal su açığını bir hayli fazla arttırıyor. Bazı ülkeler geleceklerini düşünüp ( Japonya-Çin vb) su kıtlığı yaşamazken bunu düşünüp bu tarz harcamalara ithal etmeyi daha mantıklı bulur ve etik olmayan ama akılcı bir şekilde bu ithalatlarını sürdürür.

Karadeniz’e baktığımızda ise bugünkünden daha fazla fırtınalar, sağanak yağışlar ve sellerle mücadele etmek zorunda kalacak. Bunun yanı sıra kar yağışlarını etkileyecek ve buna bağlı olarak yüzeysel su akışları artacak ve su depolanamayacak ve ilk birkaç ay ne kadar bol su alırsak geri kalan aylarda o kadar susuzlukla mücadele edeceğiz. Karadeniz’in altında bildiğimiz gibi devasa bir metan gazı oluşumu var ve suyun basıncı sebebiyle bu metan gazı orada ülkemizi tehdit etmeyi sürdürüyor. İklim değişikliği ile birlikte meydana gelecek olan doğal afetler Karadeniz’in altındaki metan gazını yüzeye çıkartarak çevresindeki büyük bir alanı zehirleyebilir. 250 milyon yıl önceki yok oluş bir meteor düşmesi veya volkanik patlama sonucu değil, o zamanki Pasifik Okyanusu’nun Karadeniz gibi oksijensiz kalmasından kaynaklanmıştır.

Dünyayı bu kadar akılsızca kullanan bir canlı sınıfına bu denli olayların başına gelmesi tahmin edilmesi zor bir son değildir. Elbette ki dünya insanlar tarafından akılsızca kullanışının kendisine zarar verilmesini bir yerde durdurup bunun üstesinden geleceğini unutmamak gerekiyor. Dünya defalarca bu tarz olayların daha kötülerini yaşadı ve hepsinin üstesinden geldi lakin yaşayan canlılar için aynı şeyi söylemek çok zor…

 

Kaynakça

Anonim. (2004). Küresel Tehdit. National Geographic, 10-12.

Ardel, A. H. (1973). Klimatoloji. İstanbul: İstanbul Üniversitesi.

Demirsoy, A. (2020, 02 15). Küresel İklim Değişikli. (B. Yılmaz, Röportaj Yapan)

Dönmez, Y. (1979). Umumi Klimatoloji ve İklim Çalışmaları. İstanbul: İstanbul Yayınları.

Erdoğan Sağlam, N., Düzgüneş, E., & Balık, İ. (2008). Türkiye İçin Düşük Karbonlu Kalkınma Yolları ve Öncelikleri. Ege Üniversitesi Su Ürünleri Dergisi, 90-94.

Erol, O. (2004). Genel Klimatoloji. İstanbul : Çantay Yayınevi.

Kazakoğlu, C. (2015, 10 30). 10 Grafikte BM İklim Değişikliği Konferansı ve Türkiye. Türkiye.

Türkeş, M. (2016). Genel Klimatoloji. İstanbul: Kriter Yayınları.

 

[1] Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Lisans Öğrencisi

Covid-19 Perspektifinden Gıda Milliyetçiliği

 

COVİD-19 PERSPEKTİFİNDEN “GIDA MİLLİYETÇİLİĞİ”

Uğur ALDADAK [1]

 

Covid-19 süreci ile birlikte son günlerde adını sıkça duyduğumuz kavramlardan biri de “Gıda Milliyetçiliği” oldu. Tarım milliyetçiliği olarak da adlandırılan söz konusu kavram; tarımda millileşme ve ülkelerin tarımsal yeterliliği adı altında tanımlanıyor.

Yeryüzünün en büyük coğrafi ajanı olarak tabir edilen insanın, kendisine ve doğal çevreye olan etkisi aslında bu denli güncel değil. Dünya tarihinin kıtlık arşivine baktığımızda insanın çevreyi değiştirdiği, farklı coğrafyalarda farklı felaketler yarattığı görülmektedir. Bunların insan dışında gelişen olguları da mevcut. Fakat sebep her ne olursa olsun, insanların farklı çağlarda farklı şekillerde gıda ile terbiye edildiği bilinen bir gerçek. Bu gerçeklerden ilki MÖ 4000 yılında Mısır ve Orta Doğu’da görülmüştür. İlk kıtlıkların görüldüğü bu coğrafyalar, fiziksel kıtlık olarak adlandırılmış ve yoğun nüfuslanma sonucuna bağlı olarak arazinin tarıma elverişsiz hale getirilmesi ile ortaya çıkmıştır. Taşıma kapasitesinin üstüne çıkılması sonucu bu bölgeler ilk kıtlık alanları olarak tarihe geçmiştir. Bunun dışında kıtlıkların yaşandığı diğer alanlar dünyanın farklı yerlerinde de varlığını ortaya koymuştur. Bunlara Büyük İrlanda kıtlığı (patates kıtlığı), Büyük Çin kıtlığı, Afgan kıtlığı ve Osmanlı Devleti’ndeki kıtlıklar örnek verilebilir. Bu kıtlıkların çoğunda görülen ortak sonuç ise insanların fiziksel ihtiyaçlarını karşılamamasına bağlı olarak gerçekleşen ölümler ve isyanlar olmuştur.

Bu kıtlıklara ek, salgın hastalıkların etkisi ile gelişen ve milyonları ölüme sürükleyen birtakım olumsuzluklar da yaşanmıştır. Tarihin akışına yön veren bu salgın hastalıklar; yerel, bölgesel ve küresel anlamda birçok coğrafyada varlığını en sarsıcı şekilde hissettirmiştir. Birçok medeniyeti etkileyen söz konusu salgın hastalıkların en çok bilinenleri şu şekildedir:

– Jüstinyen Vebası (MS 541-750)

– Kara Ölüm (1347-1351)

– Çiçek hastalığı (15-17. yüzyıllar)

– Kolera (1817-1823)

– İspanyol Gribi veya H1N1 (1918-1919)

– Hong Kong Gribi veya H3N2 (1968-1970)

– HIV / AIDS (1981 – güncel)

– SARS (2002-2003)

– Domuz Gribi veya H1N1 (2009-2010)

– Ebola (2014-2016)

– Koronavirüs veya COVID-19 (2019 – günümüz)

  

İsmi, coğrafyası ve çıkış sebebi birbirinden farklı olan bu salgınların doğurduğu ortak sonuç ise tüm insanlığı olumsuz yönde etkilemiş olmalarıdır. Üretimi düşüren, yaşamsal ürünlerin devamlılığını sekteye uğratan, hayatı felç edip insanların psikolojilerini bozan epidemi ve pandemi süreçleri, evrilerek günümüze kadar gelebilmişlerdir. Bir damla suyun içinde bulunan virüs, yeri geldi mi bir patates ile de taşınmış, bir sivrisineğin ısırığında da yer edinebilmiştir. Ortaya çıkışı ve yayılımı farklı olan bu virüsler şu an insanlığın gelişimi için en büyük engel olarak görülmektedir. Bu engellerin en güncelini ise Covid-19 salgını oluşturuyor. Çin’in Wuhan kentinden yayılan virüs, bir taşın gölde bıraktığı halka etkisi gibi dalga dalga büyüyerek tüm dünyayı etkisi altına aldı. Bu etki ticaretten turizme kadar birçok sektörü de sekteye uğrattı. Bu sektörlerin başında gelen tarım da kendisiyle beraber “millileşme” kavramına yeni bir bakış açısı getirdi.

Birleşmiş Milletlerin, Dünya Tarım Örgütü (FAO) güdümünde incelediği gıda güvenliği ve beslenme raporu da bu bakımdan hiç de iç açıcı sonuçlar sunmamaktadır. Rapor, yaklaşık 690 milyon insanın aç olduğuna dikkat çekmektedir. Veriler, bir önceki yıl ile kıyaslandığında açlık çeken kişi sayısının 1 yıl içinde 10 milyon, önceki 5 yıl ile kıyaslandığında ise 60 milyon arttığı yönünde olmuştur. Bunun dışında Çin’deki açlık boyutunun yeniden hesaplanmasına rağmen, dünyada yetersiz beslenenlerin çoğunluğunun 381 milyon kişi ile hala Asya’da bulunuyor olması çarpıcı bir diğer sonucu oluşturuyor. Afrika’da ise, insanların yetersiz beslenme durumuna bakıldığında 250 milyondan fazla insanın temel gıda ürünlerine ulaşamadığı görülmektedir.  Raporda, şiddetli gıda güvensizliğine dikkat çekilerek 2019’da 750 milyona yakın (veya dünyadaki her on kişiden biri) insanın ciddi düzeyde gıda güvensizliğine maruz kaldığı belirtiliyor. 2019 yılında düşük, yüksek ve orta düzeyde ise 2 milyar insanın gıda güvensizliğinden etkilendiği ve bunun boyutunun daha da artacağı FAO yetkilileri tarafından tahmin edilmektedir. Tüm bunların ekseninde 2030 yılına gelindiğinde 840 milyon insanın, yani Dünya nüfusunun %9,8’inin açlıktan etkileneceği de öngörülmektedir. Buna, Covid-19 salgınının olası etkilerini de dahil edersek senaryo daha da ağır bir tablo halini alacaktır.

Dünyada gıda güvenliği açısından bunlar olup biterken bazı ülkeler yaşamsal varlıklarını devam ettirebilmek için tarımda millileşme yoluna gittiklerini açıkladılar. Dünya’nın en büyük buğday ihracatçısı Rusya, buğday ihracında geri planda kalacağını ve bunu sınırlı bir kota ile sürdüreceğini açıkladı. Yine Rusya’nın öncülük ettiği Avrasya Ekonomi Birliği; un, ayçiçeği, soya, kepek, soğan ve sarımsak gibi ürünlerin ihracatını yasakladığını bildirdi. Rusya dışında, diğer Avrupa ülkelerinin de kendi içlerine çekildikleri gözlendi. Bulgaristan’ın çiftçilerini korumak için özellikle gıda ürünlerinde sadece yerel ürünlerin satılmasını istemesi, Romanya’nın bazı gıda ürünlerine (ham yağ ve ayçiçeği tohumu) ihraç yasağı getirmesi, Sırbistan’ın da tedbir olarak ayçiçeği ve diğer malların ihracatına yasaklar getirmesi durumun hangi boyutta olduğunu açıkça kanıtlamaktadır. Bunlar dışında Brezilya’nın soya üretimini durdurması, Brezilya’dan soya alan ülkelerin endişeye kapılmasına sebep oldu. Ukrayna’da hükümet, buğday ihracatını günlük olarak izlediğini ve gerekirse bu konuda uygun önlemler alacağını açıkladı. Kazakistan ise buğday unu, karabuğday, şeker, ayçiçeği, havuç ve patates gibi ürünlerinin dış satımına yasakların getirileceğini duyurdu. Önemli buğday üreticileri olan Özbekistan ve Afganistan da bu konu ile ilgili kriz alarmı verdi. Vietnam gibi ülkelerde ise pirinç ile ilgili stokların salgından korunmak amacıyla askıya alınabileceği haberleri çıktı. Bu ve buna benzer adımların ülkemizde de görülmesi Gıda Milliyetçiliği kavramının tekrar gündeme gelmesini sağladı. Açlık ya da gıdaya erişememe durumu, İnsani Gelişim Endeksi’nin çok düşük olduğu ülkelere özgü iken, bu durum artık küresel köy kavramı gibi her yere ulaşma potansiyeli ile eşdeğer oldu. Covid-19 salgınından önce yaşamsal ürünlere ulaşmanın en zor olduğu coğrafyalar üçüncü dünya ülkeleri ile yerele indirgenirken, salgından sonra tüm dünyanın ortak sorunu ile bu durum genele indirgendi. Gıda sorunu fakir ülkelerin kaderi olmaktan çıkıp, tarımda dışa bağımlılığı fazla olan ülkelerin de hayatlarında stratejik bir unsur olarak yer edindi.

Son asırda sanayi ve hizmet sektöründeki ciddi büyüme birçok ülke için belki de ’tarımı’ önemsiz kılmıştı. Çünkü doğru ve hızlı gelişmenin yolu sanayi ve hizmet sektörüne verilen değer ile biçiliyordu. Bu doğru bir görüş olsa da bugün bunun tam doğru olamayacağı düşüncesi sorgulanmaya başlandı. Yağmalanan marketler, artan fiyatlar, ülkeler arasında durdurulan ticari alışverişler ve kapanan sınır kapıları bu düşüncenin daha da güçlenmesini sağladı. Dünya üzerinde yaşanan ekonomik krizlerin olumsuz etkilerini yaşayan ülkeler, gıda ve beslenme programlarına yönelerek tarımda millileşmeye ışık tuttu. Ekonomilerinin geleceğini gıda üretimi üzerine kurmayan ülkelerin, bu anlamda serbest piyasa ekonomisine farklı bir soluk getirmesi de beklenmektedir. Bunlarla birlikte, salgını önlemek amacıyla getirilen ulusal ve uluslararası taşımacılık engelleri, bir başka ülkenin dış ticaretine konu olan ihraç ve ithal ürünlerin alım ve satımını askıya aldı. Mevsimlik işçilerin çalışmaması, söz konusu tarım alanlarının üretimden düşmesini sağladı. Tarlada çalışmayan, üretmeyen ve üretimdeki bir dizi artışa kısmen de olsa engel olan bu durum, birçok ülke için tarımda millileşme politikası adı altında bir içe çekilme süreci başlattı. Hatta bazı Avrupa ülkelerinin tarımsal üretimin devamlılığı için yurtdışından işçi getirttiği, gelen yasaklar ile fabrikalarda çalışan vatandaşlarının tarım alanlarına yönlendirildiği de görüldü. 

Dünya Ticaret Örgütü üyesi 24 ülkenin tarımda ticari kısıtlamaların ve aşırı stok yapmanın gıda güvenliğini tehdit edeceği uyarısında bulunması alınan bu önlemlerin sorgulanmasının da haklılığını ortaya koymaktadır. Çünkü dünyada tarım ülkesi olarak bilinen bazı ülkelerin (Hindistan gibi) yeni getirilen yasalar ile protestolar gerçekleştirdiği ve bu protestoların tarımsal üretim için ilerde sorunlar çıkaracağı öngörülmektedir. Bununla beraber Afrika ve Orta Amerika ülkelerinden gelen diğer tarım protestolarının varlığı da küresel bir krizin doğacağına işaret etmektedir. Tüm yaşanılan bu hadiselere küresel iklim krizinin etkilerini de eklersek üretimde millileşmenin zorunluluk olacağı ve bu protestoların daha da yaygınlaşacağı savı da güçlenmektedir.

“Peki ne yapmalı? Olası bir krizden asgari düzeyde sıyrılmanın yolu ne olmalı?” Birçok ülke şu an bu soruları cevaplamak için bir arayış içinde. Bu arayış millileşme kavramının her coğrafyada yankılanmasını sağladı. Bu yankı kimi ülkede çiftçisini korumak olurken, kimi ülkede de farklı metotların geliştirilmesi üzerine oldu. Serbestleşmenin yasaklandığı, korumacılığın arttığı, üretimin sadece ulusa indirgendiği bu zaman diliminde, ülkelerin bu şekilde önlemler alması kısa süreli çözümlerden başka bir şey değil. İçe kapanan ülkelerin ve tarım piyasasını elinde bulunduran ülkelerin diğer coğrafyalar için kayıtsız kalacağı düşünülebilir mi? Birleşmiş Milletlerin bu konu ile ilgili acil bir eylem planı hazırlaması gerekmiyor mu? Bu ve bunlar gibi ortada cevaplanması gereken çokça sorunun olduğu aşikâr. Umulur ki, bu sorunların çözümüne getirilecek çareler gıda üretimindeki gibi bir “millileşme” ile sınırlı kalmaz ve tüm dünyanın rahatça uygulayabileceği ve sürdürebileceği bir metoda dönüşür.

Sonuç olarak; Covid-19 salgını tüm ülkeler için tarım politikasının gerekliliğini elzem kılmıştır.  Söz konusu salgın, ırk ya da ülke fark etmeksizin herkesin elindekinin değerini daha iyi bildiği ve insanların korkuyla yaşadığı bir süreci kendisiyle beraber getirmiştir. Ülkelerin dışarıya açılamaması, bazı ham ürünlerin gelecek kaygısı için millileştirilmesi, insanların mevsimlik olarak göç etmemesi ve bunlara bağlı olarak oluşacak üretim durgunluğunun dünyada ki küresel yansıması kaçınılmaz sonuçlar doğurmuştur. Salgının ne zaman biteceğinin bilinmediği ve her coğrafyada aynı etkiyi bırakmayacağı düşünülürse, atılacak adımların hem çok hızlı olması hem de küresel boyutta olması beklenilen bir çözüm olacaktır. Buna bağlı olarak dünyanın farklı bölgelerinde gıda güvenliği açısından uzmanlaşma eğilimlerinin daha da çok görüleceği beklenmektedir. Ülkelerin bu uzmanlaşma alanlarına bağlı kalması ve olası bir millileşme krizinde bu alanların ürün satmak istemeyişi belki de yeni krizler doğuracaktır. İşte tam da bu sebepten dolayı Birleşmiş Milletlerin olaya genel geçer bir çözümden ziyade pratik ve kalıcı bir strateji ile müdahalede bulunması gerekir. Kim bilir, belki de bu alanda yapılacak yeni ve farklı çalışmalar dördüncü tarım devrimi ile sonuçlanır.

Tüm dünyada tarım ve tarıma bakış böyle iken kendimize dönüp şu soruyu sormamız gerekmiyor mu?  “İnsanlar ile sosyal mesafeyi korumaya çalışırken, tarım ile aramıza fiziksel bir mesafe koymak kimin aklına gelebilirdi ki?”

 

KAYNAKLAR

Aybar, M. (2017). Osmanlı Devleti’nde Kıtlık ve İç Göç: 1870-1900 Arası İç Anadolu Örneği, Mavi Atlas Dergisi, Cilt 5, Sayı 2, Sayfalar 474 – 488.

Erbas, M ve Arslan S., (2020).  Açlığın Önlenmesi ve Gıda Güvencesinin Sağlanması, Akdeniz Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Gıda Mühendisliği Dergisi 36. Sayı.

FAO, (2020). Foof Securty and Nutrition Around the World in 2020 (http://www.fao.org/3/ca9692en/online/ca9692en.html#box1)

FAO, (2020). Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu, (http://www.fao.org/turkey/events/event-detail/tr/c/1370145/)

İncekaya, G., (2020). Dünyada 270 milyon insan açlıktan ölümün eşiğinde, A.A, (https://www.aa.com.tr/tr/dunya/dunyada-270-milyon-insan-acliktan-olumun-esiginde )

  1. Schmidhuber, J. Pound ve B. Qiao. (2020). COVID-19: Gıda ve Tarıma Bulaşma Kanalları . Roma, FAO, ( http://www.fao.org/documents/card/en/c/ca8430en )

Kayabaşı, T. E. (2020). Covid_19’un Tarımsal Üretime Etkisi, Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD), Kocaeli Üniversitesi, Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Cilt 7, Sayı 5, S, 38-45.

Keyder, Ç., Bilgiç, D.N., Yenal, Z. (2020). Covid 19, Tarım ve Gıda: “Dünyada ve Türkiye’de neler yaşandı, neler yaşanacak?” (https://sarkac.org/2020/07/covid-19-tarim-ve-gida-dunyada-ve-turkiyede-neler-yasandi-neler-yasanacak )

Yavuz, F. (2020). Tarıma Koronavirüs Etkisi. Kriter. Aylık Siyaset Toplum ve ekonomi Dergisi, Yıl 5 (46), 86-89.

Yıldırım, A. Ekber. (2020). Tarım ve Gıdada Kritik Ürünler, Tarım Dünyası, 22 Nisan (https://www.tarimdunyasi.net/2020/04/22/tarim-ve-gidada-kritik-urunler )

Yıldırım, A. Ekber. (2020). Tarımda Milli Birlik, “Deprem” Etkisi Yarattı, Tarım Dünyası, Nisan 18 (https://www.tarimdunyasi.net/2019/04/18/tarimda-milli-birlikdeprem-etkisi-yaratti )

Zhou, J and Delgado C., The impact of covid-19 on critical global food supply chains and food security, (2020). Stockholm international, Peace Research İnstıtute, (https://www.sipri.org/commentary/topical-backgrounder/2020/impact-covid-19-critical-global-food-supply-chains-and-food-security )

(https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1tl%C4%B1k)

[1] Mektebim Okulları Coğrafya Öğretmeni

Bir Doğa Müzesi: Küre Dağları Milli Parkı

 

BİR DOĞA MÜZESİ: KÜRE DAĞLARI MİLLİ PARKI

Murat ÇOKSEYREK [1]

 

Harita 1: Küre Dağları Milli Parkı (Kaynak: https://www.kdmp.gov.tr/)

Milli ve milletlerarası ender bulunan tabii ve kültürel kaynak değerleri ile koruma, dinlenme ve turizm alanlarına sahip tabiat alanlarına milli park denir.

Küre Dağları Milli Parkı, Karadeniz Bölgesinin Batı Karadeniz Bölümü’nde   Bartın ve Kastamonu ili sınırları içerisinde yer alır. Küre Dağları çevresinde 8 ilçe, 123 köy bulunmaktadır.  

Yolculuğumuzun başlangıç noktası Kastamonu’ya bağlı AZDAVAY ilçesi olacak, yıllar önce lise yıllarımda duymuştum ismini Azdavay’ın, Perran Kutman’ın idealist öğretmen olarak rol aldığı birçoğumuzun  dilinden düşmeyen “HOCA CAMİDE” repliğiyle  kalan HAYAT BİLGİSİ dizisinin idealist Afet Öğretmeninin de yolu  buraya düşmüştü. Öğrencilerin çalışkanlığı, saygısı, hayata bakışları şaşırtmıştı öğretmenimizi.

Gitmediğiniz, havasını solumadığınız, insanıyla sohbet etmediğiniz, kahvesinde çay içmediğiniz, yollarında yürümediğiniz yer sizin için haritada bir noktadan ibarettir. Ne zaman ki orayı görürsünüz, insanlarını tanırsınız, hayat mücadelelerine, özlemlerine tanık olursunuz orası haritada nokta olmaktan çıkar koca bir Dünya olur sizin için…

Afet Öğretmenin Azdavay’daki  öğrencilerin çalışkanlığına  şaşırması Azdavay’a gelince beni şaşırtmıyor,  Azdavay son yıllarda  yoğun olarak dışarıya göç veren bir ilçe buradaki öğrencilerin okumaktan, başka seçenekleri yok gibi,  ilçede geçim kaynakları sınırlı, tarım temel geçim kaynağı, son yıllarda turizmi geliştirme çalışmalarına tanık oluyoruz.

Kastamonu Azdavay arası 76 km. Ballı Dağı eteklerindeki ilçenin içinden Devrekani Çayı geçiyor.

Küre Dağlarının Kastamonu sınırları içerisinde kalan kısmını  AZDAVAY  merkez olmak üzere  gezeceğiz.  İlk olarak konaklayacağımız yere doğru yol alıyoruz. AB projesiyle finanse edilip restore edilen    Başören   köyündeki  Osmanlı Döneminden kalan Yanık Ali Konağı’na  varıyoruz.  Şehrin gürültüsünden uzak doğa ile   baş  başa  yöre mimarisine uyumlu, ahşap malzemenin kullanıldığı konakta  güler yüzlü personel  ve yöresel lezzetler   uzun yolculuklar öncesi  güzel bir motivasyon etkisi yaratıyor.

Fotoğraf 1: Yanık Ali Konağı Kastamonu Başören Köyü Azdavay Kastamonu (Foto: Murat Çokseyrek arşivi)

İlk olarak Çarşamba günleri kurulan Azdavay pazarını geziyoruz. Kadınların renkli geleneksel giysileri,  şapka yemeni yelek kuşak elbise ve önlükten oluşan giysileri   tam bir görsel şölen sunuyor.  Pazara çevre köylerden sabahın erken saatlerinde gelen satıcılar çoğunlukla kendi ürettikleri ürünleri satıyor. Küre Dağlarında çokça yetişen mantar özellikle Kanlıca mantarı satan kadınlara sık rastlıyoruz pazarda.

Fotoğraf 2:  Azdavay Geleneksel Kadın  Kıyafetleri (Foto: Murat Çokseyrek arşivi)

Azdavay ilçe merkezinde gezebileceğiniz Aşıklar Köprüsü Devrekani Çayı üzerinde yaklaşık 100 yıl önce yapıldığı tahmin ediliyor. Buluşamayan genç aşıkların çayın karşı yakasına geçebilmeleri için yapıldığı söylenen köprü ilçeye ayrı bir güzellik katıyor. Dünya Folklorik Kıyafet Literatürü’ne giren yöresel kıyafetleriyle dikkat çeken Azdavay’da gençlerin Aşıklar Köprüsü’nde buluşarak ilan-ı aşk ettiklerini yöre halkından dinliyoruz.

Devrekani Çayı, Azdavay sınırlarına girmesiyle Küre Dağları Milli Parkı içindeki yolculuğuna başlıyor. Çay, yüksek dağlar, derin vadiler ve dört büyük kanyondan geçerek 160 km boyunca endemik bitki türleri ve zengin yaban hayatının  bölgedeki can damarı oluyor. Küre Dağlarında yaban hayatı oldukça zengin boz ayı, tavşan, geyik çakal,tilki, yaban domuzu dağlarda yaşam sürmekte yörede herkesin duyduğu, anlattığı bir “ayı” hikayesi de  mevcut.

Bölge bitki örtüsü açısından da son derece zengin, büyük bölümünü kışın yaprağını döken ağaçlardan oluşan ormanlar içerisinde gürgen, kayın,  göknar, fındık türlerinin yanı sıra şimşir, yaban kirazı, eğrelti, orman gülü, kurtbağrı, ılgın, böğürtlen gibi maki ve ağaççıklara da rastlamak mümkün. Yörede aşırı tüketimi önlemek amacıyla  “şimşir” koruma altına alınmış…

Azdavay’ın önemli turizm değerlerinden olan Çatak Kanyonuna Azdavay ilçe merkezinden 6 kilometresi araç ile 1 kilometresi orman içi yürüyüş parkuru aracılığıyla     ulaşmak  mümkün, orman içi yürüyüş parkuru farklı ağaç türleri içerisinde ve zengin orman altı bitki örtüsüyle zevkli bir trekking heyecanı yaşatıyor. Yürüyüş parkurunda yürüme yolları işaretlenmiş, kaybolmanız imkansız gibi, örneğini Bitki Müzelerinde  gördüğümüz  ağaç ve bitkilerin Türkçe- Latince  isimlerinin yazılı olduğu tabelalar olması bu coğrafyanın flora zenginliğini  tanımamıza katkı sunuyor. Çatak Kanyonu’nu botla geçebilmek mümkün, kanyonu gözetleme noktasında kilometrelerce uzandığını görmek   insana ayrı bir keyif veriyor.

Fotoğraf 3: Çatak Kanyonu Girişi (Foto: Murat Çokseyrek arşivi)

Fotoğraf 4: Çatak  Kanyonu Kayabaşı Azdavay Kastamonu (Foto: Murat Çokseyrek arşivi)

Azdavay’daki ekoturizmi geliştirme çalışmalarının bir örneği olan Zümrüt köyü yöre halkının milli parka zara vermeden turizm faaliyetleriyle geçinmelerini sağlayan örnek bir uygulama.

Küre Dağları Milli Parkı içerisinde yer alan Zümrüt köyünde köy evlerinin doğal görüntüsü bozulmadan, restorasyonu yapılmış ahşap evler konaklamaya uygun hale getirilmiş,  böylece Zümrüt Köyü yöresel yemeklerin yapıldığı misafirlerin ağırlandığı bir yerleşim yeri haline gelmiştir. Burada at biniciliği, bisiklet ile bölgeyi keşif  gibi faaliyetlerde bulunabilirsiniz. Ayrıca yöre halkının yaptığı bal, reçel ve diğer yöresel lezzetleri de satın almak mümkün.

Küre Dağlarındaki gezimize Kastamonu’nun Pınarbaşı ilçesiyle devam ediyoruz, Azdavay’a komşu bu ilçe Küre Dağlarının merkezi konumunda, yöre kadınlarının sarı yazmalarıyla anıldığı Pınarbaşı ilçesinde de, Azdavay da olduğu gibi doğal turizmi geliştirme çalışmaları var.  Yörede ormanın varlığına bağlı olarak geçmişte yapılan konaklar birer turizm merkezine dönüştürülüyor.

Kastamonu’nun Pınarbaşı ilçesindeki Ilıca köyünden  şelaleye yaklaşık 1 km yürüyerek ulaşabiliyoruz. Devrekani çayının kollarından biri olan Zarı deresi  Horma Kanyonunun çıkışında şelaleye dönüşüyor.  Karşılaştığımız manzara ise olağanüstü güzel 12 metreden dökülen suların oluşturduğu doğal havuzun serin sularına  yüzme kıyafetlerimiz olmadığı halde kendimizi bırakıyoruz.  Şelaleye yakın bir konumda, köye adını veren tarihi bir hamam da bulunmaktadır. Şelale dönüşü yorgunluk kahvesi içebileceğiniz, açlığınızı giderebileceğiniz yöresel lezzetler sunan çay bahçesine   geçip günün yorgunluğunu atıyoruz.

Fotoğraf 5:   Pınarbaşı Şelalesi Ilıca Köyü, Pınarbaşı-Kastamonu (Foto: Murat Çokseyrek arşivi)

Küre Dağlarındaki keşif gezimize bir başka gün  Valla Kanyonu ile devam ediyoruz. Sabah saatlerinde başladığımız yolculuk dağların, vadilerin oluşturduğu sisle başlıyor.

Devrekani Çayı, Pınarbaşı ilçesi Muratbaşı Köyünde Valla Kanyonuna giriyor  1200 metre derinliğe varan  Valla Kanyonu, Pınarbaşı’na  26 km uzaklıkta yer alıyor. Kanyonun seyir terasına 1,5 km.lik orman içi patika yolla ulaşıyoruz. Valla Kanyonu Devrekani Çayı ile Kanlıçay’ın birleştiği bölgeden başlamakta olup   Cide ilçesi istikametinde 12 km yol alıyor, ve  burada Karadeniz’e kavuşuyor.

Valla Kanyonu 1994 yılında üniversiteli dört öğrencinin burada kaybolup 14 gün sonra Cide ilçesinden çıkmaları ile burayı vahşi cennet olarak tanımlamalarıyla  basında yer almış doğaseverlerin ziyaret yeri haline gelmiştir.

Fotoğraf 6: Valla Kanyonu Muratbaşı Seyir Terası (Fotoğraf: Anadolu Ajansı, 2020)

Fotoğraf 7: Valla Kanyonu Çevresi, Pınarbaşı Kastamonu (Foto: Murat Çokseyrek arşivi)

Pınarbaşı’nın 36 kilometre kuzeydoğusundaki Yamanlar Köyünde,  dünyanın en derin 4. mağarası olan  Ilgarini Mağarası yer alıyor. Kireç taşının yaygın olduğu  bu bölgede suların milyonlarca yılda eriterek oluşturduğu 45 mağara bulunuyor.

Fotoğraf 8: Ilgarini Mağarası (Fotoğraf: https://www.kdmp.gov.tr/ )

Kanyonun yer aldığı  Pınarbaşı köyünün Valla  mahallesi   geleneksel mimariyle yapılmış ahşap ağırlıklı köy evleriyle bu coğrafyanın güzelliğini tamamlıyor. Kanyonun seyir terasına vardığımız esnasında yakalandığımız yağmur sonrası  üzerimizi  Valla mahallesinin camisine  ait misafir evinde kuruluyoruz. Yöre halkının misafirperverliğine ve sıcak ilgisine tanık oluyoruz.

Sonrasında  yolculuğumuz Kastamonu il merkezinde Kastamonu kalesinden şehre bakış, başta  Simit Tiridi ve Banduma  gibi yöresel yemekler eşliğinde devam ediyor. Yolculuğumuzun sonunda Kastamonulu kadınların el emeği göz nuru ahşap hediyelikleri de almadan dönmüyoruz….

Fotoğraf 9: Kastamonu Kalesinden Kastamonu’nun genel Görünüşü (Foto: Murat Çokseyrek arşivi)

[1] Çukurova Toroslar Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni

Perspektif

 

PERSPEKTİF

Bülent BOZKURT [1]


Uzağa baktığımızda nesneler gittikçe küçülür ve silikleşir.

Nesnelerin olduğundan küçük görülmesinin nedeni gözümüzün dışbükey olmasıdır. Atmosferde bulunan maddeler ise uzaktaki nesnelerin silikleşmesine neden olur.

Bu durumun sonuçlarını fark eden ve yazıya dökende Arap matematikçi İbn’ül Heysem’dir. Yazdığı ‘’Perspectiva ,, adlı eserde bu olayı açıklamış ve geometriye uygulamıştır. Rönesans sanatçıları ise bunu resimde uygulamaya geçirmişlerdir. Ardından diğer sanatlara geçen bakış açısı sanatsal ve bilimsel gelişmelere yol açmıştır.

Kapalı at arabalarında seyahat eden insanlar gittikleri yollara ve çevreye bakmaya başlamışlardır. Ardından daha uzaklara bakma ihtiyacı, daha da uzaklara coğrafi keşifler.

Perspektifin sözcük anlamı ‘’içine bakmak,, demektir. Örtük anlamı ise herkesin dünyayı kendi gözü ile algılama ve yorumlama hakkının teslim edilmesidir. *

Perspektif gerçekçi tasvirin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Resimde bir noktadan bakılarak uygulanan perspektif coğrafyada farklı noktalardan bakıldığında da perspektif algısı hissedilir.

Yerşekillerini gösteren haritalarda çizim diğer haritalarda olduğu gibi kuşbakışı yapıldığından yakın olan yerler daha koyu renklerle gösterilirken (kahverengi) işin içine sarı girdikçe yükselti azalmaktadır. Mavi iyice uzakları simgelerken mavi ile sarının karışımı ile oluşan yeşil kara ile deniz arasında geçişi sağlar.

Aynı şekilde tarama yöntemi ile çizilen haritalarda yükseldikçe taramalar sıklaşarak rengin koyulaşmasına neden olur. Yani yukarıdan bakıldığında yakın yerlerin koyu renkle görülmesi alçaldıkça rengin silikleşmesi sağlanmıştır.

Savanlarda uzaklara bakmaya alışmış Afrikalı kölelerin torunları hala uzaklara dalıp giderken sık ormanlarda yaşayan yerlilerde perspektif algısı gelişmemiştir.

İnsanlarda perspektif algısını güçlendirmek isteyen ressamlar yaz aylarında Güney Avrupa’yı seçerken yazarların şairlerin bir kısmı çöle ulaşmıştır.

Mikroskop ve teleskop ile bir noktadan bakarak farklı derinliklere ulaşılmış. Daha farklı bakış açıları geliştirilirken bazıları da insanları bir noktaya bakmaya alıştırmıştır.’’ Platonun tutsakları, ** nın yeniden gündeme gelmesine neden olmuştur.

İnsanların yaşadığı coğrafya ise insanlara yalnızca insanın bakış açısı ile bakmanın diğer canlı ve cansız varlıklarında bakış açısının gerekliliğini ortaya koymuştur.

*Osmanlı-Türk Romanında İstanbul Tasvirleri ve Perspektif Kullanımı      Alphan AKGÜL (İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi)

**Platon’un Devlet’teki ‘’mağara alegorisi,,sine bakınız(Yn)

[1] İzmir Türk-Alman Kültür ve Eğitim Vakfı TAKEV Okulları Coğrafya Öğretmeni

Tıbbi Jeoloji ve Tıbbi Coğrafya

 

TIBBİ JEOLOJİ VE TIBBİ COĞRAFYA:

TÜRKİYE’DE TIBBİ JEOLOJİK UNSURLAR VE HALK SAĞLIĞI

Dr. Eşref ATABEY [1]

Jeolojik olarak, Türkiye’nin bulunduğu Anadolu levhası, Afrika-Arabistan levhaları ile Rusya-Avrupa levhaları arasında sıkışmış bir halde kalmıştır. Bu sıkışma ve tektonizmayla Anadolu’da Toroslar ve Doğu Anadolu bölümünde yükselmeler olmuştur. Yükselmeyle beraber Doğu Anadolu plato haline gelmiş, Batı Anadolu’da denize dik sıradağlar ve aralarında ova rejimleri gelişmiştir. Anadolu’nun birçok yerinde faylar ve kırıklara bağlı derinlerden gelen magma ve sıcak mineralli suların etkisiyle çok çeşitli mineral zenginleşmeleri olmuştur.

Levha hareketleri, tektonik işlevler, Türkiye’ye birçok kaynak kazandırmasının yanı sıra, bu alanı tektonik olarak karıştırarak, çok kısa mesafelerde değişik bileşimli fasiyeslerin, katmanların, yapıların yan yana, alt alta, içi içe geçmesine neden olmuştur.

Berlin’den yola çıkıp Paris’e kadar arabayla gitsek ve belirli yerlerden toprak ve canlı örnekleri alsak, Berlin ile Paris çevresi jeolojisi ve biyolojik bileşiminin çok az değiştiğini görebiliriz.

Bu değişme Türkiye’de yan yana yer alan Trabzon ile Gümüşhane illerindeki değişmenin onda biri bile değildir. Ne jeolojisi ne buna bağlı biyolojik bileşimi ne de iklimsel faktörleri birbirine benzer.

Bunun bilimsel açılımı ne demektir? Trabzon’da yapılacak tıbbi jeolojik araştırmalarla Gümüşhane’dekilerin birbirinden farklı olmasıdır. Birine uygulayacak yöntem, diğerine uygulanamaz.

Her bölge hatta her il hatta her köy ve yerleşim yeri için ilk olarak belirli kriterleri tespit etmemiz gerekecektir. Bunların başında yaşam için en önemli olan hava ve su, bunlara bağlı olarak toprak yapısı olacaktır. 

Bu topraklar o denli karışmıştır ki, birbirlerine komşu köylerde bile içme suyunun biri granit ya da serpantin kayaçlardan, diğerinde kireçtaşı kayaçlarından, bir diğeri kumlu kayaçlardan çıkar ve insan sağlığını farklı şekillerde etkileyen unsurlar içerir.

Bu farklılaşmalar birçok hastalıkların da oluşmasının nedenidir. Burada kayaç ve insan sağlığı bağlamında tıp ve jeoloji yani tıbbi jeolojiden söz edebiliriz.

Artan nüfusa, sanayileşme ve plansız kentleşmeye bağlı olarak nefes aldığımız hava, içtiğimiz su ve aldığımız gıdalar kirlenmekte ve yaşam alanlarımız giderek daralmaktadır.

Deprem, sel felaketi, çığ, kaya düşmesi hayatımızın birkaç saniyesinde veya bir kaç dakikasında etkili olurken, asbest, eriyonit, silis gibi mineral tozlarının solunum yoluyla alındığında sağlığı olumsuz etkileri; arsenik, cıva, kurşun, kadmiyum elementleri ile radon gazının zehirleyici özelliği, iyot, selenyum, çinko, demir, mangan, bakır, sodyum, kalsiyum, magnezyum vd. elementlerin azlığı ya da çokluğu insan bedenini doğumdan ölüme kadar etkileyen birer doğal afet konumundadır.

Ülkemiz coğrafyası ve jeolojik yapısındaki çeşitlilik dikkate alındığında, belli yöre ve bölgelerde, insanların kansere yakalanmaları, genç yaşta dişlerinin lekeli-hareli olması ve evlenme çağına geldiklerinde utançlarından ön dişlerini çektirmeleri ve dişlerini çamaşır suyuyla yıkamaları, iskelet yapılarının bozulması, derilerinde fiziksel değişikliklerin ortaya çıkması, boylarının cüce kalması vb. nedenlerle sağlıklarının bozulması bir kader bir yaşam tarzı olarak bilinmekte ve benimsenmektedir. Oysa bunların temel nedenleri arasında toprak, su ve hava yoluyla yaşamımızı etkileyen element ve mineral gibi doğal jeolojik unsurların ve süreçlerin rolü bulunmaktadır.

TIBBİ JEOLOJİ

Tıbbi jeoloji; Kayaçlar, mineraller ve su gibi jeolojik unsurlar ile volkanik püskürmeler, depremler ve tozlar gibi jeolojik süreçlerin çeşitli minerallerin ve elementlerin eksikliğini, organik bileşenlerin taşınmasını, şekil değiştirmesini ve miktarını, insan, hayvan ve bitki sağlığı üzerinde iyi ve kötü yönde etkilerini inceleyen ve doğal jeolojik etmenler ile insan ve hayvan sağlığı arasındaki sorunları ile bu sorunların coğrafi dağılımındaki olağan çevresel etmenlerin etkileriyle ilgilenen bir bilim dalıdır (Atabey, 2005).

Tıbbi jeolojinin konuları soluduğumuz havadaki asbest, eriyonit gibi kanserojen mineral tozları, içme suyunda arsenik ve florür gibi elementlerin sağlığa etkisi (diş ve iskelet florozisi), antropojenik kökenli kirlenmeler, topraktaki iyot ve selenyum gibi elementlerin etkileri, kadınlarda kil yeme alışkanlığı, doğal radyasyonun etkileri ve birçok konu bulunmaktadır.

Jeoloji, çevrenin insan üzerine etkisi çalışmalarında yerini yeni almaya başlamıştır. Jeoloji biliminden, tıbbın ihtiyaçları için çok az yararlanılmıştır.

Kayaçlar ve mineraller binlerce yıldır veba, çiçek hastalığı ve humma gibi hastalıkların tedavilerinde kullanılmıştır.

Hipokrat ‘Havalar, Sular ve Yerler’ adlı eserinde belli koşullar altında suyun ‘demir, bakır, gümüş, altın, kükürt, şap, bitüm ya da güherçile içerenleri gibi termal sular çıkaran topraktan geldiğini’  ve bu suların kullanılamayacağına dikkat çekmiştir.

1996 yılında UNESCO, Uluslararası Bilim Konseyi, İsveç Jeoloji Kurumu, ABD Jeoloji Kurumu ve ABD Silahlı Kuvvetler Patoloji Enstitüsü Uluslararası Tıbbi Jeoloji Çalışma Grubu IMGA kuruldu.

2000 yılında İsveç’te yapılan, IGCP’nin 454 nolu Tıbbi Jeoloji projesi çalıştayında; amaçları, katılımcı ülkeler, yapılan çalışmalar raporu sunulmuş, katılan 32 ülkenin oybirliğiyle Tıbbi Jeoloji tanımı kabul edilmiştir.

İsveç, Tıp Okulları müfredatlarına Tıbbi Jeolojiyi koymaya başlamıştır.

2001 yılından itibaren Uluslararası Bilim Konseyi, İsveç Jeoloji Kurumu, ABD Jeoloji Kurumu ve ABD Silahlı Kuvvetler Patoloji Enstitüsü işbirliğinde kısa kurslar düzenlemiştir.

Tüm dünyaya sunulan bu kursların amacı metal iyonları ile eser elementlerin çevre ve halk sağlığını nasıl etkilediğine ilişkin son bilgileri paylaşmaktır.

Kurs konuları çevresel toksikoloji, çevresel patoloji, jeokimya, çevresel epidemiyoloji ile metal iyonlarının etkisi altında kalmanın sonuçları ve analizden oluşmaktadır.

Ülkemizde 2003 yılında Sağlık Bakanlığı, Kanser Dairesi bünyesinde Ulusal Kanser Danışma Kurulunun bir alt kurulu olan ‘Tıbbi Jeoloji Alt Kurulu’ oluşturulmuştur.

2005 yılında Ülkemizde ilk olarak 1. Tıbbi Jeoloji Sempozyumu yapılmıştır. 2008 yılında Uluslararası Katılımlı Tıbbi Jeoloji Sempozyumu; 2015 yılında Uluslararası Katılımlı Tıbbi Jeoloji ve Mezotelyoma sempozyumu yapılmıştır. Türkiye genelinde 2006-2010 yılları arasında ‘’Tıbbi Jeolojik Unsurlar ve Halk Sağlığı Projesi’’ gerçekleşmiştir. Tıbbi jeoloji alanında yapılan çalışmalar Dr. Eşref Atabey tarafından kaynakçada verilen eserlerde toplanmıştır.

TÜRKİYE’DE JEOLOJİK UNSURLAR VE HALK SAĞLIĞI 

Çevresel ve mesleki akciğer hastalığı nedenlerinden en önemlilerinden birisi soluduğumuz havadaki lifsi asbest mineral tozu ile lifleri ve eriyonit mineral tozudur.

Asbest Tozu ve Akciğer Zarı Kanseri/Mezotelyoma

 Ticari adı ASBEST olan mineral toz ve liflerinin uzun süre solunduğunda akciğer zarı kanserine, mezotelyoma nedeni olduğu bilinmektedir. Asbest yatak ve zuhurları başlıca Eskişehir, Çankırı, Denizli-Bekilli-Çal, Sivas Bölgesi, Hatay Amanos Dağları, Bursa-Orhaneli, Çanakkale-Biga, Çorum ve Amasya Bölgesinde yaygın olarak bulunmaktadır (Atabey, 2009a, 2015, 2017).

Türkiye’de toplam 51 ilde, 106 ilçe sınırları içindeki 237 köy ve mahallede asbest zuhur ve yatakları saptanmıştır. Bunlardan 73’i asbest yatağıdır. Asbest oluşumu için uygun kaya türü bulunmayan 30 ilde asbest yatak ve zuhurları bulunmamaktadır.

Doğrudan asbest maruziyeti altında olan yerleşim yeri köy ve mahalle ile ilçe merkezi toplamı 63’dür. Birçok asbest zuhur ve yatakları köy yerleşim yerleri uzağındadır. Siverek ve Mihalıçcık asbest maruziyeti altındaki 2 ilçe merkezidir. Türkiye’de çevresel asbest riski altındaki toplam nüfus yaklaşık 75.000 kişidir (Atabey, 2015, 2017).

Asbest tozları kanser nedeni olup, Dünya Sağlık Örgütü’nce 1A kanserojen madde grubuna dahil edilmiştir (Barış, 2003).

Eriyonit Tozu ve Karın Zarı Kanseri/Mezotelyoma

 Türkiye’de ikinci risk taşıyan mineral tozları bazı yerleşim birimlerindeki volkanik tüfler içinde bulunan ERİYONİT mineralidir. Eriyonit mineral tozu uzun süre solunduğunda karın zarı kanseri ve mezotelyomaya yol açmaktadır. Bu mineral özellikle Nevşehir bölgesindeki Sarıhıdır, Tuzköy ve Karain köyleri ve yakın çevresinde yoğunlaşmaktadır. Bu bölgede birçok köy yerleşim yerinde bulunan volkanik tüf kayaları içindeki eriyonit minerali tozu maruziyeti devam etmektedir (Atabey, 2009a, 2015, 2017).

Mesleki toz hastalıklarına yol açan unsurların başında kuvars gibi bazı mineral tozları gelmektedir.

Kuvars Tozu ve Silikozis

 Bunlar içinde en önemlisi silikozise yol açtığı bilinen kristal silika tozudur. Özellikle kuvars öğütme değirmenlerinde, kot ağartma işinde çalışanlarda yoğun olarak etkili olmaktadır. Kot ağartmada kuvars tozu kullanımı yasaklanmıştır. (Atabey, 2009a, 2015, 2017).

Kömür Tozu ve Kömür İşçisi Pnömokonyozu

 Kömür tozu uzun süre solumasından akciğerlerde antrakozis denen kömür işçisi pnömokonyozuna yol açmaktadır. Kömür işçileri aynı zamanda silikozis maruziyeti altındadırlar. Zonguldak bölgesindeki kömür madenciliğinde risk oluşturan kömür tozları antrakozis olayı olarak bilinmektedir. Ayrıca kömürlerin çoğu arsenik içermektedir (Atabey, 2009a, 2015, 2017).

Pnömokonyozlar 

 Endüstriyel mineraller ve metalik minerallerin tozlarının akciğerlerde oluşturduğu harabiyete pnömokonyozlar denir.  Demir, alüminyum, mangan, berilyum, talk, kaolen gibi minerallerin tozları pnömokonyoz nedenidir. Demir tozu siderozis, mangan tozu manganozis, alüminyum tozu alüminozis, kaolen tozu kaolenozis, talk tozu talkozis, beril tozu berillozis hastalıklarına yol açmaktadır.

Türkiye’de önemli bir halk sağlığı sorunlarından birisi de içme sularındaki arsenik ve florür sorunudur.

Arsenik

 Sağlık için içme suyunda arsenik derişimi sınırı, Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1997 yılından beri 10 mikrogram/litre öngörülmüştür. İçme suyu yoluyla uzun süre litrede 10 mikrogram üzeri su tüketildiğinde deri ve mesane kanseri, akciğer kanserine neden olmaktadır. Ülkemizin jeolojik yapısı dolayısıyla doğal arsenik kaynaklarının çokluğu dikkati çekmektedir. Birçok yerin içme suları sınırın üzerinde arsenik derişimine sahiptir. Bunlardan Kütahya Emet-Hisarcık havzası ve Nevşehir ili ile Kırşehir iline bağlı bazı yerleşim yerlerini sayabiliriz (Atabey, 2009b, 2018).

Florür

İçme sularında flor derişimi 0,5 ile 1,5 miligram/litre arası sağlık bakımından gereklidir. Bunun altında ve üstündeki değerler sağlık riski taşımaktadır. İçme suları yoluyla litrede 1,5 miligram sınırın üzerinde su tüketildiğinde diş ve iskelet florozisi olmaktadır. Dişlerde lekelenme, iskeletlerde eğrilme, kamburlaşma olmaktadır. İçme sularında sınırın üstünde flor tespit edilen yerler arasında; Nevşehir-Kızılırmak Vadisi çevresi, Ürgüp Sarıhıdır köyü, Hacıbektaş Killik ve Karaburna köyleri, Kırşehir Kaman ilçesi İmancı ve Bayındır köyleri, Akpınar ilçesi Karaova köyü, Isparta Deregüme ve Yakaören köyleri, Tendürek Volkanı çevresi, Ağrı Doğubayazıt bölgesi ile Eskişehir Beylikova ilçesi Karacaören sayılabilir (Atabey, 2010a, 2018).

İyot 

Su ve besinler yoluyla yeterli iyot alınamadığında zeka geriliği, düşükler, boy kısalığı ve birçok hastalığa yol açmaktadır. Türkiye coğrafyası daha çok dağlık ve platolar şeklindedir. Bu durum iyodun kayaç ve topraklardan kar ve yağmur sularıyla yıkanmasıyla giderilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla tüketilen besinlerde ve suda iyot azlığı olmaktadır. Niğde, Ankara, Kırşehir ve Kastamonu’nun bazı köylerinde yaşayan halkta guatr hastalığı bakımından dikkate değer bir fazlalık görülmektedir. Bu sorun jeolojik formasyonlardan, toprakta selenyum eksikliği ve mineral içermeyen suların tüketilmesi vb. nedenlerden kaynaklanmaktadır. (Atabey, 2014a, 2018).

Doğal Radyasyon 

Doğal radyasyon sağlık için risk oluşturabilir. Özellikle granitik, siyenit, pegmatit damarlarında, bazı volkanik kayalarda ve altere zonlarda, kumtaşlarında ve bu kayaların kumlarında doğal radyasyon değerleri dikkate değerdir. Bu yerler arasında; Manisa-Köprübaşı, Çanakkale Ezine ilçesi Geyikli sahili, Küçükkuyu ile Ayvacık arasında kalan bazı köy yerleşim alanları, Eskişehir Kaymaz, Beylikova ilçesi Karacaören ve Yozgat-Sorgun sayılabilir. (Atabey, 2014b).

Kadın ve Çocuklarda Kil ve Toprak Yeme Alışkanlığı/ Jeofajia

 Jeolojik yapı dolayısıyla genel olarak ülkemiz toprakları kireçlidir. Kireçli topraklarda özellikle çinko ve demir elementinin toprağa geçişi, dolayısıyla besinlere geçememektedir. Bu durum insanlarda çinko ve demir eksikliği nedeni olmaktadır. Ülkemizin bazı yerlerinde yaşayan özellikle kadınlarda toprak ve kil yeme alışkanlığına bağlı olarak sağlık sorunları yaşanmaktadır. Kadınların her ay özel günlerinde kan kaybetmeleri, çocuk ve kadınların yetersiz beslenmeleri dolayısıyla kil ve toprak yeme alışkanlığı olmaktadır.  Bu olaylar Kırşehir, Hatay, Yozgat, Çankırı, Konya, Ankara’nın bazı yerlerinde yoğun olarak tespit edilmiştir. Bireyler, buz, duvar sıvası, kömür, tebeşir yemektedirler. Bazen de demiri kemirme davranışı göstermektedirler (Atabey, 2010b).

Antropojenik (İnsan Kaynaklı) Etkilenme

 En önemli etki maden çıkarma, arıtma işlemlerinin yapıldığı alanlardaki atıkların yol açtığı asit maden drenajı olayıdır. Gerek işletilmekte olan ve gerekse terk edilmiş maden ocakları çevresinde asidik ortamda kimyasal reaksiyonlar olmakta ve bunun sonucu olarak yer altı suyu, toprak ve besin kaynakları kirlenmektedir.  Konya-Sızma ve Ladik’de kurşun ve cıva, Ödemiş ve Beydağ’da cıva, Ulukışla Maden’de kurşun, Balya’da kurşun, Lapseki Koru Dere’de kurşun, Kütahya-Gümüşköy’de gümüş işletmeleri terk edilmiş ocaklar ve çevresi ile kömür madenleri çevresindeki kuyu ve içme suları kirlenmektedir (Atabey, 2010c, 2018).

Bazı jeotermal santrallarden kaynaklı borlu sıcak sular ile Emet ve Hisarcık bor madenlerinden kaynaklı borlu suların alıcı nehir ve derelere, göllere deşarj edilmesiyle tarım toprakları ve su kaynakları kirlenmektedir.  Davutlar Kaplıcası gibi bazı sıcak su kaynakları radon içermektedir. Karbon dioksite bağlı sağlık riskleri de dikkate değerdir.

Tıbbi Jeoloji bilimi jeolojik unsurlar ve süreçlerin araştırılması yanında, sağlıklı yerleşimler için yer seçiminden, tarımda toprak düzenleyicilerden, mezarlıkların yer seçimine kadar geniş bir yelpazede rolü bulunmaktadır.

Tıbbi jeoloji coğrafya dahil tüm meslekleri ilgilendirmektedir. Tıbbi jeoloji, tıbbi coğrafya ile paralel gelişmiş olsaydı, hastalıkların keşfi ve tedavisi çok daha ileri boyuta varmış olacaktı. Tıbbi jeoloji tanımında geçen ‘’coğrafi dağılım’’ ifadesinden yola çıkarak tıbbi coğrafyadan söz edebiliriz.

 

TIBBİ COĞRAFYA

 

Tıbbi coğrafya; toplum sağlığın üzerindeki etkileri açıklığa kavuşturmak için bir bölgenin vakalarını, sıklığını ve bu hastalıkların küresel dağılımını çalışmaktır.

Tıbbi jeoloji ile Tıbbi Coğrafyanın tanımı, çalışma konuları ve yöntemlerinde bir farklılık olmamaktadır. Tıbbi jeolojinin kayaçların mineralojisi, jeokimyası, toprak yapısı, bileşenleri ve suyun kimyası konularındaki çalışmalarda belki Tıbbi Coğrafyadan ayırabiliriz.

Tıbbi jeolojinin ve tıbbi coğrafyanın kökleri 2500 yıl öncesine dayanır. Rusya’da 18.yüzyılda tıbbi coğrafya çalışmaları başlatılmıştır.  Mineralli suların, şifalı bitkilerin, faydalı minerallerin ve zehirli hayvanların özelliklerini işleyen birçok eser yazılmıştır. N.R. Toropov (1864’den Komatina 2004) ‘’Bir hastalığı önleyebilmek için her şeyden önce neden ve nerede ortaya çıktığını bilmek gerekir’’ diye belirtmiştir. Burada ‘’nerede’’ sorusunun yanıtı tıbbi coğrafyanın konusudur. 1863’de Rusya’da Tıbbi Coğrafya Dairesi kurulmuş, konusu ve görevleri şöyle tarif edilmiştir.

Tıbbi coğrafyanın, tıp ve coğrafya bilimlerinin kesişme alanında yer alan bağımsız bir bilim olarak değerlendirilmesi,

Tıbbi coğrafyanın konusunun, belli bir yöredeki doğal ve sosyo-ekonomik faktörlerin, toplum sağlığının, hastalık vakalarının oluş sıklığı ve vakaların coğrafi dağılımı üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkilerini yönlendiren kurallar sistemi olduğunu tanımlanması. Bu tanımlama aynı zamanda Tıbbi Jeoloji tanımlaması da olmaktadır.

1962’de ilk bilimsel tıbbi coğrafya kongresi, 1965’de ikincisi, 1968’de üçüncüsü, 1973’de dördüncüsü, 1979’da beşincisi, 1983’de altıncı, 1987’de yedinci ve 1991’de sekizinci kongre yapılmış. 1977’de 78 adet tıbbi coğrafya atlası ve haritası basılmıştır. 1991 yılında yapılan kongrede;

Farklı bölgelerin ekolojik koşullarının geliştirilmesi ve iyileştirilmesinde temel tıbbi coğrafya araştırmalarının rolü,

Tıbbi coğrafya araştırma sonuçlarından hastalıkların önlenmesinde yararlanılması, toplum sağlığı programlarında tıbbi coğrafya araştırmaları konuları ele alınmıştır.

Rusya’da tıbbi coğrafya alanında ilk ders 1969 yılında verilmiş.1970-1984 yılları arasında 149 lisans tezi, 139 yüksek lisans tezi, 9’u hastalık ekolojisi, 1’i beslenme açlık konusu, 51 doktora tezi kabul edilmiştir.

Büyük Britanya’da Tıbbi coğrafya araştırmaları 18. Yüzyıl sonunda başlamış. 1791’de tropikal ülkelerin ikliminin insan sağlığı üzerine etkileri araştırılmış (J. Lind, 1791’den Komatina, 2004). Sonraki yıllarda coğrafi ortamın çeşitli bileşenleri ile insan hastalıklarının dağılımı arasındaki bağ araştırılmıştır (J. Forbes, 1834’den Komatina, 2004).

Fransa’da 18.yüzyılda patoloji, iklime uyum ve doğal koşulların insan sağlığı üzerindeki etkileri ortaya konmuştur.

Almanya’da F. Hoffmann (1705), ‘’hastalıkları endemik ve epidemik’’ olarak ayırmış; hastalıkları yörelerin coğrafi koşullarına, beslenme özelliklerine ve belirli bölgelerde yaşayanların yaşam biçimlerine dayandırmıştır.

Çin’de 1960’lı yıllarda ortamdaki selenyumdan kaynaklanan hastalıklar, endemik guatr, florozis ve diş çürümelerine ilişkin araştırmalar yapılmıştır (Yu Zhihen, 1987’den Komatina, 2004).

1976, 1977, 1982 ve 1985’de Prag’da toplanan tıbbi coğrafya sempozyumuna coğrafyacılar, jeologlar, doktorlar, biyologlar, haritacılar vd katılmıştır.  

Soluduğumuz havanın, içtiğimiz suyun ve aldığımız gıdaların temiz ve kaliteli olması sağlığımız için gereklidir. Bazı kayaç ve minerallerin, soluduğumuz havadaki tozların, içtiğimiz sudaki elementlerin insan sağlığı üzerindeki etkilerinin araştırılması, bunların coğrafi dağılımlarının ve çözüm önerilerinin ortaya konmasında Tıbbi Jeolojik ve Tıbbi Coğrafya çalışmalarının önemi oldukça fazladır.

Yerleşim alanları ve buna bağlı yaşam kalitesinin yükseltilmesi sürecinde, afet güvenliği ve sağlığın korunması, “Tıbbi Jeoloji/Tıbbi Coğrafya” sorunlarının doğal tehlikeler arasında yer aldığı bilinciyle; ülke genelinde “Tıbbi Jeoloji/Tıbbi Coğrafya Tehlike Haritalarnın” hazırlanması ve konuya ilişkin çalışmalarda eşgüdüm sağlanarak Tıbbi Jeoloji Risk Yönetiminin geliştirilmesi; imar-afet-çevre ve sağlık üzerine mevcut yasaların bu bilinç temelinde gözden geçirilerek, ihtiyaçlar temelinde düzenlenmesi gerekmektedir.

 

KAYNAKLAR

Eşref Atabey. 2021. Su Damlası. 1.Baskı, Haziran 2021.228s. ISBN 978-625-7647-

Eşref Atabey. 2021. Elementler ve Sağlık, Sarmal Kitabevi. 491s. 1.Baskı, Mayıs 2021. İstanbul. ISBN 978-625-7647-42-7

Eşref Atabey. 2021. Gençler için Deprem ve Tsunami, Sarmal Kitabevi. 167s. 1.Baskı, Mayıs 2021. İstanbul. ISBN 978-625-7647-38-0

Eşref Atabey. 2021. Yer kökenli Tehlikeler. Doğa ve Antropojenik Tehlikeler-1, Sarmal Kitabevi. 151s. 1.Baskı, Mayıs 2021. İstanbul. ISBN 978-625-7647-39-7.

Eşref Atabey. 2021. İklimsel ve Biyolojik Tehlikeler. Doğa ve Antropojenik Tehlikeler-2, Sarmal Kitabevi. 231s. 1.Baskı, Mayıs 2021. İstanbul. ISBN 978-625-7647-41-0

Eşref Atabey. 2021. Sosyolojik ve Teknolojik Tehlikeler. Doğa ve Antropojenik Tehlikeler-3, Sarmal Kitabevi. 214s. 1.Baskı, Mayıs 2021. İstanbul. ISBN 978-625-7647-40-3

Atabey, E. 2018. Suyun Hikayesi. 615s. Asi Kitap: 65, Araştırma: 45,1. Baskı Şubat 2018. ISBN: 978-605-9331-87-6 İstanbul.

Atabey, E. 2017. Mineral Dusts and Health. 296p. Lambert Academic Publishing. ISBN:978-622-2-07140-6. Düsseldorf-Germany.

Atabey, E. 2016. Kütahya ili Tıbbi Jeolojik Unsurları ve Halk Sağlığı. Kütahya Belediyesi Kültür yayınları. ISBN: 978-6056-1056-7-8. Kütahya.

Atabey, E. 2016. Niğde ili Tıbbi Jeolojik Unsurları ve Halk Sağlığı. Niğde Belediyesi Kültür yayınları. Niğde.

Atabey, E. 2015.Türkiye asbest haritası (Çevresel asbest maruziyeti akciğer kanseri-mezotelyoma). Tuberk Toraks 2014;63(3):199-219

Atabey, E. 2015. Elementler ve Sağlığa etkileri. Hacettepe Üniversitesi Mezotelyoma ve

Medikal Jeoloji Uygulamave Araştırm Merkezi yayın No:1. ISBN: 978-605-66516-0-4.

Atabey, E. 2015. Kapadokya Tıbbi Jeoloji-Mezotelyoma (Aksaray-Niğde- Nevşehir-

Kırşehir). Hacettepe Üniversitesi Mezotelyoma ve Medikal Jeoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi yayın No: 2. 107s. ISBN: 978-605-65516-1-1.Ankara.

Atabey, E. 2015. Eskişehir ili Tıbbi Jeolojik Unsurları ve Halk Sağlığı. Eskişehir Belediyesi Kültür yayınları. ISBN: 978-605-9120-02-9. Eskişehir.

Atabey, E. 2014. İyot Elementinin Doğada Bulunuşu ve İnsan Sağlığı İçin Önemi. MTA Yerbilimleri ve Kültür serisi-11. 87s. ISBN: 978- 605-5310-65-3.

Atabey, E.  2013. Nevşehir İli Tıbbi Jeolojik Unsurları ve Halk Sağlığı. Nevşehir Belediyesi yayınları. 399s. ISBN: 9944-5633-7-6

Atabey, E.  2013. Muğla ili Tıbbi Jeolojik Unsurları ve Halk Sağlığı. Muğla Belediyesi Kültür yayınları-13. ISBN: 978-9944-5574-9-8. Muğla.

Atabey, E. 2013. Türkiye’de Doğal Radyasyon Kaynakları ve Tıbbi Jeolojik Etkileri. MTA Yerbilimleri ve Kültür serisi-10. ISBN: 978-605-5310-60-8. 158s. Ankara.

Atabey, E. 2010a. Türkiye’de İçme Suyunda Flor ve Etkileri. MTA Yerbilimleri ve Kültür Serisi: 9, 100s. ISBN: 978-605-4075-80-5.

Atabey, E. 2010b. Türkiye’de Kil ve Toprak Yeme Alışkanlığı (Jeofajia)-Topraktaki Organizmalar (Patojenler)-Pekmez Toprağı ve Sağlık. MTA Yerbilimleri ve Kültür Serisi: 8, 121s. ISBN: 978-605-4075-81-2.

Atabey, E.  2010c. Türkiye’de İnsan Kaynaklı Unsurlar ve Çevresel Etkileri. MTA Yerbilimleri ve Kültür Serisi: 7, 286s. ISBN: 978-605-4075-77-5.

Atabey, E. 2009a. Türkiye’de Asbest, Eriyonit, Kuvars ve Diğer Mineral Tozları ve Etkileri. MTA Yerbilimleri ve Kültür Serisi: 6, 191s. ISBN:978-605-4075-44-7.

Atabey, E. 2009b. Arsenik ve Etkileri. MTA, Yerbilimleri ve Kültür Serisi: 3, 91s.

Atabey, E. 2008. Uluslararası Katılımlı Tıbbi Jeoloji Sempozyum Kitabı. (Ed: Atabey, E.). YMGV Yayını ISBN: 978-975-7946-33-5,

Atabey, E. 2006. 1. Tıbbi Jeoloji Sempozyum Kitabı, (Ed: Atabey, E.) TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Yayınları.95. ISBN: 9944- 89-076-6. Ankara.

Atabey, E. 2005. Tıbbi Jeoloji. TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası yayınları: 88, 210s.

Atabey, E. 2004. Kapadokya’nın tarihi, jeolojik özellikleri ve insan sağlığı üzerine etkileri (Karain-Sarıhıdır-Tuzköy örneği) Teknik Gezi Kitabı. JMO Teknik Geziler Serisi-2, 35s.

Barış, Y. İ., 1987. Asbestos and erionite related chest diseases, Semih Ofset Matbaası, 1987. Ankara

Barış, Y. İ. ve Atabey, E. 2009. Türkiye’de Mesleksel ve Çevresel Hastalıklar, Köseleciler 1933, Bursa: Magic Digital Center. 221s.

Demirsoy, A. 2019. 2035 Sonun Başlangıcı. Asi Kitap. 2.Baskı. 179s. İstanbul

Komatina, M. M. 2004. Medical Geology Effects of Geological Envronments on Human Health. Developments in Earth and Environmental Sciences-2, Elsevier.

Toropov, N. I. 1864. Opit medicinskoj geografu otnositeljno peremezajuscihsja lihoradek.SPb. 416p.

[1] Jeoloji Yüksek Mühendisi, Tıbbi Jeoloji Uzmanı

Coğrafyada Mekan

 

COĞRAFYADA MEKÂN: SOYUTLAMA, AĞLAR VE ELEŞTİREL KOZMOPOLİTANİZM

Doç. Dr. Münür BİLGİLİ [1]

Coğrafyanın var olma amacı olan mekân, tarih boyunca hem coğrafya içinde hem de diğer disiplinlerde yaygın bir şekilde ele alınmış ve alınmaktadır. Bu yaygın ve farklı kullanımı nedeniyle mekân, Stephan Günzel tarafından gezen kavram (travelling concept) olarak adlandırılmaktadır. Gezen kavramlar, bilim içinde farklı disiplinlerde kendilerine yer bulmaktadırlar; ancak diğer disiplinlere seyahat eden bu kavramlar ilgili disiplinlerde bambaşka anlamlar kazanabilmekte veya var olan anlamlarını yitirebilmektedirler. Mekânı; fiziksel, kültürel, ekonomik, metafiziksel, geometrik ve matematiksel gibi farklı açılardan düşündüğümüzde kavramın “gezmediği” bir disiplin bulmak çok daha zor olacaktır.

Çalışma boyunca coğrafyadaki mekânsal düşünceler ile bu düşüncelere getirilen eleştiriler üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken özellikle diğer sosyal bilimlerden mekânsal düşünceye katkı sağlayan kavram ve teorisyenlerden yararlanma yoluna gidilmiştir. Günümüz sosyal bilimlerinin interdisipliner hatta postdisipliner özelliği dikkate alındığında neden farklı disiplinlerden yoğun bir şekilde yararlanıldığı daha iyi anlaşılacaktır. Çalışmada mekân ve mekânsal soyutlamanın nasıl yapıldığı; ağ olarak mekânlar; eleştirel kozmopolitanizm ve mekân gibi konular üzerine odaklanılacaktır. Mekânın, çok farklı anlamlar içeren bir kavram olması ve yer darlığı nedeniyle çalışmada zorunlu olarak sadece belirli kavram ve yaklaşımlara yer verilmiştir. Bunu yaparken Türkçe mekân literatüründe daha az görünür olan konu ve yaklaşımlara yoğunlaşmaya çalıştım. 

Soyutlama ve Mekân

Bilindiği gibi bilimin en önemli özelliklerinden biri genellemelere ulaşmaktır. İster doğa bilimleri olsun ister sosyal bilimler olsun genellemeye ulaşma isteği her ikisi için de geçerlidir. Her ne kadar sosyal bilimlerdeki genellemeler insan merkezli olması nedeniyle daha zor ve bazı durumlarda gereksiz görülse de; bu durum bilimde genellemelere ulaşma arzusunu ortadan kaldırmıyor. Peki, bilim için genelleme yapabilmek neden bu derece önemlidir? Bu sorunun en kestirme cevabı anlamak ve açıklamak olabilir. Zira dünya üzerinde sayısız derecede olgu var ve bu olgular çok farklı olaylarla/eylemlerle görünür hale gelmektedir. Her olay ve eylemi teker teker açıklamak mümkün olmadığı için genelleme yolları aranmaktadır. Böylece her olay ve eylemselliği belli kategori ve olgular içinde sınıflandırarak daha anlaşılır bir sonuca ulaşmaktadır. Örneğin, herhangi bir yerde deprem olduğunda bunun neden olduğunu pek sorgulamayız. Zira ilgili yerin belirli kırık hattı üzerinde olduğunu ve geçmişten günümüze irili ufaklı binlerce depremin hâlihazırda yaşanmış olduğu bilinmektedir. Böylece belirli bölgede yer alan depremlerin bir fay üzerinde yer aldığını bildiğimiz için kolayca gruplayıp daha kolay anlayabilmekteyiz. Ampirisizm temelli bu genellemeler bilimin en önemli özelliği olmasının yanı sıra gündelik yaşamımızı kolaylaştıran çok önemli bir faktördür. Eğer bu tür bilimsel genellemeler olmasaydı gündelik yaşamımızı sürdürmemiz oldukça zor olurdu. Bir an için bilinçli bir şekilde hiçbir genelleme kullanmadan yaşamımızı sürdürmeye çalışırsak bunun ne denli güç bir durum olduğunu kolaylıkla tecrübe edebiliriz.

Yukarıdaki paragrafta belirtilen genelleme yapmak doğal olarak coğrafyada mekânı anlamak ve açıklamak için kullandığımız en önemli özelliklerden biridir. Coğrafyacı Andrew Sayer’in dediği gibi mekânı açıklamak için soyutlama (abstraction) yoluyla belirli genellemelere ulaşmak mümkündür. Yaşanan dünyada bir arada olmayan ve tamamen birbirinden bağımsız görülen mekânları belirli özellikleri benzediği için bu özelliklerinden yola çıkarak gerçek bağlamından soyutluyoruz. Soyutladıktan sonra ise ilgili mekânları belirli isim veya kategoriler altında toplayarak daha genel bir çerçeveye ulaşıyoruz. Örneğin, şehirsel mekânlar, kırsal mekânlar, liminal mekânlar, kamusal mekânlar, tüketim mekânları, üretim mekânları ve daha birçoğunu sayabiliriz. Kamusal mekân dediğimizde içine binlerce farklı yer girmektedir; ancak yapılan soyutlama ve sonucunda ulaşılan genelleme bize anlaşılabilir ve geniş bir çerçeve vermektedir. Zira çok farklı ölçek ve yerde binlerce kamusal mekân vardır. Bu mekânların çoğunun birbiriyle doğrudan bağlantısı yoktur. Buna karşın bizi ilgilendiren en önemli özellik olan kamusal mekân sonucuna varmış oluyoruz. Bu aşamadan sonra araştırmacılar kamusal mekânların özelliklerini, üzerindeki güç ilişkileri, mücadeleleri, çekişmeleri ve dönüşümleri daha rahat bir şekilde inceleyebilmektedirler. Kuşkusuz araştırmacılar mevcut mekânsal sınıflandırmaları kullanabilecekleri gibi kendileri de bizzat soyutlamalar yoluyla yeni mekânsal kategorilere ulaşabilmektedirler. Gerçekte olmayan ve zihnimizde yaptığımız bu soyutlamalar yoluyla genellemelere ulaşmış oluyoruz. Genelleme ise kuşkusuz çok daha geniş bir perspektif sunmaktadır. Zira genellemeyle belirli bir bağlamın dışına çıkmış ve daha geniş bir bakış açısına ulaşmış olmaktayız. Tabii ki her araştırmacı böyle mekânsal genellemelere ulaşmak zorunda değildir. Spesifik bir mekân ve özelliklerini ele alarak da farklı bir perspektifle mekânı okuyup anlamlandırabiliriz. Bir diğer nokta ise Sayer’in de belirttiği gibi soyutlamalar yoluyla kategoriler ve genellemelere ulaşırken çok önemli bir özelliği gözden kaçırmamalıyız. Bu özellik soyutlama yaptığımız mekânlar mutlaka belirli özellikleri bakımından benzer olmaları gerekir. Aksi takdirde yaptığımız soyutlama ve genellemeler yanlış olduğu gibi çok yanlış bir mekânsal bakış açısının yerleşmesine de neden olabilir.

Mekân üzerinde soyutlamalar yaparken dikkat etmemiz gereken özelliklerden birisi mekânın olumsal (contingent) özelliğidir. Felsefi bir kavram olan olumsallık mekânın en önemli özelliklerinden biridir. Olumsallık, belirli şartlar bir araya geldiğinde beklenen sonucun ortaya çıkması olarak adlandırılır; ancak beklenen sonucun ortaya çıkması neden-sonuç ilişkisinde olduğu gibi katı ve kesin değildir. Zira neden-sonuç ilişkisinde neden ortaya çıktığında sonuç mutlak ve değişmezdir. Olumsallıkta ise böyle bir durum söz konusu değildir. Süreç açık uçludur. Sonuç, nedenden yola çıkarak kesin bir şekilde tahmin edilemez. Mevcut şartlardan belirli sonuçları bekleyebiliriz; ancak ilgili sonuçlar farklı müdahil/araya giren faktörler (intervening factors) nedeniyle ortaya çıkamayabilir. Olumsallık, olasılık ve şans faktörünün ilerisinde; ancak nedenselliğin ise gerisinde bir noktada yer alır. Ölçeğin bir ucunun olasılık diğer ucunun ise nedensellik olduğunu düşünürsek; olumsallık bu ikisi arasında olan bir yerdedir. Olumsallığın ölçekteki yerini müdahil olan/olabilecek çeşitli faktörler etkileyecektir. Sosyal dünyada bu tür müdahil faktörler her zaman mümkündür ve beklenen sonucun ortaya çıkmasına engel olabilir. Örneğin, Starbucks kahve zinciri Japonya, Güney Kore, Türkiye, Kanada, İngiltere ve Malezya’da çok başarılı olmasına karşın İtalya, Portekiz, Sırbistan ve Finlandiya gibi ülkelerde aynı başarıyı yakalayamamıştır. Zira başarısız olduğu ülkelerde kapitalizme bakış, yerel legal yapılar, damak zevki, yerel kahve kültürünün daha baskın olması, küreselleşme karşıtlığı, çevre duyarlılığı ve daha birçok müdahil faktör fazlaca etkili olduğu için aynı başarı doğal olarak ortaya çıkmamıştır. Olumsallık ayrıca katı bir şekilde düşünülmemelidir. Zira değişen zaman, mekân ve bağlama göre yepyeni olumsallıklar ve müdahil faktörler ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda elbette mekânsal dönüşüm de farklı bir seyir izleyecektir. Olumsallık, sadece mekân ve coğrafyanın değil insanın merkezde olduğu bütün sosyal bilim dallarının en önemli özelliklerinden birini oluşturmaktadır.

Ağ (Network) ve Mekân

Modern mekânsal anlayışta, mekânın canlı, dönüşen ve aktif olduğu üzerinde bir uzlaşı bulunmaktadır. Coğrafyada çevresel determinizm, bölgesel coğrafya ve nicel devrim paradigmalarının yaşandığı dönemlerde mekân sadece bir sonuç olarak görülüyordu. Mekân üzerinde çok farklı faaliyet ve eylemsellik içermekteydi. Bu faaliyetlerde mekânın aktif bir rolü yoktu ya da görünmüyordu. Mekân, bu aktivitelerin sonucunda şekillenmiş olan bir sonuçtan ibaretti. Henri Lefebvre, David Harvey, Tim Cresswell, Doreen Massey, Neil Smith ve Richard Peet ve daha birçok teorisyen için bu durum oldukça eksiktir. Her türlü faaliyet sonucunda şekillenen bir sonuç olarak mekân, mekânın sadece bir özelliğini oluşturmaktadır. Harvey’e göre mekân özellikle kapitalist işleyiş içinde bizzat etken ve aktif bileşenlerden biridir. Herhangi bir mekâna yatırım yapılmadan önce fiziki ve beşeri birçok özelliği bakımından dikkate alınmaktadır. Bu durumda mekân sadece sonuç değil aynı zamanda tüm faaliyetler için aktif bir bileşen olarak fonksiyonu vardır. Tüm faaliyetlerin hayata geçirilmesinde mekânın ayrıca araç olarak bir rolü bulunmaktadır. Böylece mekân; Coe, Kelly ve Yeung’un da belirttiği gibi olgu ve eylemlerin analizinde dikkate alınan bir bileşen, bir araç ve aynı zamanda bir sonuçtur. Örneğin, herhangi bir yere yatırım yapılacağı zaman ilgili mekândaki her türlü kaynak doğal ya da insan kaynakları, ulaşım, etkileşim ve legal yapı dikkate alınır. Daha sonra bu faaliyetler ilgili mekân aracılığı ile hayata geçilir. Hayata geçirildikten sonra faaliyetin türü, bağlamı ve boyutuna göre az veya çok değişmiş, farklılaşmış, dönüşmüş ve yeniden üretilmiş bir mekân ortaya çıkar. Mekân, bu nedenlerle bahsedilen paradigmalarda ele alındığı gibi verili, sabit ve sonuçtan ibaret değildir.

Günümüz mekân yaklaşımında dominant olan ilişkisel mekân (relational space) yaklaşımıdır. İlişkisel mekân anlayışı en yaygın şekilde ünlü sosyolog Manuel Castells’in eserlerinde görülmektedir. Castells, mekânı daha çok ağ (network) olarak görmektedir. Ona göre, kapitalizm ve küreselleşme ile birlikte son yıllarda mekânın network özelliği daha görünür hale gelmiştir. Böylece ilişkiler içine gömülü olan mekân ağlar aracılığı ile ortaya çıkmakta ve dönüştürülmektedir. Castells ayrıca bu süreçte insanların anlam yüklediği ve daha yakın çevresiyle ilişkilendirdiği yer (place) kavramının giderek önemini yitirdiğini ve yerlerin mekâna dönüştürüldüğünü belirtmektedir. John Agnew’a göre yer, mekân içine asimile edilmektedir. Bir anlamda mekân yeri kapsamaktadır; ancak bu anlam daha çok mekânın geometrik şekilde ele alındığında belirgindir. Çünkü geometrik mekân anlayışında enlem, boylam gibi mekânsal veriler ortaya konur. Fenomenolojik anlamda “yer” daha farklıdır. Burada mekânın uzantı olmaktan ziyade farklı özellikleriyle ilgili “yer”in diğer yerlerden ayrılması söz konusudur. Örneğin, İstanbul büyük mekânsal parçalar arasında bir geçiş noktasıdır ve farklı yerleri birbirine bağlayan kesişim noktası olarak adlandırdığımızda bu daha çok geometrik bir mekânsal algıdır. Diğer yandan, eğer İstanbul diğer yerlerden oldukça farklı kültürel, ekonomik, sosyolojik doku oluşturduğu ve ayrıldığı düşünülüyorsa bu “fenomenolojik yer” olarak adlandırılmaktadır. Böylece İstanbul birinci yaklaşımda daha çok mekân (geometrik) olarak ele alınırken ikinci yaklaşımda yer (fenomenolojik) şekilde ele alınmıştır. Aynı şekilde Anthony Giddens’a göre günümüzde sosyal ilişkiler yerel bağlamdan koparılmakta (disembedding) giderek daha küresel zaman-mekân çerçevesinde işlerlik kazanmaktadır. Diğer bir deyişle insanların gündelik yaşamlarında derin bağlar kurduğu yer/yerler; kapitalizm, küreselleşme, neoliberal politikalar ve bilişim teknolojileri ile daha az anlam yüklediğimiz; sınırları hayli geçirgen, kaygan ve belirsiz olan mekân/mekânlara dönüşmektedir.

Castells ve diğer teorisyenlerin mekânla ilgili olarak geliştirdikleri network yaklaşımı yaygın bir şekilde benimsenmesine karşın, bu yaklaşıma bazı eleştiriler de getirilmiştir. Network olarak mekânlar ister istemez sanki mekânların eşit veya birbirine yakın bir şekilde bağlandığını ve her mekânın kaynaklara eşit bir şekilde ulaşıldığı algısına yol açmaktadır. Ayrıca mekânlar arasında herhangi bir engel bulunmadığı duygusu da ağlarla birlikte gelmektedir. Gerçekte böyle bir durum söz konusu değildir. Ulus devletler ve bazı makro bölgeler ekonomik gelişmişlik düzeyleri, siyasi rejimleri, insan kaynakları ve daha birçok özelliklerine göre ağlara farklı derecede katılabilmektedirler. Bir yanda Sahra altı ve Güney Asya ülkeleri diğer yanda Batı Avrupa ve ABD-Kanada eksenini düşündüğümüzde mekânsal ağların ne derece orantısız olduğu daha açık bir şekilde görülmektedir. Bu nedenlerle günümüzde her türlü ağlarla mekânların birbirine bağlamlandığı bir gerçektir; ancak bu gerçeklik mekâna, zamana ve bağlamına göre büyük zıtlıklar içerir. Bu zıtlıklardan yola çıkarak kesintisiz ağ şeklinde bir mekân anlayışı ve soyutlama yapma olanağı imkânsız görünmektedir.

Eleştirel Kozmopolitanizm ve Mekân

Gündelik yaşamda kullanılan kozmopolit veya kozmopolitan sıfatları daha çok farklılıklar içeren durumlar için kullanılır. Yani kozmopolit olan bir şey mutlaka farklı unsurları bünyesine bulundurmalıdır. Coğrafya literatüründe de sıklıkla kozmopolit/kozmopolitan yerler ve mekânlar, kozmopolit kimlikler ve kozmopolitan kültürler terimleriyle karşılaşmaktayız. Gündelik yaşamda kullanılan kozmopolitan özellik ile Kwame Appiah, Gerard Delanty ve Ulrich Beck gibi sosyal teorisyenlerin kullandıkları kozmopolitanizm oldukça farklıdır. Sanayileşme, küreselleşme, bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte insan toplulukları arasındaki etkileşim tarihte hiç olmadığı kadar yoğun yaşanmaya başlanmıştır. Gerçek ve sanal mekânlarda bireyler kolaylıkla birbirleriyle etkileşimde bulunabilmektedir. Bu nedenle günümüzde yeni bir sosyal gerçeklikle karşı karşıya bulunmaktayız. Soğuk Savaş döneminin kavramları ve anlayışları günümüz sosyal gerçeklikleri ile uyuşmamaktadır. Eğer eski kavramlar ile yeni sosyal gerçekliği açıklamaya çalışırsak Ulrich Beck’in deyişiyle zombi kategoriler kullanmış oluruz. Beck, günümüz sosyal bilimlerinde geçerliliğini önemli oranda yitiren ve halen kullanılan kavramları zombi kategoriler olarak adlandırmaktadır. Yani yaşayan ölü olan bu kavramlarla değişen anlam dünyamızı açıklamak mümkün değildir.

Çok kültürlülük, küreselleşme ve network gibi kavramlar dünyadaki yeni gerçeklikleri tanımlamak için sıklıkla kullanılmaktadır. Buna karşın Appiah, Delanty ve Beck mevcut durumu daha iyi tanımlamak için kozmopolitanizm kavramını ve bu kavramdan türetilen kozmopolitan sıfatını önermektedirler. Delanty tarafından ayrıntılanan kozmopolitan yaklaşım diğer teorisyenlere göre önemli oranda farklılaştırılmıştır. Bu çalışmada da Delanty’nin yaklaşımını benimsediğimiz için onun yaklaşımını daha geniş bir şekilde açmaya çalışacağız.

Gerard Delanty, kozmopolitan teorisini eleştirel kozmopolitanizm olarak adlandırmakta; onu eleştirel sosyal teori olarak görülmesini önermektedir Ona göre, kozmopolitanizm birincil olarak, farklı modernite algılarının etkileşimi ile ortaya çıkabilmektedir ve açıklık içermektedir. Açıklık, dünyayı, toplumları, bireyleri ve kendini anlamaya açık olmayı içerir. İkincil olarak, kozmopolitan kimlikler her zaman ulus-ötesi (transnational) veya ulus-sonrası (postnational) olmak zorunda değildir. Kozmopolitanizm sadece ulus ötesi kimlikler olarak tanımlanmamalıdır. Daha çok yeni kimlikleri anlamaya açık olmak ve bu kimlikler eşliğinde kendi konumunu/duruşunu sorgulayan bir düşünceye açık olmak anlamına gelmektedir. Kozmopolitanizm, yerel kimliklerin ya da aidiyetlerin sona ermesi anlamına gelmemektedir. Yerel olanın küresel olanla etkileşimleriyle yeni vatandaşlık gerçekliği ortaya çıkmıştır. Bu tür vatandaşlığı Delanty kozmopolitan vatandaşlık olarak adlandırmaktadır. Üçüncül olarak, kozmopolitanizm, küreselleşmeden etkilenmiştir; ancak küreselleşmeye indirgenemez. Kozmopolitan anlayışta bir yerde doğmakla edilen hakların yanı sıra o yerde doğmamış ancak yaşayan insanların hakları da olmalıdır. Haklar sadece ulus-kimlik bağlarıyla eşlenmemelidir. Dördüncü olarak, kozmopolitanizm bir kültürün diğer kültürle karşılaştığında sadece diğer kültüre saygılı olması anlamına gelmez. Aynı zamanda diğer kültürün gözüyle kendi kültürünü de gözden geçirir ve değişimlere yol açar. Kozmopolitanizm, evrenselcilik (universalism) ile eşdeğer olarak görülmemelidir. Örneğin, Delanty’e göre medenileşme (civilization) projesi de bir diğer evrenselcilik anlayışındaydı ve kozmopolitanizme karşı duruyordu. Zira Batı merkezli medenileşmeyi merkeze alıyordu ve bu anlayışın evrensel olmasına çalışıyordu. Kozmopolitanizm, sadece çok kültürlülük demek değildir. Daha çok bireyin yeni sosyal ve kültürel anlayışlar karşısında kendi durumunu da gözden geçirmesini içermektedir.

Eleştirel kozmopolitanizm kısaca küreselleşme, modernleşme, evrenselleşme ve çok kültürlülük demek değildir. Bu kavramlarla ilişkilidir ancak daha fazlasını içerir. Eleştirel kozmopolitanizm birey ve toplumların farklı kimlik, kültür ve mekânlarla etkileşim sonucunda onlarda pozitif yönde bir değişme beklemektedir. Bireylerden kendi konum, kimlik ve statülerini terk etmesini istemez. Buna karşın bu etkileşimlerde hem kendisini hem de diğerlerinin durumunu sorgulamasını, anlamaya çalışmasını ve en azından belirli ortak noktalara ulaşılmasını içerir. Bu yaklaşımla bireyler ve toplumlar arasında çatışmaların biteceği şeklinde bir beklenti yoktur; ancak kozmopolitan etkileşimin olumlu yönde katkı sağlayacağı da açıktır. 

Küreselleşme ile birlikte coğrafi disiplin içinde liminal mekânlar ve kimlikler kavramı yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bilgili’ye göre liminal mekânlar, “normal” sosyal düzenin görülemediği; üzerine tam olarak kimlik verilememiş; kategorileştirmeye direniş gösteren; belirsiz ve muğlak olan mekânlardır. Liminal mekân yaklaşımı ile Delanty’in kozmopolitan mekân anlayışının kaynaştırılması coğrafyada mevcut mekân anlayışını daha da zenginleştirecektir. Zira daha önce belirttiğimiz gibi küreselleşme az ya da çok dünyanın her yerine sızmıştır. İnsanlar hiç olmadığı kadar birbirleriyle etkileşim halindedir. İnternet her geçen gün ulaşılamayan mekânlara ulaşmakta ve bireyleri farklı bakış açılarına ve anlam dünyalarına bağlamaktadır. Bu nedenlerle günümüz mekânları önemli oranda liminal bir özellik göstermektedir. Kozmopolit anlayışta ise farklı olanı anlamak, kendi konumunu sorgulamak ve ortak noktaları bulmaya çalışmayı içermektedir. Liminal mekânların kozmopolit bir anlayışla desteklenmesi yeni mekânsal gerçeklikleri de ortaya çıkaracaktır. Hem bireyler hem toplumlar hem de mekânlar kozmopolit olabilir. Örneğin, ünlü futbolcu Mesut Özil bir röportajında Almanlar için yeterince Alman; Türkler içinse yeterince Türk görülmediğinden yakınmaktadır. Eleştirel kozmopolitan anlayıştan yola çıkarak bu durumun en ufak bir sorun teşkil etmediğini söyleyebiliriz. Mesut Özil kendini tanımladığı sürece her Alman kadar Alman her Türk kadar Türk kimliğine sahiptir. Ne daha az Alman ne daha az Türk’tür. Nitekim  “iki kalbim var. Biri Alman, diğeri Türk” diyerek kozmopolitan kimlik ve mekân anlayışının bir örneğini teşkil etmektedir. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta kimsenin kimliğini sorgulamak değil; aksine kozmopolitan bakış açısından bireylerin aynı anda farklı etnik, kültürel ve mekânsal kimliklere diğerleri kadar sahip olabileceğini belirtmektir. Benzer şekilde göçmenler de aynı anda kendi ülkeleri ve çalışmakta olan ülkelere bağlılık besleyebilirler. Kimlikler tek mekânla eşlenmek zorunda değildir. Aynı anda iki ya da daha fazla mekâna bağlılık hissedebiliriz. Bu durum bireyleri ilgili mekânın “daha eksik” ya da “daha fazla” üyesi yapmaz. Sonuç olarak, coğrafyada eleştirel kozmopolitan mekân anlayışının benimsenmesiyle değişen mekânsal gerçekliklerin daha doğru bir şekilde aktarılacağını ve bu yaklaşımın mekânsal örüntülerin ortaya çıkarılmasına katkı sağlayacak önemli teorik bir çerçeve olarak görmekteyiz.

KAYNAKLAR

Agnew, J. (2011). Space and place. In J.A. Agnew & D. Livingstone (Eds.), Sage Handbook of geographical knowledge. London: SAGE.

Appiah, K.A. (2006). Cosmopolitanism: Ethics in a world of strangers. New York: Norton.

Beck, U. (2006). The Cosmopolitan Vision. Cambridge: Polity

Bilgili, M. (2020). Coğrafyada Mekân Felsefesi Üzerine Yaklaşımlar. International Journal of Geography and Geography Education , (41) , 88-102.

Castells, M. (2015). Networks of Outrage and Hope. Wiley.

Castells, M. (1996;2010). The Rise of the Network Society (1996; 2010, 2nd edn. Blackwell, Oxford.

Coe N. M., Kelly, P. F. & Yeung, H. (2019). Economic Geography. 5th Edition.Wiley Blackwell.

Cresswell, T. (2012). Geographic Thought: A Critical Introduction. Hoboken: Wiley.

Delanty, G. (2006). The Cosmopolitan Imagination: Critical Cosmopolitanism and Social Theory, The British Journal of Sociology 57(1).

Giddens, A. (2012). The Consequences of Modernity . Wiley.

Günzel, S. (2012). “Space and Cultural Geography.” Travelling Concepts for the Study of Culture. Eds. Barbara Neumann and Ansgar Nünning. New York – Berlin: De Gruyter.

Harvey, D. (1996). Justice, Nature and the Geography of Difference, Blackwell, Oxford.
Massey, D. (2005). For Space. London: Sage.

Peet R. (1998). Modern Geographical Thought (Blackwell, Oxford).

Sayer, A. (1992). Method in Social Science. London: Routledge.

Sayer, A. (2000). Realism and Social Science. London: Sage.

Smith, N. (1991). Uneven Development: Nature, Capital, and the Production of Space, Blackwell, Oxford.

https://www.bbc.com/turkce/spor-44919940

[1] Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi

     Coğrafya Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Siyasi Coğrafya Açısından Montrö Boğazlar Sözleşmesi

 

SİYASİ COĞRAFYA AÇISINDAN MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ

Prof. Dr. Emrullah GÜNEY [1]

24 Temmuz 1923 günü İsviçre’nin Lausanne kentinde TBMM Hükümeti ile İtilaf Devletleri ve diğer devletler arasında Lozan Barış Antlaşması imzalandı. TBMM, 23 Ağustos 1923 günü, 341,342, 343, 344 sayılı 4 yasayla Lozan Antlaşması ve eklerini kabul etti. Antlaşma, yeterli onay belgesi sayısına ulaşılmasıyla 6 Haziran 1924’te yürürlüğe girdi.

Sonuçlanmayan konular da vardı :

  1. Misak-ı Milli ilkeleri çerçevesinde Musul konusu,
  2. İstanbul ve Çanakkale boğazlarının statüsü konusu.

Boğazların statüsü konusunda ilke olarak yabancı gemilerin Boğazlar’dan serbest geçişi kabul edildi. Bununla birlikte savaş gemilerinin tonajı bakımından, ayrıca Türkiye’nin  savaş dönemleriyle ilgili bazı sınırlamalar getirildi. Boğazların kıyıdan başlayarak 15-20 km’lik bir şerit boyunca askerden arındırılması kararlaştırıldı. Yabancı gemilerin geçişini denetlemek üzere, bir Türk temsilcinin başkanlığında, anlaşmaya taraf devletlerin  temsilcilerinden oluşan bir komisyonun kurulması da öngörüldü.

Lozan Boğazlar Sözleşmesi ( Boğazların Tabi Olacağı Usule Dair Mukavelename ) : Lozan Antlaşması uyarınca Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’ndan geçiş serbestliği ilkesini düzenleyen ve  Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Bulgaristan, Yunanistan , Sovyet Rusya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, Japonya arasında imzalanmıştı.

Sözleşme hastane gemileri, gezinti gemileri, balıkçı gemileri ve sivil uçakları da kapsamak üzere ticaret gemilerinin ve yardımcı gemiler ve askeri uçakları da kapsamak üzere savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçiş rejimini 3 ayrı döneme göre ele alıyordu:

Barış dönemi,

Türkiye’nin tarafsız kaldığı savaş dönemi,

Türkiye’nin taraf olduğu savaş dönemi.

Türkiye Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk,  yaklaşan yeni cihan harbini çeşitli konuşmalarında vurguluyordu. Führer Hitler Avusturya’yı işgal etmişti. Çekoslovakya’yı ele geçirme planları yapmaktaydı. Nerede bir Alman yaşıyorsa orası Prusya demekti O’ na göre.

Duçe Mussolini eski Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurma peşindeydi. Libya ve Somali’den sonra Habeşistan’ı işgal etmişti. 12 Ada ile yetinmiyor; Ege Adaları’na da göz koyuyor ve  Menteşe Yöremizde hakkı olduğunu ileri sürüyordu. İtalya ile Almanya Ortadoğu’da, Akdeniz’de yeni kazanımlar peşindeydi. 

Lausanne’ın iki karşıt devleti  olan Türkiye ile Britanya bu durum karşısında birbirine yaklaştı.

Japonya ise Pasifik’te yayılmacı bir durumdaydı. Kore Yarımadası’nı, Mançurya’yı ele geçirmiş, Çin’e asker çıkarmıştı.

İtalya’nın ve Japonya’nın saldırgan bir dış politika izlemeleriyle ortaya çıkan gelişmeler üzerine, Türkiye askerden arındırılmış bölgelerin güvenliği konusunda kaygılarını bir notayla 11 Nisan 1936 günü bütün imzacı devletlere bildirdi. Bu notada  4 büyük devletin ortak garantisine ilişkin hükmün işlemez hale geldiği ve Türkiye’yi topraklarına yönelik bir dış tehlikeden pratik olarak koruyamayacağı savunuluyordu. Ayrıca, Türkiye’nin bir saldırıya karşı gerekli güvenlik koşullarını sağlayacak ve Akdeniz’le Karadeniz arasındaki ticari ulaşımı güvence altına alacak yeni bir düzenleme için görüşmelere başlamaya hazır olduğu da belirtiliyordu.

İtalya dışında bütün taraflarca olumlu karşılanan bu talep üzerine 22 Haziran 1936 günü Montreux’de toplanan konferans çalışmalara başladı.

Montrö Sözleşmesi, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının Lozan Antlaşması’yla belirlenmiş statüsünü Türkiye lehine değiştiren uluslararası antlaşmadır.

Hangi devletlerin temsilcileri katılmıştır:  Avustralya, Bulgaristan, Fransa, Birleşik Krallık, Romanya,  SSCB, Yugoslavya, Yunanistan ve  Japonya.

İtalya, Antlaşma’yı ancak 2 Mayıs 1938 günü imzalamıştır.

Montreux Konferansı’nda Türkiye’nin tezine karşı SSCB, Britanya da birer tez sundu.

SSCB : Türkiye, Boğazlar’ı silahlandırabilir. Kabul ediyoruz. Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin Karadeniz’e geçişine Ankara engel olmalı, önlemelidir.

Büyük Britanya : Karadeniz’de kıyısı olsun ya da olmasın bütün devletler için tonaj sınırlaması getirilmelidir.

Bu iki görüş yoğun tartışmalara yol açtı. Türkiye, uzlaştırıcı bir tavır sergiledi görüşmeler süresince.

2 ay süren görüşmeler Ankara Hükümetinin istediği doğrultuda sonuçlandı.

  1. Uluslararası Boğazlar Komisyonu kaldırıldı.
  2. Askerden arındırılması durumu değiştirildi.
  3. Bölgenin güvenliği tümüyle Türkiye’ye bırakıldı.
  4. Barış döneminde ya da Türkiye’nin taraf olmadığı bir savaş durumunda ticaret gemilerinin Boğazlar’dan serbest geçiş hakkı olacak.
  5. Türkiye’nin taraf olduğu bir savaşta ise , Türkiye savaş halinde olmadığı  devletlere ait ticaret  gemilerine belirli koşullar altında  serbest geçiş hakkı tanıyacak.
  6. Yapılan hizmet dışında herhangi bir ödeme söz konusu olmayacak.
  7. Kılavuz alma da isteğe bağlı tutulacak.

Savaş gemileri konusunda da şu hükümler uygulanacaktı :

  1. Barış döneminde, Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlere ait transit geçiş halindeki  savaş gemilerinin sayısı 9’u,  toplam tonajı da 15 bin tonilatoyu geçmeyecek.
  2. Bu devletlerin Karadeniz’ de en çok 21 gün süreyle bulundurabilecekleri  savaş gemilerinin toplam tonajı 30 bin tonilatoyu aşmayacak.
  3. Bu devletler geçiş öncesinde Türkiye’ye duyuruda bulunacak.
  4. 10 bin tonilatodan büyük savaş gemilerini, denizaltılarını ve uçak gemilerini ise Karadeniz’e geçiremeyecekler.
  5. Boğaz limanlarına dostluk ziyareti yapacak gemiler tonaj hesabına katılmayacak.

Karadeniz’e kıyısı olan devletlere ait gemiler için ise barış döneminde sayı ve tonaj sınırlaması getirilmiyordu.  Fakat bu gemiler birer birer ve refakatlerinde en çok iki destroyer ile birlikte Boğazlar’dan geçebileceklerdi. Bu devletler Karadeniz dışında yaptırdıkları ya da satın aldıkları denizaltı gemilerini önceden duyurarak, gündüz ve yüzeyden olmak üzere serbestçe Boğazlar’dan geçirebileceklerdi.

Uçak gemilerini Boğazlar’dan geçirme yasağı ise bu devletlere de uygulanıyordu.

Sözleşmeyle, Türkiye’nin katıldığı bir savaş durumunda savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişi tümüyle Türkiye’nin yetkisine bırakılıyordu.

Türkiye’nin katılmadığı bir savaş durumunda ise savaşçı devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişi yasaklanıyordu.

Türkiye, savaş durumunda olmasa bile kendisini pek yakın bir savaş tehdidi altında sayarsa, savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişi konusunda yetkili kılınıyordu. Fakat bu gerekçeyle alınan önlemler Cemiyet-i Akvam’ın üçte iki çoğunluğunun uygun bulmaması halinde kaldırılacaktı.

Montreux Boğazlar Sözleşmesi  1956 yılına değin yürürlükte olacaktı. 1954 yılında taraflardan hiçbiri fesih istemezse Sözleşme kendiliğinden yürürlükten kalkacaktı.

Yürürlük süresi 1956’da sona erdiği halde, feshi istenmediği için Sözleşme günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.

………………..

‘’ 1923’teki Lausanne’a göre Boğazlar’da asker bulundurmak mümkün değildi. İhtilafın çözümü ve Boğazlar lehine uygulanması Türkiye’nin başkan olduğu bir komisyona aitti ve o yıllarda hatırat yazan asker, sivil birçok memurun da belirttiği gibi Boğazlar’ı korumak; köylü, çoban, işçi görünümlü, tebdil-i kıyafetle gezen askeri birliklerin göreviydi.’’ Prof Dr İlber Ortaylı böyle yazıyordu ( Milliyet 20 Temmuz 2014 ).

Montreux’ye katılan devletler içinde ABD yoktu. Zira Kongre, Lozan Antlaşması’nı da tasdik etmemişti. ABD bu nedenle Montreux’ye savaşan devlet olarak taraf olsa da sözleşmenin tartışma ve kabulünde ortada görünmemişti.

Tarihçi Ortaylı, Montreux’nün günümüz koşullarına uygun olmadığını ileri sürmektedir : ‘’Montreux rejimini değiştirecek hükümet gerçek anlamda cesur ve kişilikli bir politika uygularsa bu olur. Bir muhalefetle karşılaşılacağı gerçektir. Ama öte yanda 15 milyon İstanbul sakininin hayatı söz konusudur. Boğazlar rejimi sadece hayati tehlike arz ediyor. Bunun üzerindeki hukuki çıkmazları görüşmelerle çözümlemek hukukçuların ve diplomatların işidir. Ama galiba Montreux rejimi bir parça da inatla değiştirilmek durumundadır. ‘’

Tümgeneral Armağan Kuloğlu bu konuda şu görüşleri dillendirmektedir : ‘’ Montreux’nün delinmesi, Türkiye’nin egemenlik haklarının sorgulanması anlamına geliyor. ABD Montreux’yü zorluyor. Türkiye Cumhuriyeti varlığı, sınırları ve egemenliği Lausanne Antlaşması ile tespit ve tescil etmiştir. Bu Antlaşma’da Türk Boğazları üzerinde tam bir egemenlik sağlanamamış, uluslararası denetim ön planda tutulmuştur. Montreux Boğazlar Sözleşmesi ise Türkiye’nin Boğazlar üzerinde tam oluşmayan egemenliğini sağlayarak, TC’nin bağımsızlık ve egemenlik konusunu tescil eden bir kimlik taşımaktadır.’’

ABD, Kafkasya ve Orta Asya’da söz sahibi olmak amacıyla Karadeniz’de güç bulundurmak istemekte ve çeşitli olayları kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Son 5 yıl içinde bu konuda 3 kez girişimde bulunduğu görülmektedir ‘’ (Cumhuriyet. Strateji. Sayı : 218. 1 Eylül 2008 ).

ABD, Trabzon ‘da üs bölgesi isteme cür’etini kendisinde görebilmektedir. Çünkü ‘’Süper Devlet’’ tir; “Dünya Jandarması’’ dır.  Rusya’yı denetim altında tutmak için, eski SSCB’ni yeniden kurma peşindeki bu ülkenin  etkisini sınırlama amaçlı olarak  Karadeniz’de varlığını göstermek istemektedir.

ABD, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerdeki her olayı kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirmektedir. Gürcistan iç savaşında, insani yardım çerçevesinde ABD Donanması’na ait 2 adet 70 tonluk askeri hastane gemisi adı altında yardım gönderme isteğinde bulunmuştur.

Bu, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin ihlali anlamına gelmektedir.

Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalandığı günden bu yana hep gündemde kalmış; yoğun olarak tartışılmıştır. Aynı Lausanne gibi zafer mi, hezimet mi diyerek bin bir toplantıda, sempozyumda, kollokyumda Montreux de ele alınmış, irdelenmiş, eleştirilmiştir.

Prof Dr Hazal Pabuççular konuya uluslararası ilişkiler açısından bakmaktadır : ‘’ Türk dış politikasının en büyük başarılarından bir tanesidir. Bugün Cumhuriyet dönemine baktığımızda çok önemli bir anlaşma olduğunu düşünüyorum, bugün tartışılandan daha farklı olarak. Türkiye özellikle Ege’deki güvensizliğini öne sürerek Boğazlar Rejimi’ nin değişmesi gerektiğini savunuyor sürekli. Çünkü Türkiye o dönemde Batı Anadolu ve Trakya’ya asker yerleştirirken aynı şeyi Boğazlar’da yapamıyor. Çanakkale Bölgesi’ni silahlandıramıyor. Bu, Türkiye için çok önemli bir güvenlik açığı yaratıyor. Türkiye uluslararası kamuoyunda Adalar meselesini, İtalyan saldırganlığını, Akdeniz’deki değişen dengeleri Avrupa’da sürekli anlatarak Boğazlar Rejimi’ni değiştirmeyi başarıyor. Sonuç olarak Montreux Rejimi’ne sahip oluyor’’ (  Türkiye’nin 12 Ada’yla Sınavı. Atlas Tarih.Sayı 63. Mart-Nisan 2020. 82-97 ss.İstanbul).

Trakya’nın GD’sunda, İstanbul’un batısında Karadeniz’i Marmara Denizi’ne bağlayacak bir kanalın açılması, öngörülmeyecek sıkıntıları da beraberinde getirecek; ABD ve diğer güçlü endüstri ülkeleri Türkiye’yi zor durumda bırakacaklardır.

Çılgın Proje İstanbul Kanalı’nın pek değişik konularda sorunlar yaratacağı kesindir. En önemli konu ise ülkemizin güvenliğini tartışılır duruma getirmesidir. Devletimizin egemenlik haklarının kısıtlanmaması için ödün verilmemesi gerekir. Ülkemiz çıkarları her şeyin üzerindedir.

Kanal İstanbul ile İstanbul Boğazı ‘’by-pass’’ olarak devre dışı bırakılacak ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi maddeleri uygulanamaz duruma düşürülecektir. Bu konuda 100 yaşına yaklaşmış cumhuriyetimizin aydın, ileri görüşlü diplomatları, hariciyenin aydın beyinleri Kanal İstanbul’un yaratacağı sıkıntıları, ortaya çıkaracağı sonuçları etkili ve yetkili makamlara bildirmek zorundadırlar.

[1] Emekli Öğretim Üyesi