CED Sonbahar 2019


CED 2019 SONBAHAR FAALİYET RAPORU

A. II. ULUSLARARASI COĞRAFYA EĞİTİMİ KONGRESİ (03-05 Ekim 2019)

Uluslararası Coğrafya Eğitimi Kongresinin ikincisi 3-5 Ekim 2019 tarihlerinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü tarafından organize edilmiştir. “Güçlü Coğrafya Eğitimi, Güçlü Gelecek” temasıyla Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen İkinci Uluslararası Coğrafya Eğitimi Kongresi’nde bizde paydaşı olarak derneğimizin standını kurarak tanıtımlarda bulunduk. Hem yönetim kurulu hem de üyelerimizle birlikte yüksek bir katılım sağladığımız başarılı bir kongre geçirdik.

 

B. CED BULUT GÖZLEMCİLİĞİ VE BULUTLARI ANLAMAK KONFERANSI (17 Ekim 2019)

Coğrafya Eğitimi Derneği tarafından düzenlenen ve yoğun ilgi gören, Prof. Dr. Murat TÜRKEŞ’in katılımıyla “Bulut Gözlemciliği ve Bulutları Anlamak” başlıklı konferans 17 Ekim 2019/Perşembe günü saat 18.00de Türkan Saylan Kültür Merkezi(İZMİR)nde gerçekleştirilmiştir.

 

C. EGE ÜNİVERSİTESİ COĞRAFYA BÖLÜMÜ ÖĞRENCİLERİ gençCED TANITIM GÜNLERİ (11 ve 13 Aralık 2019)

Coğrafya Eğitimi Derneği tarafından kurulan ve Türkiye’de bir ilk olma özelliği taşıyan gençCED oluşumu ile ilgili Ege Üniversitesi’nde Coğrafya Bölümünün işbirliğiyle beraber tanıtımlar gerçekleştirdik.

Yeraltı Barajı


YERALTI BARAJI

Ömer GÜNER[1]

 Giriş

İnsanın en zaruri ihtiyacı hiç şüphesiz ki sudur. Kişi parfümsüz, telefonsuz, elektriksiz yaşayabilir fakat susuz yaşayamaz. İnsan bedeninin yaklaşık %60-70’i sudur ve oksijenden sonra onu hayatta tutan maddedir. Suyun içilerek tüketilmesi dışında temizlikte, tarımda, sanayide vs. birçok alanda kullanılır. Öyle ki elimizde sürekli bulundurduğumuz ve su nedeniyle bozulan telefonlarımızın üretilmesinde 13 ton kadar su harcanmıştır (Url-1). Suyun bu kadar geniş faaliyette kullanılıyor olması, küresel ısınma ve ortam kirlenmesi ile beraber suyun geleceğinin belirsizleşmesi, su yönetimi kavramını ortaya çıkarmıştır. Malum ki dünyamız mavi gezegen olsa da, içilebilir halde tatlı su oranı toplam su oranının %1’i dahi değildir. Bununla birlikte büyüyen şehirlerin, organize sanayi bölgelerinin daimi ve kesintisiz su ihtiyacı vardır ve bunların karşılanması için suyun bir alanda depolanması gerekir. Bundan ötürü ki büyük yüzey barajları inşa edilmiştir. Ancak yüzey barajları doğrudan güneş radyasyonuna maruz kalmasından dolayı rezervuar alanındaki su, buharlaşma ile kaybolmaktadır. Yerüstü barajları dış kirletici unsurlara doğrudan açık olması, su kalitesinin hızlı bozulma riskini arttırmaktadır. Ayrıca çoğu yüzey barajı bir miktar toprak yüzeyini sular altında bırakır, bu çoğunlukla tarım arazisi kaybıyla ve yerleşme yeri değişikliği ile sonuçlanır.

Yüzey barajlarının bu olumsuz etkilerine karşın yeraltı barajları inşaları dünyada görülmeye başlanmıştır. Yeraltı barajları: akifer içinde belli bir eğim doğrultusunda akış halindeki yeraltı suyunun önünün bir set ile kapatılmasıyla inşa edilirler (Ishıda, 2011). Yeraltı barajı 20. yüzyılın sonlarında popüler ve yaygın olmaya başlamıştır. Avrupa ülkelerinden Almanya, Fransa ve İtalya’da yeraltı suyunu depolamak amacıyla yeraltı barajları inşa edilmiştir (Apaydın, 2014). Ayrıca, yeraltı suyu geliştirmek amacıyla Avusturya ve Yunanistan’da; deniz suyu girişimini engellemek amacıyla Yugoslavya’da yeraltı barajları inşa edilmiştir (Norman 1971 akt. Apaydın 2014). Yeraltı barajları, yüzey barajlarının doğurduğu olumsuz etkileri meydana getirmez. Zira yeraltı barajları arz yüzeyinin altındadır ve buharlaşma nedeniyle su kaybı hiç yoktur. Barajın yapılmasından ötürü herhangi bir yerey su altında kalmamıştır; tarım arazisi kaybı yaşanmamıştır. Suyun doğal akiferinde depolanması dış kirleticilerden etkilenmesini azaltmakta, ayrıca akiferdeki alüvyonlar doğal süzgeç görevi görmektedir. Dünyada Hindistan, Japonya, Güney Afrika Cumhuriyeti, Brezilya ve Orta Afrika’daki bazı ülkelerde bu barajların sayısı daha fazladır. Bilhassa kurak – yarı kurak bölgelerde, kurak mevsimde yüzey sularının azalması bu barajlara talebi arttırmıştır. Kuyu suyuna göre daha istikrarlı (sürdürülebilir kullanım ile) olan yeraltı barajları Türkiye’de inşa edilmiştir.

  1. Yeraltı Barajı Nedir ve Nasıl İnşa Edilir?

Yeraltı barajı, doğal bir akiferde veya yapay bir akifer içerisinde hareket eden yeraltı suyunun önüne bir set inşa etmek suretiyle, set gerisindeki akiferde su depolanan yapılardır. Yeraltı barajları iki tür yapı şekliyle karşımıza çıkar.

Birincisi: doğal bir akifer içerisinde akış halindeki yeraltı suyunun set ile önünün kesilmesiyle inşa edilirler.

Şekil 1. Vadi Alüvyonlarında İnşa Edilen Yeraltı Barajının Kesiti (Santos & Frangipani 1978, akt. Apaydın, 2014).

Bu türde inşa edilen yeraltı barajları için, kalınlığı 10-15 m arasında alüvyonla örtülü vadiler aranır. Ardından barajın inşa edilebilmesi için, yeterli yayılıma sahip, alttan ve yanlardan geçirimsiz formasyonlarla sınırlı, depolama ve hidrolik iletkenlik katsayısı yüksek akifer, tercihen akiferin kesit alanının küçüldüğü dar bir boğaz bulunmalıdır (Apaydın, 2014, 2009).  Eğer barajın rezervuarında ihtiyaca cevap veren hacimde su tutuluyor ise yeraltı suyunun akış yönüne, geçirimsiz formasyona oturan bir set yapılır (Şekil 1). Bu set beton, kauçuk, sıkıştırılmış kil gibi farklı maddelerden inşa edilebilir. Bu teknik çoğunlukla akarsu vadilerinde, alüvyon akiferlere uygulanır. Bunun dışında dünyada, kalker arazilerinin yaygın olduğu sahalarda, kaya akiferler içerisine de yeraltı barajı inşa edilebilmektedir. Kireçtaşı arazilerinin hidrolojisi oldukça karmaşık olduğundan bu sahalarda yeraltı barajı için yer-rezervuar-etüt çalışmaları zordur. Lakin kaya akiferlerde daha fazla su depolanmaktadır. Örneğin Japonya’nın Miyakojima (Miyako) adasında inşa edilmiş Fukusato Yeraltı barajı, 10 milyon metreküplük rezervuar hacmine sahiptir. Bugün Samsun şehrinin su ihtiyacını karşılayan Çakmak barajının rezervuar hacmi Fukusato yeraltı barajına yakındır.    

Bir diğer yeraltı barajı türü, tersip bendi ile su depolamaktır. Tersip bentlerini erozyon kontrol çalışmalarında duymuşuzdur. Yüksek eğimli vadide akan veya yarıntı erozyonuna ulaşan kanallarda, suyun akış hızının azaltılması için bu yapılar inşa edilir.

Şekil 2. Tersip Bendi Yeraltı Barajı Kesiti (Apaydın, 2014).

Bir tersip bendi yapıldığında, zamanla bendin gerisinde (memba tarafta) erozyonla taşınan alüvyon birikir. Alüvyonun birikmesi aynı zamanda, yeraltı suyunun bulunduğu akiferinde büyümesi (rezervuar artışı) demektir (Şekil 2.) Bu tür yeraltı barajlarında inşa edilen bendin, geçirimsiz zemine oturması diye bir şart yoktur. Bu barajlarda depolanan su hacmi düşüktür ve küçük köylerin su ihtiyacını karşılayacak niteliktedir. Örneğin Afrika kıtasının özellikle orta ve doğu bölgesindeki kurak-yarı kurak ülkelerinde (Kenya, Tanzanya, Somali gibi) küçük ölçekli yerleşimlerin içme-kullanma suyu ve kısmen de sulama suyu çoğunlukla tersip bendi barajlarından karşılanır (Apaydın, 2014).

SONUÇ

  1. yy.‘da en çok konuşulan konu iklim değişikliği ile beraber su kaynaklarının azalmasıdır. Yağışların şiddetli sağanak karakterine dönüşmesi ve şehirleşme, yağan suyun yüzey barajlarında depolanma miktarını azaltmaktadır. Ayrıca doğal ortamın kirlenmesi de temiz suya erişimi zora sokmaktadır. Ortalama sıcaklıkların artması, yerüstü barajlarda rezervuardaki su kaybını hızlandırmaktadır. Bunlara çözüm olarak yeraltı barajları inşa edilebilir. Türkiye’de 1984 yılından beri ülkenin çeşitli bölgelerinde yeraltı barajları inşa edilmiştir. Bunlara örnek olarak Ankara/Elmadağ – Kargalı Yeraltı Barajı, Çorum İskilip Yeraltı Barajı, Kırıkkale Yahşihan Yeraltı Barajı, Ankara Malıboğazı Yeraltı barajı verilebilir. Bu barajlar ilçe şehir merkezlerine su sağlamaktadır. İç Anadolu Bölgesi’nde şehrin su hizmetlerinden uzak köylerine yeraltı barajları -bilhassa tersip bendi yeraltı barajı- inşa edilerek su problemleri azaltılabilir.

Türkiye’de örnek verdiğimiz bu barajlar çoğunlukla vadi alüvyonları içerisine inşa edilmiştir. Yalnız Türkiye arazisine baktığımızda, ülkemizin güney kıyıları kireçtaşı kayalarından yapılmıştır ve bu kayalar içerisindeki akiferlerden Akdeniz’e, milyon metreküplerce su boşa akmaktadır. Doğu Karadeniz Dağlarından sonra en çok yağışın düştüğü Toroslarda, kaya akiferler içindeki yeraltı suları, yeraltı barajları inşa edilerek içme suyu kaynağına dönüştürülebilir. Her ne kadar ülkemizde yapısal süreksizlikler yaygın olsa da sonuçta kazanılacak ‘Su’dur ve değeri ölçülemez. Yeraltı barajlarının etüt işleri pahalı olsa da işletilmesi – eğer yer çekimi ile su sağlanacaksa – yerüstü barajlara göre ucuzdur. Yeraltı barajları kıyı kesimlerde aynı zamanda deniz suyunun tatlı suya karışımını önlediğinden gerek ülke kıyılarındaki delta ovalarının yeraltı suları gerekse de yüksek kıyılardaki akiferler, tuzlu deniz suyundan arındırılabilir. Buna örnek çalışma Türkiye’de İzmir’in Ildır sahilinde yapılmıştır ve bu tip çalışmaların sayılarının artması sağlanabilir.

Kaynakça

Apaydın, A. Yer Seçiminden İşletmeye Yeraltı Barajları, DSİ Yayınları, 2014.

Apaydın, A., Demirci Aktaş, S., Kaya, S. Orta Anadolu Bölgesinde Kuraklıkla Mücadelede Alternatif Öneri: Yeraltı Barajları. İklim Değişikliği Ve Çevre, 2 (1), 13-25 Mart 2014.

Ishıda, S., Tsuchıhara, T., Yoshımoto, S., Imaızumı M. Sustainable Use of Groundwater with Underground Dams, JARQ 45 (1), 51 – 61, January 2011.  

Url-1: https://blueandgreentomorrow.com/environment/report-single-smartphone-requires-13-tonnes-of-water-to-produce/

[1] Coğrafya Öğretmeni

Buz ve Ateş Ülkesi İzlanda


BUZ VE ATEŞ ÜLKESİ İZLANDA

Mustafa ANDIÇ[1]

Uçağımız daha başkent Reykjavik’e indiğinde büyüleyici ülke bu niteliğinden küçük bir bukle göstermişti bile. Uçak yolcularını almaya gelen otobüslerin dış cephelerini kaplayan kocaman, buzullar, volkanlar, şelaleler, kuşlar, balina ve bilumum coğrafi güzellikler daha o anda hepimizi sıra dışı bir coğrafyada olduğumuz konusunda ikna etmeye yetmişti. Yorgunluğumuzu unutup bir an önce bu sıra dışı güzelliklerin içine dalmak istiyorduk. Nitekim geç vakit olmasına rağmen otelimize değil doğrudan Blue Lagon’a gittik. Yer altından çıkan jeotermal sular içindeki minerallerden dolayı buz mavisi rengine bürünmesinin ötesinde; dışarıda sıcaklık 5-6 derece iken, yüzlerce insan sıcacık suların keyfini çıkarıyordu. Üzerimize yağan hafif yağmura bile aldırış etmeden bu sıra dışı coğrafi olayın keyfini çıkardık. Bütün yorgunluğumuzu unutup, tamamen gevşemiş bir halde otelimizin yolunu tuttuk. Hepi topu 330 bin nüfuslu ülkenin yarısından fazlasının yaşadığı Reykjavik’te bir gece yatıp, ülkenin altını üstüne getirmek için ertesi sabah kuzeye doğru yola koyulduk.

Fotoğraf 1: Avrupa’nın en büyük buzulları İzlanda’da bulunuyor.

 103 bin km2 olan bu küçük ülke, Türkiye’nin 1/8’i kadar yer kaplıyor. 64 derece kuzey enlemleri ile kutup kuşağında yer alıyor. Kuzey Atlantik Kıstağı dediğimiz büyük fay hattı ülkenin güneyinden kuzeyine doğru adeta ülkeyi ikiye bölüyor. Bu kırığın batısındaki topraklar Kuzey Amerika, doğusunda kalan topraklar ise Avrasya topraklarının jeolojik özelliklerini taşıyor. Hafif yağmurlu bir havada ülkenin kuzeyinde bulunan en büyük şehir Akureyri’ye doğru giderken bol miktarda coğrafi olay ve sıra dışı yer şekillerine rastlıyoruz. Önce Hvalfyord Fiyordunu geçiyoruz. Devamında buzulların içindeki volkanik alanlardan çıkan lavların suları eriterek dere yatağına taşıdığı ve buradaki bazalt taşlarının arasından akan Hraunfossar Şelalesini ve İzlanda’nın en büyük sıcak su kaynaklarının bulunduğu Deildarthung’a ulaştık. Tabiat öylesine büyüleyici ki; hafif kırmızı renge bürünmüş bitkilerle dolu vadilerden geçerken dört bir tarafta dumanlar yükseliyordu. Bu dumanlar yer altında çıkan sıcak suların soğuk havayla temas etmesi sonucu göğe doğru yükseliyor ve bizlere görsel bir şölen sunuyordu adeta. Yine yol boyunca Moğolistan’dan başka hiçbir ülkede göremediğim sayıda atlar vardı. Bu ülkeye özgü biraz daha kısa boylu ama oldukça güçlü olduğu belli olan atlar sürüler halinde vadiler boyunca otluyorlardı. Buradaki atlar tüm dünyada özellikle kendilerine has yürüme şekilleriyle farklı bir nitelik taşıyorlar. Ülkede her üç kişiye bir at düşüyor. Bu küçücük ülkede 100 binden fazla at bulunuyor. Hem eti yeniyor, hem de ihraç ediliyor.

Glaumbaer bölgesinde 9. yüzyıldan kalma tarihi çim evlerinde insanların bir milenyum önce nasıl yerlerde barındıkları ve nasıl hayatta kaldıklarıyla ilgili güzel bir müzeyi geziyoruz.  Burada kucağında çocuk olan bir heykel bulunuyor. Bu heykel Amerika kıtasında doğan ilk Avrupalı beyaz çocuğun doğumunu simgeliyor. (Yani aslında Vikingler İspanyollardan 500 yıl önce Amerika’yı çoktan keşfetmişler). Akşama doğru iki küçük köyün zamanla birleşmesiyle oluşan Akureyri kasabasına vardık. Kasaba dediysem de bu ülkenin şartlarına gire kuzeydeki en büyük şehir burası.

Otelimize gidip yerleşiyorduk ki resepsiyondaki görevli bizleri heyecanlandıran haberi verdi. “Oooo çok şanlısınız, bu gün hava açık ve güzel; 176 gün sonra şansınız yaver giderse bu gece yarsında Kuzey ışıklarını görebilirsiniz”. İşin doğrusu bu programı yaparken kuzey ışıklarını göreceğimiz konusunda pek de bir umudum yoktu.  Heyecanla hemen odalarımıza yerleşip, şehre indik ve çabucak yemeğimizi yiyip tekrar şehrin dışında bir tepede bulunan otelimize döndük. Gerçekten de gece yarısına doğru pırıl pırıl olan havada yavaş yavaş Kuzey Işıkları (Aurora Borealis) gözükmeye başladı. Önce gri bir hat olarak uzun ve geniş lazer ışıkları şeklinde görülmeye başladı. Ardından ufuk çizgisi üzerinde gri ile yeşil karışımı renkler belirmeye başladı. Kutuplarda yer çekimi daha fazla olduğu için yerin manyetik alanı ile güneşten kopan parçacıkların etkileşimi ile oluşan bu coğrafi olaya denk gelmek çok büyük bir şanstı. Bu arada filmlerde gördüğümüz kuzey ışıkları hareketlerinin de çoğunun hızlı çekimle renk armonisine dönüştüğünü anlamış olduk.

Fotoğraf 2: Kuzey Işıkları’nın dünyada en iyi görüldüğü yerlerden biri İzlanda…

Gezimizin üçüncü gününü tam gün Akureyri’nin çevresine ayırdık. Önce Tanrıların şelalesi anlamına gelen “Godafoss Şelalesi”ni gezdik. Çok çeşitli kuş türleriyle ünlü olan Myvatn Gölü kıyısında çeşitli kuş, ördek ve yaban kazlarını görme imkânı bulduk. Bu arada dağlık bölgelerdeki buzullardan inen gümüş renkli berrak sularda yabanıl somon balığı avlayanların bir günlük av için 2000 Euro ödemeleri gerektiğini şaşarak dinledik. İzlanda’da öylesine güzel ve temiz dereler var ki, bunlardan hepsine ağzınızı dayayıp kana kana içebilirsiniz. Şehirdeki şebekeler dâhil tüm sular içilebiliyor. (Şişe suyunun 3Avro olduğunu düşünürseniz, bu durum zaten birazda kaçınılmaz oluyor.)  Labirenti andıran ve ilginç bir film platosuna benzeyen Dimmuborgir lav atıklarıyla oluşmuş kaya yığıntılarını gördük. Günün en keyifli anları hiç şüphesiz çok soğuk ve yağmurlu havada Namskard bölgesine gidip sıcak su tesislerinde açık hava havuzlarına girmekti. (öyle ya; çok soğuk havada üşümemek için soyunup açık havada sulara dalacak kaç tane yer var dünyada?). Soğuk ve yağmurlu havaların bir başka keyifli tarafı ise sıcacık bir mola yerine varıp, doğal çimenlerle beslenen hayvanların etinden yapılmış “İslandic lamb Soup” dedikleri sebze karışımlı çorbasından içmek oluyor. Yine bu bölgede bulunan yeşil renkli güzel bir kaldera gölü oldukça görkemliydi. Gezdiğimiz bölge ülkeyi jeolojik olarak ikiye ayıran bir fay hattı üzerinde çok sayıda jeotermal santral yer alıyordu. Fay kırıklıklarının devasa kaya bloklarını uzun bir hat boyunca nasıl ikiye ayırdığını net bir şekilde görebiliyorduk. Öyle ya; Dünya’nın en yeni volkanik hareketleri, dünyanın bu en yeni adasında vuku buluyordu. Adadaki çoğu yeryüzü şekli sadece son bin yılda oluşmuştu. Coğrafya dersinde jeoloji ile ilgili öğrendiğimiz tüm teorik bilgilerin adeta uygulama sahasıydı bu günkü tanık olduğumuz görseller. Buradaki coğrafya öğretmenleri çok şanslı olsa gerek. Bizim öğrencilerin kafasında canlandıramadığı tüm coğrafi şekilleri buradaki çocuklar birebir görüp yaşıyorlar.

İzlanda gezimizin 5.gününde rotamızı ilk olarak Avrupa’nın en meşhur balina turu yeri olan Husavik’e çevirdik ve Gulfstream Sıcak sularını takip ederek Meksika körfezinden 7 bin km boyunca balık sürülerini takip ederek gelen balinaları görme imkânı bulduk. Deniz yağmurlu, dalgalı ve soğuk olmasına rağmen çok keyifliydi. Gulfstream’den gelen sıcak sularla Grönland’ın kuzey doğusundan gelen soğuk suların karşılaştığı yerlerde bol miktarda deniz canlısı bulunduğu için İzlanda kıyıları dünyanın en zengin balık çeşitlerini barındırma imkânı bulunduruyor.   Bu nedenle öğle yemeğimiz doğal olarak deniz ürünlerinden oluşan menüydü. Bu deniz ürünleri aynı zamanda adayı birçok balıkçıl kuşlarında önemli duraklarından bir haline getiriyor. Bu kuşların en önemlisi “Puffin” denilen, gagaları siyah ve turuncu renkli kuşlar. Ada’nın kuzeyinde ve güneyindeki adalarda milyonlarcası koloni halinde yaşarken son baharda yetişkinlerin tamamı kıta Avrupa’sının kuzey Batı kıyılarına göç ediyorlar. Yolumuzun üzerinde bulunan Dettifoss Şelalesi, yağmurda 800 metre yürümemize rağmen muhteşemdi. Wictoria ve İguazu’dan sonra sanırım dünyada gördüğüm en güzel şelaleydi. Hemen yukarı tarafta bir şelale daha olmasına rağmen yağmurdan dolayı aracımıza dönüp yolumuza devam ederek Egilsstadir kasabasına ulaştık.  Göl kıyısında şirin bir otele yerleştik. Otel dediysem de aslında konakladığımız bu mekân bir otel değil bildiğimiz bir okul. Evet evet bir okul. Bu ülkede turizm sezonunda okulları tatil edip sınıfları otel odasına çeviriyorlar ve okullar açıldığı zamanda otel odaları tekrar kendi işlevine yani sınıflara çevriliyor. Nüfus çok az olduğu için sınıflar kalabalık olmuyor. Bu nedenle standart bir otel odası rahatlıkla bir sınıfa dönüştürülebiliyor. Zaten ülkenin hemen tamamı milli park statüsünde olduğu için yapılaşmaya pek izin vermedikleri gibi her türlü yapı ve üründen olabildiğince çok amaçlı yararlanıyorlar. 

Fotoğraf 3: İzlanda’nın sembolü olan puffin kuşu.

Sonraki durağımız adanın doğusu oluyor.  Bu kıyılar Norveç kadar dik olmasa da çok fazla kara içlerine kadar giren fiyord kıyılarından oluşuyor. Bir yüz yıl önce burada kurulan bir Fransız kasabası halen varlığını sürdürüyor. Doğu kıyıları önemli bir alüminyum tesisi ve jeotermal santrali ile meşhur bir yer. Ülke dünya alüminyum üretiminin yarısını karşılıyor. Bu bölgede yapımı planlanan bazı projeler ise 2008 de yaşanan ve birçok bankanın iflas ettiği büyük ekonomik kriz nedeniyle askıya alınmış. Bu krizde ve insanlar gelirinin yarısını kaybetmiş. (Kişi başına düşen milli gelir o yıl 78 bin dolardan 50 bin dolara düşmüş.)  Neyse ki ülke kısa sürede yeniden toparlanıp gelirini kişi başına yıllık 70 bin doların üzerine çıkararak insani gelişim raporlarına göre dünyanın en müreffeh ülkesi olma özelliğini yeniden yakalamış. Bol miktarda fiyord, ufak tefek şelaleler görerek. (Bu ufak tefek dediğimiz şelaleler bile Türkiye’nin en büyük şelalelerinden daha görkemliydi). Bu günün en önemli durağı 94 yaşında olup da 17 yaşından bu yana ülkenin dört bir yanından topladığı çeşitli taş minerallerinden oluşan güzel bir koleksiyon hazırlayan Mrs Petras’ Mineral Müzesi oldu. Özellikle her türlü volkanik taşlardan oluşan çok zengin  jeolojik numuneler vardı. Keskin ve sarp yamaçlı üzerleri yosunlarla dolu yem yeşil dağ manzaraları arasında, doğunun en önemli deniz fenerini görüp istakozlarıyla ünlü Höfn kentine ulaştık. Yine kış mevsiminde okul yaz mevsiminde otel olan mekânımız oldukça güzeldi. İzlandalılar her şeyden en uygun şekilde  yararlanmayı biliyorlar. Güney kıyıları boyunca batıya doğru bir süre gittikten sonra nihayet Dünya’daki son buzul çağının son büyük kütlesinin bulunduğu Vatnajokul buzuluna ulaştık. Avrupa’nın en büyük buzulu olan Vatnajokul; Skaftafel Ulusal Parkı’nın içinde bulunuyor. Bu buzul ülke yüzölçümünün % 8 ini barındırıyor. Son 10 bin yılda dünyada buzul çağı sona ererken İzlanda’da tıpkı İskandinavya’nın kuzeyinde olduğu gibi günümüzde de buzul çağını yaşayan en büyük bölge. Nihayet bu buzulların arasından akan Morenlerden birinin önünde oluşmuş Jökülsarlon Buzul Gölü’nün önünde duruyoruz. Buradan hem karada hem suda gidebilen özel araçlarımıza binip bir süre karadan ilerledikten sonra buzlu sulara dalış yapıyoruz. Kütlelerinin çoğunluğu suların içine gömülmüş olan buz parçalarının arasından bir süre ilerliyoruz. Bu deneyim gerçekten sıra dışı. Zira Patangonya’nın en büyük ve güzel buzulu olan Perito Moreno çok ihtişamlıydı ancak apartman büyüklüğündeki bu hareketli buzulların arasında dolaşmak sıra dışı bir deneyimdi. Batıya doğru dört beş saat yol almamıza rağmen buzulun değişik kollarıyla hep karşılaşmaya devam ettik. Sonrasında lav akıntılarının kıyı düzlüklerine bıraktığı kül tabakalar ve bazalt örtüleri arasından devam edip akşama Vik kentine ulaştık. Bu bölge siyah kum plajlarıyla, dolomit kaya sütunları ve kıyı bloklarıyla ünlü.  Ardından Skogar Müzesi’ni ziyaret ettik. Yerel halk ve İzlanda tarihi ile ilgili detaylı bilgiler içeren müze aynı zamanda insan yaşamının gereksinimleriyle doğal afetlerden kurtarma gereçleri sergileniyor. Okullarda acil arama kurtarmayla ilgili müfredatlar uygulanıyor. Yerel yönetimler herkesi bir kurtarma timine kaydetmişler, kısa sürede nasıl organize olup olay mahaline gidecek yöntemleri ve bununla ilgili daha önce yaşanmış hadiselerden örnekler veriliyor. Ülkedeki en büyük doğal felaketlerden biri Mayıs 2010 yılındaki volkanik patlamayla oluşmuş, milyonlarca metreküp duman tüm Avrupa’nın hava sahasını kapatmış ve on binlerce uçak seferi bir hafta boyunca yapılamamıştı.  Skogarfoss Şelalesi ise 80 metre ile ülkenin en yüksek şelalesi. Ancak, bütün İzlanda turumuzun en güzel şelalesi hiç kuşkusuz Gullfoss Şelalesi idi.

Bu uzun ve dolu dolu geçen günümüzün en güzel anı ise hiç kuşkusuz ülkenin simgesel coğrafi niteliklerinden birini oluşturan gayzerlerdi. Yer altındaki kırıklı kütlelerin arasından basıncın etkisiyle sıkışan suların her 5-6 dakikada bir 15-20 metre yükseğe fışkırmasıyla oluşan su ve buhar kütlesi, bizi kendisine hayran bırakmaya yetti.

Fotoğraf 4: Gayzer, İzlanda’nın simgesi sayılan doğal güzelliği…

Günün sonunda ise Kuzey Atlantik Fay hattının tam ortasında bulunan Thingvellir Milli Parkı’nı ziyaret ettik. Fay kırığı her yıl 2.5 cm ülkeyi ikiye bölüyor. Bu bölge aynı zamanda dünyanın ilk parlamentosunun toplandığı yer. Her ne kadar biz Magna Carta (1215)’i demokrasinin ilk örneği olarak bilsek de 11. yüzyılda İzlanda’da parlamentonun bulunduğunun belgeleriyle kanıtlanmış olması çok önemliydi.

Fotoğraf 5: İzlanda’yı ikiye bölen, Kuzey Amerika ve Avrasya levhaları sınırı.

İzlanda’da her 10 dakikada bir tüm mevsimleri yaşama imkânınız oluyor. Hava bir sıcak, bir soğuk, bir yağmurlu, bir rüzgârlı, ne isterseniz var. Burayı gördükten sonra bir daha “İstanbul’un havasına güven olmaz” sözümü geri almaya karar verdim.

Bir hafta dopdolu geçen gezimizin ardından İzlanda hepimizde derin izler bıraktı. Dünya’da eşi benzeri olmayan tüm coğrafi oluşumlar ve doğal güzelliklerin hepsinden örnekler sunan bu muhteşem ülke sizleri çağırıyor.

[1] Coğrafya Öğretmeni

mustafa.andic@hotmail.com

Bizim Jules Verne


BİZİM JULES VERNE

Murat HASER[1]

Jules Verne (1828 – 1905), dünyanın farklı coğrafyalarında, tüm kıtalarda, kutuplarda, nehirlerde, denizlerde, denizlerin altında, gökyüzünde, yeraltında ve hatta uzayın derinliklerinde macera peşinde koşan kahramanları, bilgiye ve bilime değer verilen kurguları, geleceğe yönelik öngörüleri ve daha da ötesi bu öngörülerin bazılarının gerçekleşmesiyle ünlenmiş bir yazardır.

Keşifler, buluşlar ve gelecek, Jules Verne ile o kadar özdeşleşmiştir ki, ölümünden sonra bulunan el yazmaları değerlendirilerek yayımlanan ‘yeni’ romanlarıyla, kendi geleceğinde aktif bir yazar olarak anılma şansına da erişmiştir.[1]

Yeteneği, geleceğe dair öngörüler içeren romanlarındaki konuları ilk yazan olmaktan çok, en etkili yazan olmaktır. Örneğin, yüzyıllardır edebiyat sahnesinde olan Ay yolculuğu konusu açıldığında ilk akla gelen ne önce ne de sonra yazılanlar değil, onun yazdıklarıdır.[2] İlk denizaltıya onun eserindeki meşhur denizaltı Nautilus’un adı verilmiş, uzay yolculuklarında onun eserindeki Columbiad’dan esinlenerek isimlendirilen Columbia modülü kullanılmıştır.

İlk yayımlandığı dönemlerde eserlerini okuyunca “Nasıl olur?” diye düşünen, merakı tetiklenen, araştırma isteği uyanan ve yaratıcılığa yönlendirilen nesiller hem onun öngörülerinin bazılarını gerçekleştirmiş hem de farklı birçok alanda bilimsel ve teknolojik gelişmeleri sağlamıştır.

Aslında daha öncesinde sanatın çeşitli alanlarında ürettiği eserler olmasına rağmen, “bildiğimiz” Jules Verne olma yoluna onu sokan 1863’te yayımlanan “Balonla Beş Hafta” adlı eseridir. Bizim kültürümüze ve coğrafyamıza girişi ise 1875’te olmuş ve o günden beri de yerini hep korumuştur.

Bu yazı, bu büyük yazarın kültürümüzdeki yerine dair bilgiler içeriyor. Ancak doğal olarak olası her bilgiyi kapsama iddiasında değildir, zira sizi meraklandırıp daha fazlasına ulaşmanızı sağlamak asıl amaçtır.

Osmanlı ve Cumhuriyet Döneminde Jules Verne…

Jules Verne eserlerinin bazıları önce Musee des Families ve Magasin d’Education et de Recreation gibi Fransa’da dönemin düzenli yayımlanan dergilerinde tefrikalar halinde, sonrasında da bir ömür anlaşma yaptığı yayıncısı Jules Hetzel tarafından Collection Hetzel çatısı altında kitap olarak yayımlanmıştır.

Osmanlı dönemi için de benzer yayımlanma süreci gerçekleşmiştir. Özellikle Servet-i Fünun başta olmak üzere İrtika, Sabah, Umran, Servet, Varlık, Tercuman-ı Hakikat, Çocuklara Mahsus Gazete gibi dergilerde çeşitli eserlerinin tefrikaları ve sonrasında da kitapları yayımlanmıştır.

Görsel 1: Arap Alfabesi ile Osmanlı Devleti’nde basılan Arzdan Kamere Seyahat kitap kapağı

Osmanlı dönemindeki ilk çevirinin, çevirmeni bilinmemekle birlikte, Yahya Efendi Matbaası’nda basılarak H.1292’de (~M.1875) yayımlanan “Seksen Günde Devri Alem [3] eseri olduğu bilinmektedir. “Bilinen ve Bilinmeyen Dünyalar” serisinin yazarının coğrafyamıza girişinin de bu şekilde bilinen ve bilinmeyen parçaları olması güzel bir tesadüf olsa gerek. Bu eser daha sonra Ahmed İhsan [Tokgöz] tarafından Umran [4] dergisinde tefrikalar halinde çevrilerek yayımlanmaya başlamıştır. Ancak o dönemde basına gelen sansür ve dergilerin kapatılmasından etkilenerek tefrikalar yarım kalmıştır. Bunun üzerine Ahmet İhsan [Tokgöz] çevirisini tamamlayarak önce H.1306’da (~M.1889) [5] ve sonra da H.1313’de (~M.1895) [6]  iki baskı halinde kitap olarak yayımlamıştır.

Görsel 2: Ahmed İhsan Toksöz, Servet-i Fünun Dergisi ve Jules Verne Arap alfabeli çevirileri.

Osmanlı döneminde yayımlanan son Jules Verne çevirisi ise H.1331 (M.~1915) tarihli “İnatçı Kahraman Ağa [7] eseridir. Türk alfabesiyle çevirisi yayımlanan ilk eser olma özelliği de yine 1930’daki çeviriyle “İnatçı Kahraman Ağa” eserindedir.[8] Orijinal ilk basımı 1883’te yayımlanan ve Osmanlı coğrafyasında geçen en önemli Jules Verne eseri olan “Keraban-le-Tetu”, romanın geçtiği coğrafyada geç keşfedilen ancak sonradan fazlasıyla sahiplenilerek, çevirilerinin yanısıra günümüzde üzerine çokça makale de yazılan bir eserdir.

Tefrika yerine kitap formunun tercih edildiği Cumhuriyet dönemindeki ilk Jules Verne çevirisi ise, aynı zamanda Kasım 1928 harf devrimi öncesi Osmanlıca basılan tek eser olan 1927 tarihli “Aya Seyahat [9] ‘tir.

Görsel 3: Cumhuriyet Dönemi ilk baskı, Aya Seyahat. (Arap alfabesiyle)

Görsel 4: Yeni Türk Alfabesiyle basılan ilk Jules Verne çevirisi, İnatçı Kahraman Ağa.

Cumhuriyet dönemi yayınlarında ise eserler artık doğrudan kitap olarak yayımlanmıştır. Ancak, Yeni Tarih Dergisi’nin Ocak 1957 tarihli ilk sayısından itibaren 11 sayı boyunca tefrikalarını yayımladığı “Dünya Keşif Seyahatleri[10] başlıklı tefrikalar istisnadır.

Yaşadığımız coğrafyada Jules Verne çevirileri sadece Osmanlı ve Türkçe alfabeleriyle değil, 19. yüzyıl sonlarında dört kitabı kapsayacak şekilde “Ermeni harfli Türkçe” olarak da basılmıştır.

Günümüzde ise pek çok yayınevi tam metin veya kısaltılmış çeviriler yayımlamakta, bazı çevirilerde eserlerin orijinalinde kullanılan gravürler kullanılmakta, kimi kitaplar dünyanın sayılı Jules Verne otoritelerinin önsöz ve kritikleriyle edebi değeri arttırılarak yayımlanmaktadır.

Cumhuriyet Dönemi Jules Verne Serileri…

Osmanlı döneminde Ahmed İhsan [Tokgöz] tarafından pek çok Jules Verne eseri çevrilmişse de dilimizde Jules Verne’e adanmış en kapsamlı seri İnkılap (1962 sonrasında “İnkılap ve Aka”) Kitabevi tarafından yayımlanan ve çevirilerini Ferid Namık Hansoy ’un gerçekleştirdiği “Jules Verne Eserleri Kolleksiyonu” serisidir. 1942’de yayımlanmaya başlayan ve 70 ciltle tamamlanan seri, Ferid Namık Hansoy ‘u dünyanın sayılı Jules Verne çevirmenlerinden biri haline getirmiştir.

Dilimizdeki en kapsamlı ikinci Jules Verne serisi ise İthaki Yayınları tarafından yayımlanan ve 46 ciltten oluşan “Jules Verne Kitaplığı” serisidir. Ancak seri bu 46 cilt ile sınırlı olmayıp, 4 önemli eserin çevirisinin ve kapsamlı bir önsözün birleştirildiği yazara saygı baskısı olan “Düşlerin Efendisi[11], Jules Verne Öykü Ödülleri yarışmasının dereceye giren öykülerinin yer aldığı “Hayalgücünün Merkezine Seyahat[12] ve Volker Dehs’in yazmış olduğu “Jules Verne[13] isimli biyografiyi de içermektedir.

Günümüzde yayımlanmaya devam eden Alfa Yayınevi’nin “Olağanüstü Yolculuklar” serisi ise yeni eserlerin çevirileriyle büyüyerek yayımlanmaya devam etmektedir.[14]

Elma Yayınevi tarafından “Türkçede Yayımlanmamış Eserleri” adıyla yayımlanan seri ise yazarın genelde tek kitap olarak dilimize çevrilmeyen pek çok öyküsünü bir arada okuma imkânı vermektedir.[15]

Bunların dışında kısaltılmış çevirilerden oluşan, çocuk ve gençlere yönelik Jules Verne serileri de yayımlanmıştır. Özellikle Piramit Yayıncılık tarafından yayımlanan “Jules Verne Dünyası” serisi yazarın pek çok eserini kısaltılmış olarak barındırmakla birlikte, her eserin başında yer alan kısa bilgilendirmeleri de önemlidir.[16]

Jules Verne ile İlgili Dilimizdeki Kitaplar…

Jules Verne ile ilgili dilimizde yayımlanmış kitaplar ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmemektedir ve genellikle de çeviridir.

Jules Verne ile ilgili, bir Türk yazar tarafından yazılan sadece 2 kitap bulunmaktadır.

İlki Jules Verne’in henüz dünya edebiyatında hak ettiği yeri bulamadığı zamanlar olan 1932’de Faik Sabri [Duran] tarafından yazılan “Jül Vern, Hayatı Eserleri[17] adlı eserdir. Kanaat Kütüphanesi tarafından yayımlanan 84 sayfalık ve resimli bu biyografi yine aynı yayınevi tarafından yayımlanan “İnatçı Kahraman Ağa” kitabının reklamıyla sonlanmaktadır.

İkincisi ise Jules Verne’den esinlenen “Jules Verne’in İzinde[18] adlı eserdir. 2010’da Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul’da düzenlenen etkinliklerden biri olan ve “İnatçı Kahraman Ağa” eserinde Keraban Ağa’nın Karadeniz etrafında izlediği rotadan günümüzde tekrar geçildiği tura dair izlenimlerin yer aldığı kitap, dünyanın önemli bilim insanlarından ve aynı zamanda bir Jules Verne sevdalısı olan Celal Şengör’ün geniş önsözüyle de değerini arttırmıştır.[19]

Bunların dışındaki eserler ne yazık ki çevirilerle dilimize kazandırılan eserlerdir ve en önemlisi Volker Dehs’in “Jules Verne[20] eseridir denilebilir. Dünya çapında bir Jules Verne otoritesi olan ve yazara dair eserleri, incelemeleri ve makaleleri olan Dehs’in eseri yıllar süren çalışmalar sonrasında ortaya çıkmış ve Jules Verne meraklılarının kesinlikle okuması gereken bir kitaptır.

Dilimize çevrilmiş, Jules Verne ile ilgili kapsamlı bir diğer kitap ise yazarı Kirill Andreyev tarafından “biyografik roman” olarak tanımlanan “Görülmezi Gören Adam Jules Verne[21] isimli eserdir. Tayfun Talipoğlu önsözüyle başlayan kitap, Einstein, Ömer Hayyam gibi pek çok önemli kişinin biyografik romanlarının da dahil olduğu bir seriye dahildir.

Jules Verne ile ilgili bilgi edinmesini istediğiniz ama çok geniş kapsamlı ve kalın kitapları okuyamayacak çocuklar içinse önerilebilecek iki kitap bulunuyor dilimizde. İlkini James Buckley Jr. [22] diğerini ise Jordi Cabre ve Victor Escandell [23] yazmışlar.

Ve son kitap, ne yazık ki o da bir çeviri; Jules Verne’in ilham kaynağı olduğu “Jules Verne Okuru[24] eseri Almudena Grandes tarafından yazılmış ve İspanya iç savaşı döneminde yaşayan bir çocuğun Jules Verne kitaplarıyla başlayan macerası konu edilmiş.

Jules Verne Eserlerinde Önemli Önsözler…

Dilimize çevrilen Jules Verne eserlerinin edebi değerleri tartışılmaz kuşkusuz, ancak yayımlanan çevirinin edebi değerini arttıran önsözler de göz ardı edilmemelidir.

“TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları” serisinde yayımlanmış dört Jules Verne çevirisinin değeri de bu şekilde önsözlerle arttırılmıştır.[25] Societe Jules Verne Başkanı olan Olivier Dumas‘nın ve çevirmenlerin önsözleri gerek Jules Verne ve gerekse de eserler ile ilgili ek bilgiler vermektedir. Özellikle Jules Verne’in ölümünden yıllar sonra el yazmaları bulunabilen ve 1994’te ilk basımı yapılan “Yirminci Yüzyılda Paris” eserinin hikayesi, eserin kendisinden daha ilginç olabilir.[26]

Bir diğer ilginç örnek de Kaf Yayıncılık tarafından yayımlanan “2890 Yılında[27] çevirisidir. 28 sayfalık ana metnin öncesinde 7 sayfalık bir önsöz yer alıyor, ki bu önsöz de bir diğer önemli Jules Verne otoritesi olan Daniel Compere’e ait.

Jules Verne’in önsözüyle dilimize çevrilen tek eser var, o da Us Yayıncılık tarafından yayımlanan Edgar Allen Poe eseri; “Arthur Gordon Pym’in Maceraları[28]. Bu eser Poe’nun roman türündeki tek ancak tamamlayamadığı eseridir ve kendisinden sonra gelen pek çok yazarı, bu yarım kalmışlığı devam ettirmeye yönlendirmiştir. Jules Verne de onlardan biridir ve “Buzlar Sfenksi” eseri aslında Poe’nun bu eserinin devamı olarak yazılmıştır.

Türkçe Dergilerdeki Önemli Jules Verne Makaleleri…

Jules Verne ile ilgili kitaplar konusunda pek zengin olmayan dilimiz, söz konusu dergiler olduğunda gerek akademik gerekse de popüler yayınlar açısından biraz daha şanslıdır.

Jules Verne’i kapağına taşımış ve pek çok detaylı makale içeren dergiler yayımlanmış olmakla birlikte ilgili bir veya birkaç makalenin olduğu dergiler de bulunmaktadır.

Genelde Jules Verne’in kısa yaşamöyküsü veya yaşamından bölümleri aktaran, bilimkurgunun kurucularından olması konusunu derinleştiren makaleler yazılmıştır. Eserlerine dair değerlendirmeler içeren makaleler ise özellikle “İnatçı Kahraman Ağa” üzerine yoğunlaşmıştır. Bununla beraber yakın zamanda yayımlanmış olan “Yirminci Yüzyılda Paris” de eseri de çeşitli inceleme yazılarına konu olmuştur.

Kapak konusu olarak Jules Verne’i seçen ve içeriğinde önemli makaleler yer alan dergiler arasında en kapsamlı olan kuşkusuz “Kitap-lık” dergisi 44. sayısıdır.[29] Dergide yer alan fotobiyografi ve “Jules Verne’in Türkçedeki Serüveni- Seçme Kaynakça[30] makalesi yazarın eserlerine dair bir koleksiyon oluşturmaya çalışanlar dahil birçok kişiye faydalı olabilecek bir çalışmadır. Jules Verne kapaklı zengin dergi ise yazarın ölümünün 100. yılında yayımlanmış olan “Bilim ve Ütopya” dergisi 129. sayısıdır. [31] Bunlara ek olarak, Jules Verne’in dilimizdeki serüvenini en başından beri takip eden ve bu konuda çeşitli dergilerde makalelerin yanısıra bir de radyo programı yapan Kansu Şarman’ın makalesiyle Jules Verne’i kapağına taşıyan “Sabitfikir[32] dergisi 75. sayısı da incelemeye değerdir.

Yazara farklı açılardan yaklaşan makalelere birkaç örnek vermek gerekirse; Jules Verne’in popüler olmadan önceki dönemlerinde üzerinde çalıştığı roman harici eserlerine değinen Gürhan Tümer’in “Jules Verne’in Öteki Yüzleri[33], eserlerinde fotoğraf kullanımı ve dönemin döneminin önemli fotoğrafçılarından Nadar (Gaspard Felix Tournachon) ile olan bağlantısına dair Serkan Dora’nın “Jules Verne ve Fotoğraf[34], Jules Verne eserlerinden sinemaya uyarlanan filmlerin müziklerine dair Kansu Şarman’ın “Jules Verne Uyarlaması Filmlerin Soundtrack Albümleri[35] makaleleri Jules Verne’in farklı yönlerini ortaya koyması açısından dikkate değerdir.

 

Dilimizdeki Jules Verne Bibliyografya Çalışmaları…

Her ne kadar, Jules Verne’in tüm eserleri halen dilimize çevrilmiş değilse de pek çok yayınevi tarafından zamana yayılarak basılmış oldukça geniş bir çeviri eser listesinden bahsedilebilir.

Jules Verne hakkında yayımlanmış bibliyografyalar araştırıldığında rastlanabilecek ilk çalışmalardan biri 1961 tarihli, Mustafa Yeşil tarafından hazırlanan ve Kitap Belleten dergisinde iki bölüm halinde yayımlanan “Jules Verne Çevirileri İçin Bibliyografya Denemesi” başlıklı makaledir.[36]

Akademik çalışmalarda rastlanabilecek ilk bibliyografyalardan biri ise M. Fatih Andı tarafından hazırlanan ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi’nde yayımlanan “Türk Edebiyatında Jules Verne Çevirileri[37] başlıklı makaledir. Eserlerin çeviri ve yayım süreçlerine dair bilgilerin de yer aldığı makale özellikle dipnotlarla da zenginleştirilmiş olup Osmanlı dönemindeki çevirilere yoğunlaşmıştır.

Bir diğer akademik bibliyografya çalışması da Eshabil Bozkurt ile Ayşe Banu Karadağ tarafından hazırlanan ve Rumeli Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi’nde yayımlanan “II. Abdülhamid Dönemi Roman Çevirileri[38] makalesidir. II. Abdülhamid dönemi çeviri eserlerinin mercek altına alındığı ve hem bilimkurgunun edebiyat coğrafyamıza girdiği bu dönemi inceleyen hem de o dönemde yayımlanan çeviri eserlerin listelendiği makale Osmanlı dönemindeki Jules Verne eserlerinin önemli bir bölümünü kapsamaktadır.

Hasmik A. Stepanyan tarafından hazırlanan “Ermeni Harfli Türkçe Kitaplar ve Süreli Yayınlar Bibliyografyası (1727 – 1968)[39] kitabı ise bu alanda en geniş kapsamlı çalışmalardan birisi olup bu şekilde yayımlanmış dört Jules Verne çevirisine dair bilgilerin yanısıra uzun bir dönemde yayımlanan pek çok esere dair de bilgi edinmenizi sağlayabilir.

Hasan Anamur tarafından hazırlanan “Başlangıcından Bugüne Fransızcadan Türkçeye Yapılmış Çeviriler ile Fransız Düşünürler, Yazarlar, Sanatçılar Üzerine Türkçe Yayınları İçeren Bir Kaynakça Denemesi[40] kitabı, adının uzunluğunu hak ettirecek şekilde 1070 sayfalık bir eser olup, 34 sayfası coğrafyamızda yayımlanmış Osmanlı, Türk ve Ermeni harfleriyle Jules Verne çevirilerine ayrılmıştır.

 

 

 

 

Sonuç

Bilimkurgu türünün kurucularından sayılan Jules Verne sadece koleksiyoncuların değil, eserleri sayesinde meraklanacak ve araştırmaya yönelecek yeni nesillerin de ilgilenmesi gereken bir yazardır. Her ne kadar bu kısa yazıda sadece dilimizde yayımlanmış onun yazdığı ve onunla ilgili yazılanlar konu edildiyse de tavsiyemiz özellikle Fransızca ve İngilizce kaynakların da incelenmesi ve hatta bu kaynakların dilimize çevrilmesi yönünde olacaktır.

[1] Elektrik-Elektronik Mühendisi

DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR

[1] Jules Verne 24 Mart 1905’te hayatını kaybetmiştir. Geride bıraktığı, henüz yayımlanmamış veya tamamlanmamış çalışmalarına dair el yazmaları düzenlenerek, yazarın ölümünden sonra yayımlanmıştır. “Le Phare du Bout du Monde” (Dünyanın Ucundaki Fener), “Le Volcan d’Or” (Altın Volkanı), “La Chasse au Meteore” (Meteor Avı), “Paris au XXe Siecle” (Yirminci Yüzyılda Paris) bu tip eserlere örnek olarak verilebilir.

[2] Bu konuda, daha fazlası da olmakla birlikte, şu 3 kaynak incelenebilir:

Akçura, G., Ay’a Seyahat, Everest Yayınları, Haziran 2005

  1. De Ville D’Avray, Aya Yolculuk, Gram Yayınları, Şubat 2016

E., A., “Samsatlı Lukianos ve Jules Verne’den Ay Düşleri”, P Dünya Sanatı Dergisi, Sayı 41, ss.112-113, Yaz 2006

[3] Verne, J., [Çev : ?], Seksen Günde Devr-i Alem, Şeyh Yahya Efendi Matbaası, İstanbul, 1292 (eserin çevirisinin yayımlanan ilk basımı)

[4] Verne, J., [Çev : Ahmed İhsan], “Seksen Günde Devr-i Alem”, Umran, [İlk tefrika : Sayı 19, ss.223-226, 28 Mayıs 1304, Son tefrika : Sayı 29, ss.55-56, 26 Teşrinievvel 1304] (tefrika yarım kalmıştır)

[5] Verne, J., [Çev : Ahmed İhsan], Seksen Günde Devr-i Alem, Cemal Efendi Matbaası, İstanbul, 1306 (eserin çevirisinin yayımlanan ikinci basımı)

[6] Verne, J., [Çev : Ahmed İhsan], Seksen Günde Devr-i Alem, Ahmed İhsan ve Şurekası, İstanbul, 1313 (eserin çevirisinin yayımlanan üçüncü basımı)

[7] Verne, J., [Çev : Mahmud Kenan], İnatçı Kahraman Ağa, Kitapçı Arakel Matbaası, 1331

[8] Verne, J. [Çev : Kemalettin Şükrü], İnatçı Kahraman Ağa, Kanaat Kütüphanesi, 1930 (kapakta 1931, iç sayfada 1930 yazmaktadır)

[9] Verne, J. [Çev : ?], Aya Seyahat, Resimli Ay Basımevi, 1927

[10] Verne, J., [Çev : ?], “Dünya Keşif Seyahatleri”, Yeni Tarih Dergisi, [İlk tefrika : Sayı 1, ss.26-30, Ocak 1957, Son tefrika : Sayı 11, ss.363-364

[11] Verne, J., [Çev : Aksın, F., Sorkun, M., Yalçıntoklu, V.], Düşlerin Efendisi, İthaki Yayınları,

[12] Nergis, A., Güney, K.M., Özkan, Ü.Y., Tetik, I.B., Atasoy, D., Bengi, Y.D., Hayalgücünün Merkezine Seyahat, İthaki Yayınları, 2005

[13] Dehs, V., [Çev : Altınçekiç, S.], Jules Verne, İthaki Yayınları, Mart 2009

[14] Alfa Yayınları’nın “Olağanüstü Seyahatler” serisi Kasım 2019 itibariyle 23 kitaba ulaşmıştır.

[15] Elma Yayınevi’nin “Türkçede Yayımlanmamış Eserleri” serisi 3 kitaptan oluşmaktadır ve 2015’te yayımlanmıştır.

[16] Piramit Yayıncılık’ın “Jules Verne Dünyası” serisi 12 kitaptan oluşmaktadır ve 2004’te yayımlanmıştır.

[17] [Duran], F.S., Jül Vern Hayatı Eserleri, Kanaat Kütüphanesi, 1932

[18] Alpman, N., Aşçı, A., Gürses, K.G., Özkahraman, E., Jules Verne’in İzinde, Pi Prodüksiyon Yayınları, Mart 2011

[19] Bu eser iki ayrı basım ile yayımlanmıştır. Künye bilgileri olmayan basımda Celal Şengör’ün önsözü yer almamaktadır.

[20] Bkz. Not xiii

[21] Andreyev, K., [Çev : Korkmaz, A.], Görülmezi Gören Adam Jules Verne, Etkin Yayınevi, Eylül 2012 [6. Baskı]

[22] Buckley Jr., J., [Çev : Satılmış, B.], Jules Verne, Beyaz Balina Yayınları, 2017

[23] Cabre, J., Escandell, V., Benim Adım… Jules Verne, Altın Kitaplar, Mart 2014

[24] Grandes, A., [Çev : Savaş, P.], Jules Verne Okuru, Alfa, 2014

[25] TÜBİTAK Yayınları tarafından yayınlanan Jules Verne çevirileri Kasım 2019 itibariyle 4 adettir; Yirminci Yüzyılda Paris, Macellanya, Güzel Sarı Tuna ve Meteor Avı. Çevirmen, yayıncı ve Olivier Dumas’nın önsözleri okunmaya değer.

[26] 1994’te el yazmaları bulunduktan sonra yayımlanan bu eser hakkında, yayıncı Veronique Bedrin’in ön açıklamaları ve saygın Jules Verne otoritesi Piero Gondolo della Riva’nın esere dair bilgilendirme metnine ek olarak kitap sonuna “Kendi Çağında Jules Verne” başlıklı bir bölüm eklenmiştir.

[27] Verne, J., [Çev : Derman, A.], 2890 Yılında, Kaf Yayıncılık, Temmuz 1999

[28] Poe, E.A., Arthur Gordon Pym’in Maceraları, Us Kitapları, Eylül 2000

[29] Kitap-lık Dergisi, Sayı 44, Kasım-Aralık 2000

[30] Koz, S., “Jules Verne’in Türkçedeki Serüveni- Seçme Kaynakça”, Kitap-lık İki Aylık Edebiyat Dergisi, Sayı 44, ss.151-160, Kasım-Aralık 2000

[31] Bilim ve Ütopya Aylık Yaygın Bilim Kültür ve Politika Dergisi, Sayı 129, Mart 2005

[32] Sabitkifir Dergisi, Sayı 75, Mayıs 2017

[33] Tümer, G., “Jules Verne’in Öteki Yüzleri”, Varlık Aylık Edebiyat ve Sanat Dergisi, Yıl 65, Sayı 1088, ss.51-52, 1 Mayıs 1998

[34] Dora, S., “Jules Verne ve Fotoğraf”, İFSAK Fotoğraf ve Sinema Dergisi, Sayı 137, ss.10-11, Ocak-Şubat-Mart 2002

[35] Şarman, K., “Jules Verne Uyarlaması Filmlerin Soundtrack Albümleri”, 45’lik Dergi, Sayı 2, s.46, Nisan 2018

[36] Yeşil, M., ”Jules Verne Çevirileri İçin Bibliyografya Denemesi”, Kitap Belleten Aylık Bibliyografya Biyografya Kültür Tarihi Dergisi, Yıl 1, Sayı 7-8, ss.18-21 (ilk bölüm)

Yeşil, M., ”Jules Verne Çevirileri İçin Bibliyografya Denemesi”, Kitap Belleten Aylık Bibliyografya Biyografya Kültür Tarihi Dergisi, Yıl 1, Sayı 9-10-11, ss.17-19 (ikinci bölüm)

[37] Andı, M.F., “Türk Edebiyatında Jules Verne Tercümeleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt 28, ss.65-80, 1998

[38] Bozkurt, E., Karadağ, A.B., “II. Abdülhamid Dönemi Roman Çevirileri”, Rumeli Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 2015.3, ss.43-77, Ekim 2015

[39] Stepanyan, H.A., Ermeni Harfli Türkçe Kitaplar ve Süreli Yayınlar Bibliyografyası (1727 – 1968), Turkuaz Yayınları, 2005

[40] Anamur, H., Başlangıcından Bugüne Fransızcadan Türkçeye Yapılmış Çeviriler ile Fransız Düşünürler, Yazarlar, Sanatçılar Üzerine Türkçe Yayınları İçeren Bir Kaynakça Denemesi, Gündoğan Yayınları, Nisan 2016

Radon Gazı


KONUTLARDA YERKABUĞU KAYNAKLI RADYASYON RADON GAZI

Ahmet AYDOĞMUŞ[1]

Radyasyon ortamda taşınan enerji olarak tanımlanabilir. Elektromanyetik dalgalar ve parçacıklar yoluyla taşınır. Taşınan enerjinin etkilediği atomdan elektron koparması iyonlaşma nedenidir. İyonlaşmaya neden olan radyasyona da iyonlaştırıcı radyasyon denir. Gama ve X ışınları elekromanyetik radyasyon;  alfa parçacığı, beta parçacığı ve nötronlar da parçacık radyasyon kaynaklarıdır. Bunların tamamı iyonlaştırıcıdır. İyonlaştırıcı radyasyon sağlık yönünden risklidir (1).

Konumuz olan doğal radyasyon uzay kaynaklı ve büyük ölçüde de üzerinde yaşadığımız yerkabuğu kaynaklıdır. Soluduğumuz hava, tükettiğimiz besinler, içtiğimiz su ve temas ettiğimiz toprak-kayaç yolu ile iyonlaştırıcı radyasyon almaktayız (4). Yerkabuğu kaynaklı doğal iyonlaştırıcı radyasyonun kaynağı uranyumdur. Kararsız uranyumun bozunumu ile zincirleme farklı ürünler ortaya çıkar, sonuçta kararlı ve radyoaktif olmayan kurşun oluşur.

Yarı ömrü, atom sayısının yarıya inmesi için geçen süresi 1600 yıl olan Radyum-Ra226’nın bozunumu sonucu radon gazı ortaya çıkar. Yarı ömrü 3.8 gün olan radyoaktif radon gazı, (222Rn)  alfa ve beta parçacıkları yayarak bozunur (4). Bu çalışmanın konusu radon gazı ve etkileridir.

Radon Gazı – 222Rn

(Herkes, her gün radon solumaktadır. Ernest Rutherford, 1907)

Radyumun bozunmasıyla ortaya çıkan renksiz, kokusuz, tatsız bir gazdır. Havadan 7.5 kez ağırdır. Yarı ömrü 3.8 gün olan radon gazı alfa ve beta parçacıklara yayarak yarı ömrü 3 dakika olan  Polonyum 218’e dönüşür (6).

Doğal kaynaklardan alınan radyasyon dozunun en önemli bileşeni radon gazı ve onun kısa yarı ömürlü bozunum ürünleridir. Radon, uranyumun bulunduğu kayaçlardan ve topraktan gelmekte, gaz olması nedeniyle de bulunduğu ortamın boşluklarında ilerleyerek atmosfere kaçma eğilimi göstermektedir (5).

Gaz formunda olduğu için oluştuğu yerkabuğu gözeneklerinde hareket ederek konutlara ulaşır, havadan ağır olduğu için bodrum katlarda ve zeminde birikme eğilimindedir. Konutların radyasyon değeri yerkabuğunun jeolojik yapısına, binaların özelliğine, insanın yaşama biçimine göre değişkenlik gösterir. Radon gazının bozunum ürünleri solunum yolu ve akciğer kanseri riski taşımaktadır (7).

Kayaç ve toprak özelliğine bağlı olarak ortama yayılan radon gazı iki komşu konutta bile farklı değerlerde olabilmektedir. Radon gazının biriktiği yerler maden ocakları, tüneller, metro istasyonları, mağaralar, kaplıcalar, yer altı otoparkları, binaların bodrum katları, fabrikalar ve alışveriş merkezleri gibi kapalı alanlardır. Radon gazının atmosferdeki konsantrasyonu genellikle düşük değerdedir (7).

Radon ve bozunum ürünlerinden alınan yıllık ortalama etkin doz, toplam etkin dozun % 55 kadarına karşılık geldiği tahmin edilmektedir (4).

 Radon Gazı Kaynakları

Radon gazı yerkabuğunda oluşur. Yerkabuğunu oluşturan kayaçlar, kayaçlardan oluşan toprak, yerkabuğundan alınan yapı malzemeleri taş, kum, çimento ile yerkabuğu içinden geçerek gelen sular radon gazı bulundurabilen katı ve sıvı ortamlardır. 

Kayaçlar ve Toprak: Kayaçlar uranyum ve toryum içeriği açısından ele alındığında silisyum dioksit-SiO2 içeriği %66’dan yüksek olan granit ve volkanik kayaçlar ile bunların başkalaşımları radon gazı riski taşımaktadır. Radyasyon açısından bir başka riskli kayaç türü de fosfat içerikli olanlar ve bunlardan oluşan topraklardır (4).

Yerkabuğunun radyoaktif mineral dağılımı homojen olmadığı için yakın ve uzak mesafelerde değişken değerler söz konusudur.

Sular: Özellikle yer altı sularında, bunların yeryüzüne ulaşan kaynaklarında, jeotermal sularda ve kuyu sularında radon gazı bulunabilmektedir. Yeraltında kayaçlara temas eden suya radon gazı geçmektedir. Yer altı suları yüzey sularına göre daha yüksek değerde radon gazı içerir. Kullanılan kuyu ve kaynak sularının radon gazı içeriği mutlaka belirlenmelidir (4). 

Kapalı alanlardaki radon gazının yaklaşık % 0.2’si yüzey sularından, yaklaşık % 20’sinin yer altı sularından kaynaklandığı belirlenmiştir. Suyun kullanımı sırasında radon gazı ev ortamına geçmektedir. Suyun sıcaklığı arttıkça, duş alırken su püskürtüldüğünde ve su çalkalandığında radon gazı salınması artmaktadır (4).

Yüzey sularındaki radon gazı hava ortamına geçtiği için daha düşük değerde radon gazı bulundurur. Suyun içilmesinden daha çok ortama salınan radon gazının solunması sağlık açısından risk taşımaktadır (7).

Kaplıca ve içmece suları yerkabuğunun derinlerinden geldiği için yüksek oranda radon gazı içerebilmektedir. Kaplıcalarda suya temas ile deriden, nefesle akciğerlerden ve içilerek mide-barsak yoluyla radon gazı alınır.

Radonlu kaplıca suyunun eklem ağrılarını giderdiği, kasları gevşettiği, gözlerdeki yanmayı azalttığı ileri sürülüyor. Kaplıcalara sağlık amaçlı gidenler ile kaplıca personelinin radyasyondan korunması için doktorların yanında radyasyon fizikçilerinin de alınan radyasyon dozları  hakkında belirleyici olması önemlidir. Radon gazı gençleştiren gaz olarak reklam edilmektedir (8).

Yapı Malzemeleri: Yerkabuğundan yapı malzemesi olarak taş, kum, kalker, çimento, briket, tuğla, yer ve duvar kaplama malzemesi elde etmekteyiz. Yerkabuğu kimyasal ve mineral özelliklerine göre değişen oranlarda uranyum, toryum, potasyum içerir. Granit kayaçlarda uranyum 5 ppm, toryum 15 ppm, potasyum %4 değerinde bulunmaktadır. Kumtaşında bu değerler  0.45 ppm-1.7ppm-%1’dir. Çimento hammaddesi kalker 2.2 ppm uranyum, 1.7 ppm toryum ve % 0.25 potasyum içeriyor. Bu içerikler nedeniyle kapalı ortama yapı malzemelerinden radon gazı salımı söz konusudur (4).

Konuta sızan radon gazı havadan ağır olduğundan içeride kalır ve zeminde birikir. Yeterince havalandırma yapılırsa birikmiş olan gaz etkisi azalır. Günümüzde yaygınlaşan konut yalıtım teknikleri ev içi ortamını dış ortamdan tamamen ayırmıştır. İzolasyonlu konutlarda havalandırma süresi daha uzun olmalıdır. Yapı malzemesi nedeniyle salınan radon gazı değeri yapılar eskidikçe azalmaktadır (6).

Doğal Gaz ve Kömür: Yurdumuzda ısınma amaçlı kullanılan enerji kaynağı genellikle kömür ve doğal gaz olmuştur. Kırsal bölgelerde kömür yaygın iken kentsel bölgelerde doğal gaz daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Doğal gazın radon içeriği üretim, dağıtım ve depolama esnasında azalmaktadır. Isıtma ve pişirme amaçlı doğal gaz kullanıldığında bir miktar radon gazı konut ortamına geçebilmektedir. Yeterli havalandırma ile radon etkisi ihmal edilecek kadar düşük değerlere iner (4).

Tortul kayaç olan kömürde uranyum içeriği yüksek olabiliyor. Türkiye kömürlerinin uranyum içeriği 0.32 mg/kg ile 140 mg/kg arasında değişmektedir. Ortalama değer olarak 6.9 mg/kg olarak ifade edilmektedir (4).

Kömürün üretim, taşıma, depolama ve yakma sırasında önemli bir radon gazı kaynağı olduğu bilinmektedir. Tüketilen yerli ve  ithal kömürler radyoaktivite açısından değerlendirilmelidir. Zonguldak taşkömürü havzasında ölçülen radon gazı değerleri 253-1470 Bq/m³ olarak saptanmıştır (4).

Konutlara Radon Gazı Girişi

Radon gazı konut ortamına zeminden girer. Bina yapılırken zemin bu açıdan dikkate alınmalı ve kullanılan yapı malzemelerinde de seçici olunmalıdır (3). Avrupa Birliği ülkelerinde konut inşaatından önce radon gazı riskinin değerlendirilmesi istenmektedir (4).

Konutlar ve kapalı mekânlar günlük hayatın çok uzun bir süresini geçirdiğimiz ortamlardır. Konutlar yanında işyerleri, okullar, alışveriş merkezleri gibi kapalı alanlar da radon  gazı açısından risk taşıyabilmektedir. Başta granit kayaçlar olmak üzere kapalı alanların yer ve duvar kaplamalarında seçici olmak gerekmektedir (5).

Radon gazının binalara girişi Şekil 1 ve Şekil 2’de gösterilmiştir ve topraktan, binanın altındaki kayaçlardan, yapıda kullanılan malzemelerden, kullanılan sulardan, doğal gaz ve kömür yoluyla olmaktadır (5).

Şekil 1. Radonun ev ortamına giriş yolları (Kaynak: TAEK TR-2014-2, 11)

Konutlarda radon gazı konsantrasyonunu azaltmak için: 1.Yapıda kullanılacak malzemelerde seçici olmak. 2.Granit gibi malzemelerden kaçınmak.. 3.Bodrum katlarının zemin izolasyonunu uygun şekilde yapmak. 4.Yaşlı binalarda oluşabilecek çatlakları, su ve kanalizasyon borularının geçtiği açıklıkları kapatmak. 5. Kapalı ortamların havlandırılmasında pencereleri üstten değil aşağı seviyeden yapmak. 6.Kömür kullanılan konutların kömürlükleri ve bina zeminlerini iyi havalandırmak. 7. Radon gazı kanser riskini artırdığı için kapalı ortamlarda sigara içmemek gerekir (4).

Şekil 2. Evlere sulardan radon girişi

Radon gazı konsantrasyonun yüksek olduğu kırsal kesimlerde toprak zeminli konutlarının tabanını plastik örtüyle kapatıp üzerine çimento dökülmesi önerilmektedir (6). Yeni yerleşim merkezlerinin oluşturulmasında radon gazı risk haritalarından yararlanmak gerekir (5).

Konutlarda Radon Gazı Ölçümleri

Türkiye konutlarında radon gazı ölçüm çalışmalarına 1984’de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından başlatılır. Bu çalışmalar Sağlık Bakanlığında devam ettirilmiştir. Dünyada en yüksek ev içi radon gazı değeri 85.000 Bq/m³ ile İsveç’te, ikinci olarak da 55.000 Bq/m³ ile Norveç’te ölçülmüştür. Bazı ülkelerde ev içi radon gazı değerleri önemseniyor ve konut satış reklamlarında “radon testi yapılmıştır” ibaresine rastlanıyor (4). Şekil 3’te Türkiye’de evlerde radon konsantrasyon değerlerinin yaz ve kış ortalamaları gösterilmiştir.

Şekil 3. Türkiye evleri radon konsantrasyon değerlerinin yaz ve kış ortalama değerleri (Kaynak: TAEK TR-2014-2, 50)

Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi (ICRP)’ne göre ev içinde bulunabilecek maksimum radon gazı değeri 2007 yılında 200 Bq/m³-300 Bq/m³ olarak sınırlandırmıştır. Türkiye için TAEK’in belirlediği yıllık ortalama değer 400 Bq/m³ olarak belirlenmiştir (4).

Türkiye’nin 81 ilinin 153 yerleşim birimindeki toplam 7293 konutta radon gazı ölçümleri yapılmıştır. Mevsimlik olarak yapılan ölçümlerde yatak odası ve oturma odasına iki ayrı sensör yerleştirilir. Türkiye geneli için aritmetik ortalama 81Bq/m³ olarak hesaplanan radon gazı değeri dünya geneli için tespit edilmiş olan ortalama 40Bq/m³  değerden yüksektir. Çanakkale Kestanbol  167 Bq/m³ ve Çanakkale Ayvacık’ın 190 Bq/m³ değerleri uranyum ve toryum içerikli kayaçların varlığı ile açıklanmış. Aktif fay ilişkisi nedeniyle Isparta’da 164 Bq/m³, volkanik araziler nedeniyle Nevşehir’de 174 Bq/m³ radon gazı değerleri belirlenmiştir. Kesme taş yapıların yaygın olduğu Mardin’de 208 Bq/m³ değer ölçülmüştür. Giresun Şebinkarahisar’da ölçülmüş olan en yüksek değerin 312 Bq/m³ olması fay hatları yakınında olması yanı sıra uranyum yataklarıyla da ilgilidir (7).

İstanbul evlerinde üst katlarda ölçülen radon konsantrasyonu 20-50 Bq/m³, bodrum katlarında ise 50-200 B/qm³  arasında değişiklik göstermiştir. Zemin altında olan bodrum katları ve zeminden itibaren ilk katlar radon gazı riskinin yüksek olduğu yerlerdir (7).

Türkiye geneli iç mekân radon konsantrasyonu dağılımında Kilis 1Bq/m³ ile en düşük, Yozgat 1406 Bq/m³ ile en yüksek değerli illerimiz olmuşlardır (4).

Konut içi radon konsantrasyonları yöre toprağının cinsine, alttaki kayaç türüne, kullanılan yapı malzemesi türüne, konutta kullanılan su kaynağına, yaşam alışkanlıklarına, konut içi-dış ortam sıcaklık ve basınç farkına bağlı olarak oluşmaktadır. Yaz aylarında daha düşük ve kış aylarında daha yüksek olması yaz mevsiminde kapı ve pencerelerin açılıp ev içi ortamın havalandırılmasıyla ilgilidir. Mersin ilinde yaz aylarında daha yüksek radon gazı değerleri de yaz mevsiminde ölçüm yapılan evlerin kapatılıp yaylaya çıkılması ve havalandırma yapılmaması ile açıklanmıştır (7).

Sonuç olarak 30 Bq/m³-39 Bq/m³ aralık değerine sahip konutlar en büyük orana sahiptir. Konutların % 99’unun (7218 konut), TAEK Radyasyon Güvenliği Yönetmeliğinde izin verilen 400 Bq/m³’ün altında, konutların % 1’inde ise limit değerin üzerinde olduğu belirlenmiştir (7).

Radon Gazı ve Sağlık

1900’lü yıllarda radonlu sularla banyo yapmak sağlık açısından yararlı görülmekteydi. Radyumlu çikolata, şekerleme, ekmek, diş macunu gibi birçok ürün pazarlanmaktaydı. 1953 Yılına kadar radyumlu gebelik önleyici jelin pazarlanması devam etmiştir (6). Günümüzde de radonlu kaplıcalardan sağlık amaçlı yararlanılmaktadır.

Radon gazı sigaradan sonra ikinci kanser etkenidir. Nefesle alınan radon bozunum ürünlerinden alfa parçacıkları akciğer hücrelerini etkileyebilir. İleri dönemlerde akciğer kanser riski oluşturur. Radon gazına maruz kalan herkeste hastalık oluşturacağı anlamına da gelmemektedir (2).

Sigara ve radonun birlikte etkisi her birinin yaptığı etkiden 10 kat fazla etkili olmaktadır.(6) Radon bozunum ürünlerinden 3 dakika yarı ömre sahip polonyum 218, DNA sarmalını etkiler, bir kısmı da havada var olan partiküller yoluyla akciğere girerek bronşlara tutunmaktadır. Radon gazı baş ağrısı, öksürük, solunum yetmezliği gibi akut sorunlara neden olmaz (4)

Nefesle alınan radon 3.8 günlük yarı ömrünü tamamlayamadan tekrar dışarı atılır. Kimyasal olarak dokularda çözünürlüğü çok düşükse de bir miktar radon vücut sıvılarından kana geçer. İç organlar üzerinde ışıması önemsizdir. Yüksek dozda bozunum ürünleri hava yoluyla bronşlara taşınırsa kanserleşmeye  neden olabilir (4)

Radon gazından etkilenme doz miktarına, bireyin yaşına(çocuklar üzerinde yıkıcı etkisi daha fazladır), genetik yatkınlığa, sigara kullanımına, beslenme alışkanlığına bağlıdır (4). 

ABD’de bir araştırmaya göre bir yılda, akciğer kanseri sigara içmeyen 5000 kişiyi etkilerken sigara içen 15.000 kişiyi etkilemektedir. Kanser ölümlerinde konut radon gazının payı %10-12 düzeyindedir (4). Tütünden alınan radyasyon tütünde var olan potasyum, uranyum, toryum ve  polonyum210 nedeniyle olmaktadır. Polonyum 210’dan arındırılmış tütün kullanımı ve sigara paketlerinin üzerine sağlığa zararlıdır ibaresi yanında radyoaktif madde işaretinin konulması da önerilmektedir (5).

Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi (ICPR), toplam akciğer kanserinin %10’unu kapalı alan radon  ve bunun bozunum ürünleriyle ilişkilendirmektedir (5).

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ise akciğer kanser vakalarının % 3-%14’ünü radon konsantrasyonuyla ilişkilendirir (4).

Radon bozunum ürünü, hücrelerde iyonlaşma ve uyarılmalar meydana getirir. DNA zinciri kırılır. Kırılma sonrası onarım süreci başlar. Hasar büyük değilse organizma DNA kırıklarını onarılabilir. Ancak onarım esnasında da hatalar oluşup yanlış şifre bilgileri içeren kromozomlar meydana gelebilir. DNA sürekli hasar görürse kontrol dışına çıkan hücreler çoğalarak tümör oluşumuna yol açar. Bozulma üreme hücrelerinde ortaya çıkarsa fetüste kalıtımsal etkilere neden olabilir (5).

Radon Gazı – Deprem İlişkisi

Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Ana Bilim Dalı Başkanı A.Mete Işıkara zamanında Kuzey Anadolu Fayında deprem tahmini için proje hazırlanır. 1987-1988 Yıllarında İznik-Mekece arasındaki beş farklı bölgede 70 cm derine radon detektörleri yerleştirilir. Bu süre içinde radon konsantrasyonunda değişim gözlenmemiştir (9).

18.07.2001 ve 23.01.2003 tarihleri arasında Gemlik Belediyesi ile birlikte deprem araştırmalarına yönelik bir çalışma yapılmıştır. Aylık dönemlerle, 20 detektör Gemlik’te Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde açılan kuyulara yerleştirilmiş ve radon değişimleri takip edilmiş, radon konsantrasyonlarında önemli değişiklikler kaydedilmemiştir (9).

Yeraltından radon salımı jeofiziksel öncüler arasında yer almaktadır. Rusya, Japonya ve Çin’de yapılan çalışmalar radon gazı ile sismik aktiviteler arasında doğrudan bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Radon sızıntısının, aktif faylar üzerinde daha fazla olduğu, atmosferik koşullara ve sismik faaliyetlere bağlı değişiklikler gösterdiği bilinmektedir. Yerkabuğundaki gerilmeler nedeniyle meydana gelecek genleşmeler sonucu, kayalardan yeraltı su sistemine radon geçişi artmaktadır. Bunun sonucu olarak sismik faaliyetin başlamasından önce çevredeki kuyu ve kaynak sularındaki radon konsantrasyonunda bir artış gözlenmektedir. Radon gazındaki artışlar deprem öncesinde maksimuma ulaşıp, depremle birlikte doğal durumuna dönmektedir. Deprem sırasında ve sonrasında ortaya çıkan artçı sarsıntılarda da ortama radon gazı salınmaktadır (9).

Şekil 4. Türkiye Radon Konsantrasyon Dağılımı Haritası (Kaynak: TAEK TR-2014-2,48)

Şekil 5. Türkiye Deprem Haritası (Kaynak: TAEK TR-2014-2, 49)

Türkiye radon konsantrasyonu haritası (bkz. Şekil 4 ve Şekil 5) ile Türkiye fay hatları ve deprem bölgeleri haritası tam olarak çakışmamaktadır. Radon, fay hatları yanında toprak ve kayaç yapısı tarafından da denetlenmektedir (9).

Kaynaklar:

  1. Radyasyon Nedir?, afad.gov.tr.
  2. Evinizdeki Radon Gazı Tehlikesinden Korunun, Memorial Ataşehir Hastanesi, Sağlık Rehberi
  3. Küçükusta, Rasim., Evinizde Radon Gazı Var mı? 2013, Ölümcül Tehlike Radon Gazı 2014, Deprem Akciğer Kanser Riskini Artırıyor 2010.
  4. Örgün, Yüksel. ve Çelebi, Nilgün., Radyasyon, Radon (rn) ve Toplum Sağlığı, Haber Bülteni,TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası.
  5. https://taek.gov.tr/ogrenci/bolum4.html, Günlük Hayatımızda Radyasyon(radon ve sigara), Radyasyon Yaşamımızın bir Parçasıdır, Radyasyon ve Biz
  6. Güler, Çağatay ve Çobanoğlu, Zakir., Radon Kirliliği, T.C.Sağlık Bakanlığı,Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Çevre Sağlığı Temel Kaynak Dizisi No.44 1997.
  7. Konutlarda Radon Ölçümleri, Teknik Rapor, TAEK TR-2014-2, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu.

(İzin almaksızın çoğaltılabilir, Referans verilerek kullanılabilir)

  1. Atakan,Yüksel.,Radon Kaplıcalarında Alınan Radyasyon Dozları ve Kanser Riski, Bilim ve Teknik, Mayıs 2007.
  2. TAEK 2014 Teknik Raporu

[1]Emekli Coğrafya Öğretmeni

Prof Dr Hüseyin Turoğlu ile Söyleşi


PROF. DR. HÜSEYİN TUROĞLU İLE COĞRAFYA BİLİMİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Prof. Dr. Hüseyin TUROĞLU[1] Sinan KÜTÜK[2]

Özet

Bu çalışma İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nden Prof. Dr. Hüseyin Turoğlu ile gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın amacı coğrafya bölümlerinin eğitim kalitesini, teknik imkânlarını, Türkiye’deki durumunu, mesleki sorunlarını ve çözüm önerilerini, fırsatlarını ve de çokça deneyimleri okuyucuya aktarmaktır. Mevcut coğrafya bölümlerinde okuyan öğrenciler için rehber niteliği taşıyacağı düşünülmektedir. Aynı zamanda son yıllarda sayısı hızla artan mezun coğrafyacılar için ise birer tavsiye niteliği taşımaktadır. Bu çalışmanın önemi ise 37 yıllık meslek hayatı boyunca multidisipliner platformlarda yer alan Turoğlu’nun kamu ve/veya özel sektörün ihtiyaç ve beklentilerini bilmesi ve bu durumu başta coğrafyacılar olmak üzere yakın disiplin mensuplarına aktarıyor olmasıdır. Yapmış olduğumuz bu ve bunun gibi söyleşiler, ilgili meslek dallarının mevcut durumunu, sorunlarını ve fırsatlarını güncel bir biçimde okuyucuya iletmesi ve okuyucunun bu konuda yerinde ve zamanında aksiyon alması bakımından son derece önemlidir. Bu çalışma aracılığıyla bu konular en güncel şekilde yeniden irdelenmiştir ve irdelenmeye de ihtiyacı vardır. Çalışmamız bu ihtiyacı karşılamaya yöneliktir. Çalışmanın yöntemi ise tamamen e-mail ortamında karşılıklı soru ve cevaplama şeklinde olmuştur. Son kontroller Turoğlu tarafından da yapıldıktan sonra çalışmamız son şekliyle servis edilmiştir.

  • Sinan Kütük

Kısaca kendinizden ve çalışma alanınızdan bahseder misiniz? Coğrafyada uzmanlığınız nedir?

  • Hüseyin Turoğlu

Üniversite eğitimim; 1978 yılında üniversite seçme sınavı tercih listesinde ilk sıralarda yer verdiğim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü,  “Yapısal Jeomorfoloji Anabilim Dalını” kazanmamla başladı. Haziran 1982 de lisans eğitimimi tamamladım. Yüksek lisans eğitimimi; 1986 yılında, İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Coğrafya Enstitüsü, Jeomorfoloji Anabilim Dalında (Diploma no: 62), Doktora eğitimimi; 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü, Jeomorfoloji Anabilim Dalında (Diploma no: 51) tamamladım.

Mayıs 1984 – Ağustos1987 tarihleri arasında, özel sektör madencilik şirketinde linyit kömürü ağırlıklı, maden arama, işletme, rapor hazırlama faaliyetlerinde, Eylül 1987 – Ağustos 1989 tarihleri arasında, Kınalı – Sakarya Otoyolu projesini gerçekleştiren IGL – STFA konsorsiyumunda, İtalyan şirketi “Salini Impregilo (IGL)” ekibinde, , otoyol inşaatı altyapı ve toprak işleri projelendirme, kontrol ve hesaplama çalışmaları, Ağustos 1989 – Ağustos 1992 tarihleri arasında, inşaat sektöründe toplu konut, şehirsel altyapı, peyzaj, saha düzenleme çalışmalarında, farklı meslek mensupları ile birlikte, jeomorfolog olarak görev yaptım. 01 Eylül 1992 tarihinde İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Fiziki Coğrafya Anabilim Dalında Araştırma Görevlisi kadrosunda, mezun olduğum okul ve bölümde akademisyen olarak göreve başladım. 03 Şubat 1999 da Yrd. Doç. Dr., 10 Nisan 2006 tarihinde Doç. Dr., 14 Haziran 2012 tarihinde Prof. Dr. akademik unvanlarını aldım. Halen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Fiziki Coğrafya Anabilim Dalında Prof. Dr. öğretim üyesi olarak görevimi sürdürmekteyim.

Jeomorfoloji bilimine bakış ve kabul ediş yaklaşımımın temeli; yeryüzü şekilleri ve morfodinamik etken ve süreçlerin faaliyetlerinin girift ilişkisi, potansiyel belirleme, planlama, problem çözme kapsamındadır. Bu yaklaşım içinde; özel sektörde çalıştığım ve üniversite de akademisyen olarak görevim süresince, coğrafya bütünselliği içinde jeomorfoloji bilim dalının uygulamalarını gerçekleştirme çabası içinde oldum.  Fiziki coğrafya temelli bir jeomorfolojinin; insan yaşamında problem çözen, geleceği planlayan, insanın yaşam kalitesine katkı yapan, toplumun refah seviyesinin yükselmesinde rol üstlenen yaklaşımları hayata geçirmeyi, elimden geldiğince bu hedefe katkıda bulunmayı kendi mesleki misyonum olarak görüyorum.

Bilimi bilim için değil, bilimi insan için yapma prensibini benimseyenlerdenim. Coğrafya bilimi şemsiyesinin, parçalardan oluşan bir bütünü temsil ettiğini, bu bütünü oluşturan parçaların kendi alanlarında uzmanlık gerektirdiğini ve aynı zamanda bu uzmanlıkların birbiri ile çok sıkı bir sebep-sonuç ilişkisi içinde olduğunu, birbirinden ayrılmasının önemli eksiliklere ve yanlışlıklara neden olacağını düşünüyor ve inanıyorum. Bu yaklaşım içinde; daima, coğrafyacı kimliğimi unutmadan, fiziki coğrafya ağırlıklı çalışmalarımı, jeomorfoloji uzmanlığı temelli olarak, insana hizmet etme amacı içinde oldum.

  • Sinan Kütük

Neden akademisyen olmayı tercih ettiniz? Akademisyenlik dışında farklı bir meslek yapmayı düşündünüz ya da yaptınız mı?

  • Hüseyin Turoğlu

Ortaöğretim dönemimde; arazide, doğa ile iç içe, insan yaşamına katkı veren, toplum menfaatine kazanımlar üreten ve bunların sorumluluğunu taşıyan bir meslek özlemim vardı. Bu yaklaşımım hiçbir zaman değişmedi.

1982 de Lisans eğitimimi tamamladıktan sonra meslek yaşamımı iki farklı dönem ile tanımlayabilirim. İlk dönem; jeomorfolog olarak, farklı meslek alanlarında, farklı meslek mensupları ile birlikte jeomorfoloji uygulamalarını gerçekleştirme fırsatı bulduğum “özel sektör” performans dönemidir. Sonra ki dönem ise özel sektörde edindiğim tecrübe ve mesleki birikimlerimi üniversitede coğrafya, jeomorfoloji eğitimi almak isteyen gençlerle paylaşmaya gayret ettiğim “akademik” performans periyodudur.

Özel sektör çalışanı olmak ve sektörde kalıcı olmanız; çalıştığınız şirketin sizden alacağı performans ya da sizin şirkete kazandıracaklarınız ile doğrudan ilişkilidir. Özel sektörde çalışan olarak hayatınızı kazanmanız için sadece bir işi, kendi işinizi yapıyor olmak da yeterli olmaz. Bunun anlamı şudur; kendi mesleki yeterliliğinizin yanı sıra iş sektörünüzün mesleğiniz ile ilgili bileşenlerini tanımanız, bu konularda da kendinizi geliştirmeniz ve çalışma hayatınızda bu yeterlilikleri kullanarak hizmet vermeniz gerekir. Madencilik sektöründe 4 sene boyunca maden, jeoloji ve harita mühendisleri ile birlikte çalıştım. Sonraki 3 sene İtalyan Impregilo (IGL) şirketinde, TEM otoyol inşaatında, inşaat, harita, jeoloji ve jeofizik mühendisleri ile birlikte çalıştım.  Ağustos 1989 – Ağustos 1992 tarihleri arasında, inşaat sektöründe inşaat, makine ve elektrik mühendisleri ile birlikte toplu konut, çevre düzenlemeleri ve diğer inşaat işlerine ait çalışmalar yaparak hayatımı kazandım. Birlikte görev yaptığım maden, inşaat, harita, jeoloji ve jeofizik mühendisliği gibi farklı meslek temsilcilerinin, ilgili şirket ve faaliyet alanlarına ait çalışmalarında ne tür jeomorfoloji verilerine ihtiyaç duyduklarını, hangi jeomorfoloji verilerini kullandıklarını, onların temel kitaplarından anlamaya, keşfetmeye çalışmak ve bunu başarmak, özel sektörde 11 sene çalışmanın temel anahtarı olmuştur.

Jeomorfolog olarak özel sektörde çalıştığım her meslek alanında daima kendime şu soruları sordum. “Yapmakta olduğum iş ile ilgili benim bildiğim, onların (beraber çalıştığım diğer teknik personel)  bilmediği ne var?” Çalışma fırsatı bulduğum üç farklı özel sektörün faaliyetleri kapsamında da jeomorfoloji bilgisine ihtiyaç vardır. Buna karşın, bu ihtiyaçlar jeomorfoloji bilimine yakın meslek mensuplarınca karşılanmaya çalışılır. Ancak bir jeomorfoloğun bir jeoloji mühendisi kadar iyi jeoloji, bir maden mühendisi kadar iyi madencilik yapamayacağı gibi Jeoloji, harita, maden mühendisleri de, mesleki yeterliliklerini kazanmış bir jeomorfolog kadar iyi jeomorfoloji yapmaları beklenemez. Bir jeomorfolog olarak önemli olan; alanında sektörel ihtiyaçlara cevap verecek güncel mesleki yeterlilikleri kazanmış olmak ve bu kazanımları kullanarak problem çözmeyi, öngörülerde bulunmayı, kaynak yaratmayı başarabilmektir. Bunu başarabildiğiniz oranda jeomorfolog olarak aranılan kişi olursunuz, tanınan meslek sınıfı haline gelirsiniz, mesleki tanınırlığınız artar.             

Sonraki dönem; özel sektör tecrübelerimi bir akademisyen olarak öğrencilerimle paylaşmayı hedeflediğim dönemdir. Bir coğrafya bölümü mezunu olarak, ben 11 sene özel sektörde çalışarak hayatımı kazandıysam, bunu başka coğrafya bölümü mezunları da başarabilir diye düşündüm. Bunun başarılması için yaşadıklarımı paylaşmalıydım.  İşte bu yüzden akademisyen olmayı tercih ettim. Bu tercih bana heyecan ve istek verdi. Çünkü üniversitede coğrafya bölümünden mezun olan öğrenciler kendilerine sadece ortaöğretim kadrolarında öğretmenlik mesleğini tek çıkış yolu olarak görüyorlardı. Oysa fakültenin ya da bölümün kapısında öğretmen okulu yazmıyordu. Ayrıca dışarıda, yaşamın içinde olan, yaşamı etkileyen, yaşamdan etkilenen koca bir coğrafya, fiziki coğrafya, jeomorfoloji dünyası vardı. İstisnai örnekler dışında, karar vericiler ya bunun farkında değillerdi, ya da anlaşılamaz şekilde çekimser veya reddeden reaksiyonla davranılıyordu. Bu genel kabul edişleri değiştirmenin hiç de kolay olmadığını, akademik kadroda çok geçmeden anlamış olmama rağmen, farklı akademik unvanların verdiği imkânlar ile yukarıdaki düşüncelerim hakkında çaba sarf etmekten geri kalmamaya çalıştım.

  • Sinan Kütük

Günümüzde, coğrafya bölümünden mezun olanların özel ya da kamunun bünyesinde teknik personel olarak çalıştığını neredeyse hiç duymuyor ve görmüyoruz. Bu durumun nedeni sizce ne olabilir? “Coğrafyacı” unvanının henüz tanınmıyor olması bu duruma bir etken midir?

  • Hüseyin Turoğlu

Coğrafya, her alanı ve alt konusu ayrı ayrı yaşamın doğrudan içinde olan bir bilim dalıdır. Yaşamın bu kadar içinde olan bir bilim dalının meslek olarak insan yaşamına katkı verememesi, katkı verme potansiyelinin olmaması düşünülemez. Bu yüzden, tabii ki coğrafya bölümlerinden mezun olanların özel ve/ya kamu sektöründe çalışarak insan yaşamındaki konu ile ilgili problemlere çözüm üretme, yaşam kalitesini ve refah seviyesini yükseltme konularında katkı yapma potansiyeli vardır. Coğrafya bölümlerinden mezun olanların; öğretmenliğin haricinde, özellikle inşaat sektörü, yerel yönetimler, DSİ, karayolları, Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Orman Genel Müdürlüğü, Havza Yönetimi, Afet Yönetimi, Planlama (Çevre Düzeni Planları, Bölge Planları, Turizm Master Planları, vb.), Turizm kurumları/şirketleri, bünyelerinde coğrafi bilgi sistemleri uygulamaları olan kamu ve özel tüm kurum ve kuruluşlar başta olmak üzere kamu ve/ya özel sektörün birçok farklı alanlarında,  teknik personel olarak görev yapma imkânı vardır. Ancak bu gerçek ve potansiyel; coğrafya bölümü mezunlarının bu alanlarda iş bulma, çalışma ve kadro açılması için yeterli gerekçe ya da sebep olamaz ve zaten olmamıştır da.

Coğrafya bölümü mezunlarının kamu ve/ya özel sektörde iş bulması, çalışabilmesinin üç temel konu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu konulardan biri Coğrafya Bölümü mezunlarının mesleki yeterlilikleri, diğer konu coğrafya bölümlerimizin misyonları ve müfredatları ile eğitim yeterliliklerinin misyonlarıyla uyumlulukları. Bir diğer konu ise ilgili kanun ve yönetmeliklerdir. Bu güne kadar, bu konudaki problemlere ait farkındalık ve çözüme yönelik doğru stratejiler sağlanmadığı ve/veya sağlanamadığı için istisnai örnekler hariç, coğrafya bölüm mezunları kamu ya da özel sektörde iş bulamıyorlar, çalışamıyorlar.

Bu konunun arz-talep ilişkisi ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Düz mantık olarak; siz benim bir problemimi çözersiniz, ben de bu hizmetinizin karşılığını size veririm. Sizin, benim problemimi çözen kişi olduğunuzu görür ve bilirsem, problemim olduğunda sizi ararım. Kamu size kapılarını açar, özel sektör size iş imkânı sağlar. Kamu ya da özel sektörde çalışan kişi olmanız, yaptığım bu açıklama çerçevesinde aranılan kişi olmanız ile ilgilidir. Çalışan, aranılan kişi olmanız için bu potansiyele sahip olmanız değil, benim problemimi çözen, yaşamıma katkı yapan kişi olmanız önemlidir. Şimdi ben size bir soru sormak istiyorum. Hangi ya da kaç coğrafya bölümümüzün müfredat programı ve eğitim yeterliliği; yukarıda sayılan iş alanlarında görev yapma yeterliliklerine sahip mezun verebilecek yetkinliktedir? Coğrafya bölümü mezunlarının kamu ve özel sektörde iş bulması, çalışabilmesi için günümüz koşulları içinde, ilgili alanlardaki ihtiyaçlara cevap, hizmet verebilecek mesleki yeterliliklere sahip olması gerekir. Coğrafya bölümü mezunlarının bu yeterliliklerden yoksun olmaları engellerden biri, hatta en önemlisidir.

Coğrafya bölümlerinin web sayfalarına baktığınızda onların misyonları yazılıdır. Coğrafya bölümlerinin misyonları; onların var oluş nedenlerini ifade ediyor olmalıdır. Bu var oluş nedenleri “coğrafyacı meslek yeterliliklerini kazandırmak” olarak ifade edildiği örnekler yok denecek kadar azdır. Bu şekildeki misyona sahip olan bölümlerin müfredat programları,  sahip oldukları eğitim imkanları ve eğitmen kadrolarının bu misyon için yeterli olup olmadığı ise ayrı bir tartışmanın konusu olduğunu düşünüyorum. Coğrafya bölümleri, kendilerine; “biz hangi iş ya da işleri yapma yeterliliklerine sahip mezun veriyoruz ya da vereceğiz?” sorusunu sormalılar ve bu konuda bir karar vermeliler. Sonra da verecekleri bu karara bağlı olarak, “sektör ihtiyaçlarına göre” ilgili alanda çalışacak coğrafyacı için meslek yeterliliklerini sağlayacak müfredat programını, ders içeriklerini oluşturup uygulamaları gerekir. Bölümlerimizin, bu yaklaşım ile misyon ve müfredat programlarını gözden geçirmelerine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Her mesleğin bir kanunu vardır. Ancak, coğrafyacı meslek unvanını tanımlayıcı “meslek kanunu” yoktur. Zaten birçok problemin kaynağı da “coğrafyacı meslek kanunu” olmayışıdır. Bu kanunda; coğrafyacı meslek tanımı, mesleki yeterlilikleri, bu yeterlilikler için eğitim standartları, mesleki çalışma koşulları vb. birçok tanım, sınıflama ve açıklamalar yer alır, almalıdır. Coğrafya bölümlerimizde uygulanmakta olan coğrafya müfredat programında bir standart olmayışı, kamu kurumlarında kadro tahsisine esas alınacak “coğrafyacı mesleğine ait iş tanımlaması” yapılamaması, hatta bu işlerin coğrafyacıların dışındaki meslekler için tanımlanması; tamamen, bu konular için esas alınacak bir coğrafyacı meslek kanununun olmayışından kaynaklanmaktadır. 

“Coğrafyacı” bir meslek sınıfını tanımlayan bir unvandır. Size bir sorum daha olacak; “Coğrafyacı” meslek unvanını kim veriyor? Kimdir “coğrafyacı”?  Coğrafya bölümlerinden mezun olanlara “coğrafyacı” meslek unvanı mı verilir? Böyle olduğu nerede yazıyor?

Üniversitelerimizin coğrafya bölümlerinden mezun olanlara; 4 yıllık coğrafya programından mezun olduğu belirtilen, kanun ve yönetmeliklerin kendine sağladığı hak ve yetkilerden faydalanmak üzere diploma verilir. Mezunlara bu diplomalarla coğrafyacı meslek unvanı verilmez. Peki, coğrafya bölümü mezunları hangi kanun ve yönetmeliklerden yararlanırlar? Bu konudaki tek örnek; pedagojik formasyon almaları halinde öğretmenlik mesleğini yapabilmeleridir. Ama zaten sorunuzda kastettiğiniz bu değil.

Öğretmenlik mesleği dışında, coğrafya bölümü mezunlarının kamu sektöründe “jeomorfolog” kadrosu için “jeomorfolog olarak görev yapabilir” belgesi ile iş bulma imkânı vardı. Vardı diyorum, zira bu konudaki uygulamalar 1982 yılı mezunlarına kadar kısmen sağlıklı uygulanabildi. 1982 yılında uygulamaya konulan YÖK yasası ile coğrafya bölümlerinin “kürsü” sisteminden “bölüm” sistemine geçmesi; bu belgenin verilmesinde ve belgeyi kullanan mezunların jeomorfolog meslek yeterliliklerinin sağlamasında tam bir kaosa neden oldu. Gelinen noktada ise bu belge artık ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından dikkate alınmamaktadır. “coğrafyacı unvanı” tek başına bir çözüm değildir. Çözüm coğrafyacı meslek kanunun çıkartılmasındadır. “Coğrafyacı Ulusal Meslek Standardı” ve “Coğrafyacı Ulusal Meslek Yeterlilikleri” oluşturulmalı ve Resmi Gazetede yayınlanarak kanunlaşmalı ve yürürlüğe konulmalıdır. 

Bu gerçekleştirildiği zaman; YÖK, kamu kurum ve kuruluşları, özel sektör bu kanuna göre hareket etmek zorundadırlar. Bu durum; coğrafya yükseköğretimine, coğrafyacı kadro ve meslek uygulamalarına standart getirecektir. 

  • Sinan Kütük

Size göre ideal bir coğrafya bölümü gerek teknik gerekse akademik kadronun yeterliliği açısından temel olarak hangi imkânlara sahip olmalıdır? Bu imkânı sağlayabilmiş Dünya’dan ya da Türkiye’den örnek verebileceğiniz bir coğrafya bölümü var mıdır?

  • Hüseyin Turoğlu

Coğrafya bilim dalı; birbiri ile etkileşim halindeki farklı uzmanlık konularını içeren, çok geniş bir yelpazeye sahiptir. Yükseköğretim lisans coğrafya eğitiminin çağdaş ve günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek kapsam ve yeterliliklerde verilebilmesi; hem akademik kadro yeterliliği ve hem de eğitim araç, gereç, laboratuvar ve fiziki ortam koşullarına ait imkânlar ile ilgilidir. Bu imkânlar ve yeterliliklere; tüm yönleri ile coğrafya bilim dalı lisans eğitimi için her hangi bir bölümün sahip olmasını zor bir olasılık olarak görüyorum.

Coğrafya bölümlerinin; sahip oldukları imkânlar ve yeterlilikleri dikkate alarak misyonlarını belirlemelerinin doğru olduğunu düşünüyorum. Böylece; imkânlarını, yeterliliklerini, enerjilerini coğrafya bilim dalının bir alanı ya da konusuna odaklayarak, ideal standartlardaki lisans coğrafya eğitimi verebilme şansını yakalayabilirler. Bir başka ifade ile “ihtisas bölümleri” yapılanmasını kastediyorum. Coğrafya bölümleri, misyonlarını; akademik kadro yeterlilikleri ve teknik altyapı imkânlarına göre coğrafya bilim dalının bir konusu ya da alanına odaklanacak şekilde belirlerse aslında “ihtisas bölümü” yapılanmasını gerçekleştirmiş olacaklarını düşünüyorum. 

İdeal bir coğrafya bölümü gerek teknik gerekse akademik kadronun yeterliliği açısından temel olarak hangi imkânlara sahip olmalıdır?” sorusunun cevabı “o coğrafya bölümünün var oluş sebebi” ile alakalıdır. Akademik kadro ve teknik altyapı imkânlarının, “bölümün varoluş sebebini” karşılayacak yeterliliklerde olması ideal olanıdır. Bunun için coğrafya bölüm yönetimi kendine şu soruyu sormalıdır; “Benim var oluş sebebim ne? Ben niçin varım?”  Sonra da şu soruya cevap aramalı; “sahip olduğum imkân ve yeterlilikler, var oluş sebebimin gereğini yerine getirmek için uygun ve yeterli mi?”.

Dünya’daki örnekler incelendiğinde, coğrafya bölümlerinin; coğrafya bilim dalının fiziki coğrafya ve beşeri coğrafya alanlarındaki, hayatın içinde olan, insan yaşamına katkıda bulunan farklı konularında ihtisaslaşan programları uyguladıkları görülür.

Bu bölümler; temel coğrafya eğitimi üzerine kurgulanan coğrafyanın bir konusunda uzmanlaşma, meslek edinme misyonu ile programlarını oluşturmuşlardır. Ve bu coğrafya bölümleri, ihtisas alanları ile anılırlar. Öğrenciler tercihlerini, bölümlerin ihtisas alanlarına göre yaparlar.

Ülkemizde, “ihtisas bölümü” yapılanmasını esas alarak uygulamayı benimseyen coğrafya bölümlerimizin olduğunu biliyorum. Ancak coğrafya bölümlerimizin birçoğu genel ifadelerden oluşan bir misyon tanımı ile kendilerini tanıtıyorlar. Bu bölümlerdeki öğrencilere mezuniyetleri sonrasında hayatlarını nasıl kazanacakları sorulduğunda, meslek olarak “coğrafya öğretmenliği” cevabını alırsınız. Oysa fakültenin kapısında “öğretmen okulu” ya da “eğitim fakültesi” yazmaz. Yani, coğrafya bölümlerimizde lisans coğrafya eğitimi alan öğrencilerin çok büyük bir bölümünün meslek olarak hedefi “coğrafya öğretmenliği” dir. Bir anlamda, öğrenci profili; coğrafya bölüm programlarından beklentileri dolaylı olarak şekillendirdiği görülüyor. Aslında, bölümlerimizin, misyonlarını, müfredat programlarını, imkânlarını ve yeterliliklerini, öğrenci profilinin mesleki beklentisini dikkate alarak gözden geçirmeleri; “ihtisas bölümü” yapılanmasını kendiliğinden gerçekleştiriyor. Ancak bunun farkında olunması çok önemli. Ayrıca, ülkemiz coğrafya lisans programındaki öğrencilerin büyük çoğunluğunun, meslek olarak kendilerine sadece “coğrafya öğretmenliğini” hedeflemeleri, üzerinde düşünülmesi ve araştırılması gereken çok önemli bir diğer konudur.

  • Sinan Kütük

Öğrencilerin, Coğrafya bölümlerine sözel puan türüyle yerleştirilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

  • Hüseyin Turoğlu

Ülkemizde, coğrafya bilim dalının sosyal bilim olarak görülmesi nedeni ile coğrafya lisans eğitimine kabul edilen öğrencinin de sözel puanla yerleştirilmesi kabul edilmiştir. Ancak coğrafya bilim dalının, diğer bilim dallarından farklı olarak, kendine has bir yapısı vardır. Bu farklılık, onun “Fiziki Coğrafya” ve “Beşeri Coğrafya” olarak iki temel disiplinden oluşmasıdır. Bu özelliği nedeni ile üniversitelerin coğrafya bölümlerine yerleştirilecek olan öğrencilerden hem sayısal ve hem de sözel yeterlilikler aranmalıdır. Sözel puan türü ile yerleştirilen öğrencilerin ortaöğretim program niteliği, coğrafya yükseköğretim için gerekli eğitim altyapısını hazırlamakta yetersiz kalmaktadır. Ben, öğrencilerin; “eşit ağırlıklı” puan türü ile üniversite coğrafya bölümlerine yerleştirilmesinin doğru olduğunu düşünüyorum.

  • Sinan Kütük

Coğrafya bölümlerinin sosyal bilimler alanında yer alması ve Edebiyat Fakültelerinde okutulması sizce doğru bir konum mudur? Coğrafya bölümleri fiziki ve beşeri coğrafya olarak ayrılmalı mıdır?

  • Hüseyin Turoğlu

Yükseköğretim coğrafya eğitiminin nerede verildiğinden çok, bence önemli olan bu eğitimin nasıl, hangi koşullarda ve yeterliliklerde verildiğidir. 1970 li yıllarda da bu tartışma vardı. O dönemlerde, İstanbul üniversitesinde “yerbilimleri fakültesi” çatısı altında, coğrafya, jeoloji, jeofizik bölümlerinin olduğu bir yapılanma gündeme gelmiş ve tartışılmıştı. Sonrasında da zaman zaman bu tür tartışmalar hep oldu. Coğrafya eğitimi nerede olmalı, Kaç anabilim dalından oluşmalı, anabilim dalları ayrı fakültelerde mi olmalı, bazı coğrafya alanları ya da konularının farklı bölüm ya da mühendisliklerde olması talepleri gibi konular zaman zaman farklı platformlarda hep tartışıldı Bazıları halen de tartışılmaktadır. Bana göre bu tartışmaların temelinde; mevcut coğrafya eğitiminin, günümüz bilimsel platformlarda uluslararası standartlarda ve insan yaşamındaki ihtiyaçlarına cevap verecek nitelik ve yeterliliklerde olamamasından kaynaklanmaktadır. Bence bu nitelik ve yeterliliklere sahip olmak için coğrafya lisans eğitiminin ille de şu ya da bu fakülte çatısı altında olma zorunluluğunu düşünmüyorum. Doğru hedefler, doğru ve nitelikli akademik ve fiziki, teknik altyapı ve stratejilerin; coğrafya lisans eğitimi için çok daha önemli ve gerekli olduğu düşüncesindeyim.

Her şeyden önce; coğrafya bilim dalının bütünlüğünün korunması gerektiği ve anabilim dallarının bu bütünlük içinde kalmasının doğru olduğu kanaatindeyim. Farklı uzmanlık konularına sahip olmasına rağmen, aslında coğrafyanın hangi alanında ve konusunda çalışırsanız çalışın, coğrafya çatısı altındaki diğer alan ve konulardan kendinizi kesin çizgiler ile soyutlayamazsınız. Bunu yaparsanız ya da yapmaya çalışırsanız o zaman coğrafya değil başka bir bilim dalı çalışması yapıyor olursunuz. Örneğin, jeomorfoloji çalışıyorsanız; hidrografya, klimatoloji, bitki ve toprak örtüsü hatta insan faktöründen bir ya da birkaçının mutlaka bu çalışmanızda ilişkisel etkileşimi, katkısı vardır, olacaktır. Bu ilişkisel etkileşimi göz ardı edemezsiniz, edilmemesi gerekir. Coğrafya bilim dalının bu yapısının doğru ve iyi algılanması çok önemlidir. Coğrafya bilim dalı alanı ya da konularında uzmanlaşmak; uzun süredir ihmal edilen ama yapılması, olması gerekli ve çok önemli bir konudur. Ancak bu uzmanlaşma; coğrafya bütünlüğünden kopma, başka bir bilim dalı uygulayıcısı gibi olma anlamına gelmemelidir, bu hataya düşülmemelidir.

UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Organizasyonu) tarafından geliştirilen “ISCED-2011 (International Standard Classification of Education 2011)” ve “ISCED-F 2013 (International Standard Classification Of Education, Fields of education and training 2013) Detailed field descriptions” raporu uluslararası önlisans, lisans ve lisansüstü eğitim programları sınıflamasıdır. Bu sınıflamalarda fiziki coğrafya’nın “yerbilimleri” ile birlikte, beşeri coğrafya’nın ise “sosyal ve davranış bilimleri” ile birlikte bir sınıflandırmaya tabii tutulduğu görülmektedir. YÖK de ISCED 2011 ve ISCED-F 2013 kapsamda aşağıdaki sınıflamayı esas alarak önlisans, lisans ve Lisansüstü eğitim programlarını yenileme çalışmalarını sürdürmektedir. Bu kapsamda, YÖK; coğrafya lisans eğitimini iki ayrı anabilim dalına bölerek yeni isimlendirme ve sınıflama yapma eğilimi içinde olabilir. Zira esas aldığı ISCED 2011 ve ISCED-F 2013 sınıflamasında coğrafya lisans eğitimi aşağıdaki gibidir. 

Beşeri Coğrafya:

ISCED-2011:   03. Social sciences, business and law (Sosyal bilimler, işletme ve hukuk), 3.1. Social and behavioural science [geography (except physical geography)], {Sosyal bilimler ve davranış bilimleri [coğrafya (fiziki coğrafya hariç)]}.

ISCED-F 2013: 03 Social Sciences, Journalism and Information (Sosyal Bilimler, Gazetecilik ve Bilgi), 031 Social and behavioural sciences (Sosyal ve davranış bilimleri), 0314. Sociology and cultural studies [Cultural geography (human and social geography)], {Sosyoloji ve kültürel çalışmalar [Kültürel coğrafya (beşeri ve sosyal coğrafya)]}

Fiziki Coğrafya:

ISCED-2011: 04. Science (Bilim), 4.4. Physical sciences  (physical geography and other geosciences) [Fiziki bilimler (Fiziki coğrafya ve diğer yerbilimleri)]

ISCED-F 2013: 05. Natural Sciences, Mathematics and Statistics, (Doğa bilimleri, Matematik ve İstatistik) 053. Physical sciences (Fiziki bilimler), 0532. Earth sciences (Geography-Physical) [Yer bilimleri (Fiziki Coğrafya)].

Çok ilginçtir ki başta İngiltere, Almanya, Fransa, Amerika gibi ülkelerin önde gelen üniversitelerindeki coğrafya lisans eğitimi incelenirse; YÖK’ün ISCED 2011 ve ISCED-F 2013 de yapılan isimlendirme ve sınıflamayla benzeşmediği fark edilir. Bu üniversitelerin çoğunda, coğrafya eğitiminin; doğrudan ve sadece “coğrafya bölümü” adı altında, ya da bazılarında olduğu gibi Coğrafya ve Çevre, Coğrafya ve Planlama, sosyoloji ve coğrafya, coğrafya ve bölge planlama adı altında (ki burada da coğrafya bütünlüğü korunmuştur), bazı ülkelerin üniversitelerinde ise “coğrafya fakültesi” çatısı altında verildiği görülür. Bu durumun anlamlı olduğunu düşünüyorum.  

Eğer yeni bir yapılanma için benim fikrimi sorarsan; aslında coğrafya lisans eğitiminin nerede olduğu değil, nasıl ve hangi yeterliliklerde yapıldığı önemli, bence. Bu yaklaşım içinde; yeni bir yapılanma ya da sınıflama modeli için şöyle bir önerim olabilir. Prensip olarak, coğrafya çatısı altındaki alanların ya da konularının ayrılmasın doğru olmadığını düşünüyorum. Hatta “Geo” ile başlayan bilim dallarının bir çatı altında toplanmasının, bu çatı altında olacak her bilim dalı için çok faydalı olacağına, hem lisans ve hem de lisansüstü öğrencilerinin farklı bilim dallarının derslerini takip ederek daha iyi eğitim alacaklarına inanıyorum. Geçmişte gündeme gelen “Yerbilimleri Fakültesi” bu konudaki olumlu bir yaklaşım olabilir. Ya da bu model; coğrafya bütünlüğünün korunarak yer alacağı “Earth System Science-Yer Sistem Bilimi” çatısı altında olabilir.

  • Sinan Kütük

Liselerde okutulan coğrafya derslerinin seçmeli olması, içeriğinin sığlaştırılması ve üniversiteye giriş sınavlarında soru sayılarının düşürülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

  • Hüseyin Turoğlu

Ortaöğretim coğrafya müfredatı, öğrencilere; içinde yaşadığı mekânla doğru ilişkiler kurabilme, yaşadığı hayatı doğal, sosyal, kültürel, ekonomik vb. boyutları ve her yönü ile bütüncül bir biçimde anlayabilme, ilişkilendirebilme yeterliliklerinin kazandırılması, coğrafi özelliklere ait koruma/kullanma, doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı, doğal tehlikeler ve etkilerini anlama, değerlendirebilme mantığının kazandırılması, öğrenciyi yaşama hazırlama, hayatı öğretme, öğrendiklerini kullanma gibi temel eğitim ve öğretim hedefli olmalıdır. Bu yeterliliklerin kazandırılması, ülkedeki her bireyin hayata bakış açısı, doğal ortam insan ilişkisi ve toplumsal menfaatler perspektifinde değer yargılarını ve doğruluk normlarını şekillendirecektir.

Dikkatle bakıldığında; gerek ulusal ve gerekse küresel konuların ve problemlerin kökeni ya da bileşenlerinin çoğunlukla coğrafya temelli olduğu görülür. Bu konuları anlayan, analiz eden, sonuç ve bulguları ilişkilendirerek çözümler üreten, öngörüler yapabilen coğrafyacılara, ya da coğrafi bakış açısına sahip, bu gözle görebilen, anlayabilen yaşamında kullanabilen farklı meslek gruplarındaki vatandaşlara, ülkemiz menfaatleri için ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç ve gerçek eğer anlaşılamaz ve ulusal anlamda hazırlıklı olunmaz ise gelecekte çok daha büyük eksikliği hissedilecek, ulusal ve uluslararası stratejik kayıpların gizli sebebi olacaktır. Bu yüzden, ülke menfaatleri için ilköğretimden başlayan ve orta öğretimde de devam eden bir coğrafya eğitimi ve öğretimi hassasiyeti önemsenmelidir. Ancak son 20 sene mercek altına alınırsa, ortaöğretimdeki coğrafya eğitim ve öğretiminde önemli değişiklikler olduğu ve bu değişikliklerden, yukarıda değinilen hassasiyetlerin ve değerlerin farkında olunmadığı, coğrafya dersinin giderek göz ardı edilme eğilimi anlaşılmaktadır.

Ortaöğretim programında, 2005 yılında kapsamlı bir değişiklik gerçekleştirilmiştir. Bu değişiklikte; coğrafya dersi haftada, 9. sınıfta 2 saat zorunlu, 10, 11 ve 12. sınıflarda 2 saat zorunlu ve 4 saat seçmeli olarak uygulanmaya başlanmıştır. Bu ders saatleri; 2018-2019 eğitim-öğretim yılından itibaren, MEB Talim Terbiye Kurulu Başkanlığının 19/02/2018 tarihli ve 56 sayılı “Ortaöğretim Kurumları Haftalık Ders Çizelgesi” konulu kararı ile Anadolu Liselerinde ve Fen Liselerinde Coğrafya dersi 9 ve 10. sınıflarda 2 şer saat ortak (zorunlu) ders, 11 ve 12. sınıflarda ise seçmeli ders olarak yeniden düzenlenmiştir. Sosyal Bilimler Liselerinde ise coğrafya derslerine 9, 10, 11, 12. sınıflarda haftada 2 şer saat olarak ortak (zorunlu) ders grubunda yer verilmiştir.

1999-2019 yılları döneminde üniversiteye giriş ve yerleştirme sınavlarında sık sık sistem değişikliği yapılırken, aynı zamanda sınavlarda sorulan coğrafya sorularının sayılarında da değişiklikler gerçekleştirilmiştir. 2010-2012 yılları döneminde, YGS+LYS sınavlarında toplam 500 sorunun 54 tanesi coğrafya sorusu (%10,8) olarak yer alırken, 2018-2019 yılları döneminde TYT+AYT sınavlarında toplam 280 sorunun 22 tanesi coğrafya sorusu (%7,9) olarak yer almıştır. Uygulanmakta olan soru dağılımında Temel Yeterlilik Testi (TYT) sınavında 120 sorunun sadece 5 tanesi (%4,2) coğrafya sorusudur.  Alanda Yeterlilik Testi (AYT) sınavında 160 sorunun ise 17 tanesi (%10,6) coğrafya sorusudur.

Öğrenciler ve hatta veliler için; üniversite seçme sınavlarına hazırlık niteliği taşıyan ortaöğretim programındaki coğrafya dersi sorularının sayısal ve oransal olarak bu seviyelere azaltılması coğrafya derslerine olan ilgiyi ve gereklilik algısını azaltmaktadır. Hatta öğrencilere ve veliler, coğrafya dersine çalışarak zaman harcamayı gereksiz görmektedir. Çünkü yeni sistemde coğrafya sorusu cevaplamaksızın da bu sınavlarda başarılı olabilmektedirler. Hatta bazı özel okulların, sistemin bu yapısı nedeni ile gayrı resmi de olsa coğrafya ders saatlerini farklı dersler için kullandıklarını da duymaktayız.

Gerek ortaöğretimdeki coğrafya ders saatlerinin ve gerekse üniversite sınavlarındaki coğrafya soru sayısının azaltılması, ayrıca orta öğretim coğrafya ders, kapsam ve içeriğinde yapılan değişiklikler dikkat çekicidir. Bu değişiklikler coğrafya eğitimi ve öğretiminin ortaöğretim içindeki payının küçültülmesi, dersin önemsizleştirilmesi algısını ve kanaatini oluşturmaktadır.  Ayrıca; ortaöğretim coğrafya programı hakkında karar vericiler ve diğer ilgililerin, coğrafya eğitimi ve öğretimi hakkındaki vurgulanan önemine ait farkındalığının da tartışılır olduğuna işaret etmektedir.

  • Sinan Kütük

Mevcut coğrafya bölümlerinde okuyan öğrenciler ve bu bölümden mezun olanlar için neler tavsiye edebilirsiniz? Kendilerini bu alanda en iyi nasıl geliştirmeliler ve kariyerlerinin rotasını nasıl belirlemelidirler?

  • Hüseyin Turoğlu

Coğrafya bölümünü bilerek ve isteyerek tercih eden ve kendine coğrafya ile ilgili gelecek planlayan bir öğrencinin, lisans eğitiminin ilk yılını tamamladığında, coğrafya içindeki kendi ilgi alanına yönelik bir yol belirlemesi ve o alana yönelik gelecek 3 yılını değerlendirmesinin doğru olduğunu düşünüyorum.

Coğrafya; yelpazesi çok geniş bir bilim dalıdır. Coğrafya bilim dalının tüm konularında bilgi sahibi olabilirsiniz. Ama uzmanlaşmak başka bir şeydir ve özeldir. Herkes, her konuda bilgi sahibi olabilir. Ama herkes her konuda uzman olamaz. Ve coğrafya bilim dalının her konusunda uzman olmanın, istisnalar hariç, kolay bir şey olduğunu düşünmüyorum. Aksi fikre sahip olanların; bilgi sahibi olmak ile uzman olmayı karıştırıyor olmaları gerekir.

Coğrafya bölümü öğrencileri ve mezunlarına önerim; tabii ki coğrafyanın her konusunda mümkün olduğunca iyi düzeyde bilgi sahibi olmaları ama hiç değilse coğrafyanın bir konusunda da uzmanlaşmalarıdır. Uzmanlaşma olmaz ise coğrafyanın tüm konularında ne kadar iyi olursanız olun, bu birikiminizin ve yeterliliğinizin bilgi sahibi olmaktan öteye gitmesi çok zordur. O zaman herkesten bir farkınız olmaz. Herkes gibi olursunuz. Eğer coğrafyanın bir konusunda uzmanlaşırsanız, o zaman herkesten farklı olursunuz. Çünkü herkesin bilmediği bir şeyleri biliyor, herkesin yapamadığı bir şeyleri yapıyor, herkesin göremediği şeyleri görüyor olacaksınız. İşte “işin sırrı” burada. Bunu başardığınızda; siz insanların yaşam kalitesine katkı yapabilirsiniz, yaşamlarındaki bir problemine çözüm üretebilirsiniz, toplumun refah seviyesinin yükselmesine katkıda bulunabilirsiniz. Bunları yapar hale geldiğinizde toplum sizi tanır, size ihtiyaç duyar, sizden coğrafya çalışmalarına, uzmanlık alanınıza ait iş taleplerinde bulunur, diğer bilim dalı mensupları sizinle işbirliği yapmak ister.

“Coğrafya bölümü mezunları, şu işleri yapar”, “şuralarda çalışır”, “şu işler coğrafya bilim dalının işleridir” demekle öyle olmaz. Siz bu işleri gerçekten güncel ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yapabilecek yeterliliklere sahipseniz ve bunları icra ederek gösterebiliyorsanız o zaman bu işler sizin yapacağınız işler olur. Bu da uzmanlaşma ile mümkündür. Bunun için de başta da söylediğim gibi tabii ki coğrafya bilim dalının konuları hakkında bilgi sahibi olunması önemlidir, bunu da yapmalısınız. Ama sadece bunu yapmak sizi aranılan, ihtiyaç duyulan kişi yapmaz. Eğer 4 yıl boyunca eğitimini aldığınız coğrafya bilim dalına ait konularda çalışıp hayatınızı kazanmayı hedefliyorsanız, sadece dersleri takip ederek bunu başaramazsınız. Coğrafya bilim dalı içindeki ilgi alanınızı belirlemeniz, ders zamanlarınızın dışında bu konular için araştırmalar yapmanız, yayınlar okumanız, güncel gelişmeleri takip etmeniz, hayatın içindeki coğrafya konularını sorgulamanız ve ilgilenmeniz, coğrafya bilim dalına yakın diğer bilim dalları ile bilgi birikim paylaşımı imkânlarını araştırmanız gerekir. Coğrafya bölümü öğrencilerine son sözüm; kısacası, kendinizi yetiştirmeniz gerekir. Kendiniz için başkalarının bir şeyler yapmasını beklemeniz büyük hata olur. Kendinize sadece siz; doğru kararlar alarak ve doğru işler yaparak yardım edebilirsiniz.

[1] İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü

[2] İstanbul Üniversitesi, Fiziki Coğrafya ABD Yüksek Lisans Öğrencisi

Coğrafya Nedir? Coğrafyacı Kimdir?


COĞRAFYA NEDİR? COĞRAFYACI KİMDİR?
UZMANLIK VE ÇALIŞMA ALANLARI NELERDİR?

Prof. Dr. Murat TÜRKEŞ[1]

COĞRAFYA NEDİR?

Fiziki Coğrafya alanında çok sayıda nitelikli bilimsel çalışmaları bulunan ve her düzeyde ders kitapları hazırlamış olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin çok tanınmış ve saygın Fiziki Coğrafyacısı rahmetli Prof. Dr. Sırrı ERİNÇ, eserlerinde, coğrafya ve özellikle de fiziki coğrafyanın alt disiplinleri (jeomorfoloji, klimatoloji, vejetasyon coğrafyası, fiziksel/doğal ortam ve çevrebilimi) konusunda çok ayrıntılı değerlendirmeler ve tanımlar yapmıştır. Erinç, eski ders kitaplarında (ör. Erinç, 1978) ve son yıllarında (Erinç, 1999) yayımlanmış olan bir ders kitabında, coğrafyayı, “Yeryüzünü ve onun farklı karakterdeki bölgelerini, insanların yaşam alanı olarak inceleyen ve tanıtan bilim” olarak tanımlamıştır.

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin değerli Fiziki Coğrafyacısı, rahmetli Prof. Dr. Reşat İZBIRAK, Coğrafya Terimleri Sözlüğü’nde (İzbırak, 1964), coğrafyayı, “Bütün çeşitlilikleriyle yeryüzüne bağlı olayları tanıtan, bunları açıklayan bilim” olarak tanımlamıştır.

Tanınmış Coğrafyacı Sami ÖNGÖR, Coğrafya Terimleri Sözlüğü’nde (Öngör, 1980), coğrafyayı, “Yeryüzünde oluşan, fiziksel, dirimsel ve insana ilişkin olayları betimleyerek, oluş nedenlerini, dağılışlarını ve aralarındaki ilişkileri kendine özgü ilkelerle araştırıp açıklayan bilim” biçiminde tanımlamıştır.

Coğrafya, çok çeşitli tanım ve yaklaşımlar dikkate alınarak, yeryüzünün farklı bölgelerindeki yer şekillerinin, iklimin, suların, canlıların, doğal kaynakların, nüfusun ve üretimin alansal ve zamansal durumu ve değişimleri ile yeryüzünün bu farklı özellikteki bölgelerini, insanların ve toplumların yaşam alanı olarak inceleyen ve açıklayan bilim olarak tanımlanabilir (Türkeş, 2015, 2018). Burada verilen tanımlardan ve incelenirse başka tanımlardan da anlaşılabileceği gibi, Coğrafya tanımlarının ortak anahtar kelimeleri ‘yeryüzü’ ve ‘insandır’.

Çağdaş Coğrafya biliminde, Coğrafya’nın genel olarak “Fiziki Coğrafya” ve “Beşeri (İnsan, Sosyal, vb.) Coğrafya” olarak iki ana dala ayrıldığı ve coğrafya çalışmalarının bu alanlarda daha fazla gelişme ve uygulama şansı bulduğu görülür. Çeşitli doğal ve sosyal etmen, olay ve süreçlerin alan ve zamandaki değişimlerini ve bunların arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışan coğrafya, bu özelliği ile aynı zamanda disiplinlerarası bir bilim özelliği gösterir. İçerdiği farklı çalışma konuları, bir yandan fen ve doğa bilimlerine bir yandan da sosyal ve insani bilimlere yakınlık gösterir.

Coğrafyanın en önemli özelliği fen ve sosyal bilimler gibi, çalışma yöntemleri, yaklaşımları, araçları ve hatta amaçları farklı olan bilimleri bir araya getirebilmesidir. Bu çalışmalar coğrafyanın Fiziki Coğrafya yanıyla yapıldığında daha çok fen ve mühendislik bilimlerinin yöntem, yaklaşım ve araçları kullanılırken, Beşeri Coğrafya çalışmalarında sosyal, ekonomik, insani ve/ya da doğa bilimler ağırlık kazanır.

Coğrafyacılar, geçmişte hem coğrafyacı (temel olarak Fiziki Coğrafya) hem de jeomorfolog olarak, çok sayıda teknik bakanlık ve kuruluşta (eski adları ya da kısaltmalarıyla; DMİ, MTA, DSİ, EİE, İller Bankası, Kara yolları ve Orman Bakanlığı vb.) çalışma olanağı bularak, Türkiye’nin kalkınmasına ve kendine özgü doğal ve fiziksel çevresine ilişkin sorunlarının çözümü, doğal kaynakların belirlenmesi ve korunması gibi konularda çok ciddi katkılarda bulunmuştur. Coğrafyacılar, bugün de başta Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM), Tarım ve Orman Bakanlığı (eski isimleri, Orman Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, vb.) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, MTA ve Kalkınma Bakanlığı (eskiden DPT), Dışişleri Bakanlığı gibi uygulamacı ve karar verici kurum ve kuruluşlar gelmek üzere, ülkenin kalkınması ve refahının arttırılması için ilgili kurum ve kuruluşlarda iş bulmak ve çalışmak istemektedir.

Ancak başta MGM gelmek üzere, birçok kurum, kuruluş ve bakanlıkta, coğrafyacıların yapabileceği, mesleki yetkinlik ve sorumluluk alanına giren işlerde, başka meslek gruplarının çalıştığı, istihdam edildiği görülmektedir. Bu konuyu yıllardan beri, birçok meslektaşım ve hocamız gibi, ben de hiçbir meslek elamanını, grubunu ve kuruluşunu incitmeden, kötülemeden, yalnız coğrafyacıların konumunu, yapabileceklerini ve bu alandaki gereksinimi, ilgili bakanlık, kurum ve kuruluş yöneticisine anlatmaya çalışmışımdır.

Örneğin, yanılmayı çok isterim ama bildiğim kadarıyla, son 20-25 yılda yukarıda adı geçen bakanlık, kurum ve kuruluşlarında, örneğin MGM’de doğrudan herhangi bir coğrafya kökenli teknik eleman alımına yönelik bir iş ilanı verilmemiş ve doğrudan bir coğrafyacı ya da jeomorfolog istihdam edilmemiştir.

Dahası, başka nedenleri de olmakla birlikte, emekli olan jeomorfologların kadroları ya geri verilmekte ya da boş tutulmaktadır. Bu durum, ne yazık ki, doğrudan Coğrafya Eğitim ve Öğretimini ve coğrafyacıları ilgilendiren yeni kurum ve kuruluşların teknik eleman istihdam politika ve uygulamaları açısından da sürmektedir.

Örneğin, son yıllarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda İklim Değişikliği ve İklim Değişikliği Uyum Daire Başkanlıkları ve bunların altında çeşitli şube müdürlükleri kuruldu ve kamu kurumları arasında iklim değişikliği konusundaki eşgüdümü ve işbirliğini artırmak için üst düzey bir İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu oluşturuldu. Ne kadar acı ve üzücüdür ki, kurulan İklim Değişikliği Dairelerinde, lisans ve lisansüstü ders planlarında ayrıntılı ve çeşitli klimatoloji/meteoroloji ve iklim değişikliği dersleri bulunan Fen-Edebiyat ve Edebiyat Fakültelerinin Coğrafya lisans (Coğrafyacı) ve lisansüstü mezunları (Jeomorfolog, Klimatolog) istihdam edilmemiştir.

Bu istem, Coğrafyacı’ların en temel anayasal ve evrensel insan hakkıdır.

         Coğrafya biliminin ve Coğrafyacı’ların uğramış oldukları bu yaygın ve sistematik haksızlığın ve çifte standardın sona erdirilmesinde yararlı olacağına inandığımız için, “Coğrafya Nedir? Coğrafyacı Kimdir? Uzmanlık ve Çalışma alanları Nelerdir?” benzeri yaşamsal soruların yanıtları aşağıdaki satırlarda özetlenmiştir.

COĞRAFYACI KİMDİR? UZMANLIK VE ÇALIŞMA ALANLARI NELERDİR?

Coğrafyacı’lar, yeryüzünün neresinde neler vardır? Onlar neden oradadır? Oranın özellikleri başka yerlere göre nasıl ve neden farklılaşır? İnsan, çevre ile nasıl bir etkileşim içindedir? vb. sorular sorar. Bu soruların yanıtlarını, çağdaş araştırma ve çözümleme yöntemlerini ve coğrafya bilimine özgü ilkeleri kullanarak, konular, olaylar ve süreçler arasında bir sentez (bireşim) yaparak verir.

Dünyanın gelişmiş ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de yaklaşık son 10 yıldan beri, coğrafya lisans öğrenimi, coğrafya öğretmenliği dışında, gerçekte coğrafya mezunlarına coğrafi bilimlerin fiziki coğrafyadan (ör. klimatoloji ve meteoroloji, jeomorfoloji, toprakbilimi, hidroloji ve oseanografya, ekoloji ve biyocoğrafya, vb.) beşeri coğrafya (ör. nüfus, yerleşme, sağlık ve pazarlama coğrafyası, siyasi ve ekonomik coğrafya, vb.) ve bölgesel coğrafyaya (ör. bölgesel ve kentsel planlama, kırsal ve bölgesel kalkınma, Avrupa Birliği, vb.) kadar değişen çeşitli önemli konularda mesleki yeterlilik vermektedir.

Gerçekte, bu temel ve uygulamalı mesleki yeterlilik, orta öğrenim coğrafya derslerinin kapsamına sığmayacak kadar kapsamlı ve zengindir. Başta Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gelmek üzere, coğrafya bilimine, gelişmiş ülkelerin hepsinde hak ettiği önem verilmektedir. Türkiye’de Coğrafyacı mesleki tanınırlılığı ve iyi hazırlanmış ve işlevsel bir coğrafya meslek tanımı yapılmadığı için de, küresel değişiklikler (iklim değişikliği, sınırlarötesi hava kirliliği ve asit yağışları, ozon tabakasının incelmesi, ormansızlaşma, çölleşme ve biyolojik çeşitliliğin azalması vb.), yoksulluk, küreselleşme vb. gibi yeni coğrafya konuları ve sorunları da, coğrafyacının olmadığı ya da istihdam edilmediği kurum ve kuruluşlarda, doğal olarak başka meslekler ve disiplinlerce paylaşılmaktadır. Başka bir deyişle doğrudan coğrafyaya ilişkin ve/ya da coğrafi nitelikli bilimsel ve teknik akademik ve araştırma konuları ve sorunlar, coğrafyacı olmayan mesleklerce yürütülmeye çalışılmaktadır. Kuşkusuz, bunun hem yetkinlik hem de çeşitli uygulamalar ve sonuçları açısından ciddi olumsuz sonuçları vardır.

Coğrafya bilimi, su, karbon ya da enerji döngüsünden, atmosfer, hava ve iklimden, toprak erozyonundan, nüfus ve yerleşme dinamiklerinden, kıyı çeşitleri ve levha tektoniğinden, vb. çok daha fazlasıyla, yeryüzü, insan, toplumlar, çeşitli fiziksel ve sosyal ortamlar ya da çevreler arasındaki ilişkilerin ve etkileşimlerin çalışılması, incelenmesi ve araştırılmasıdır gerçekte. İklim değişikliği ve değişkenliği, kuraklık, çölleşme, küreselleşme, yerel, bölgesel, uluslararası kuruluş ve hizmetler, hizmetlerin dağılış ve farklılaşması, doğal ve insan kaynaklı afetler, bölgesel farklılıklar, yoksullukla savaşım, kadının durumu ve sorunları, yok olan insan kültürleri ve biyolojik çeşitlilikler, arazi kullanımı, arazi kullanımı değişikliği ve ormancılık gibi, bugünkü yerel, bölgesel ve küresel konuların anlaşılmasında gerek duyulan coğrafi bilginin ve bu alanlarda yetkin coğrafyacıların önemli rolü, “çoğu kez bu rolün başlıca sahibinin kim olduğu bilinmeksizin” her geçen gün hükümetler, yerel yönetimler ve iş dünyası tarafından artan bir biçimde kabul edilmektedir.

Bu özellikle, kültürlerin, toplumların ve ekonomilerin (beşeri ve ekonomik coğrafya) dinamiklerinin anlaşılması ile fiziksel ve biyolojik ortam, yer şekilleri, çevresel etmen ve süreçlerin (fiziki coğrafya) coğrafi araştırma yöntem ve teknikleriyle bütüncül bir yaklaşımla anlaşılmasıyla başarılı bir biçimde karşılanabilir.

Coğrafyanın ve Coğrafyacı’nın gücü ve yetkinliği, ekoloji, istatistik, fizik, jeoloji, ekonomi ve siyasal bilimler gibi farklı disiplinlerden gelen bilgileri çözümleme (analiz), birleştirme ve bireştirme (sentez) yeteneğinden ve hemen her zaman büyük resmi ya da sorunsalı alansal (mekansal) bağlamda yorumlama yeteneğinden gelir.

Coğrafya (Coğrafyacı) geçen 30 yılda ağırlıklı olarak betimleyici bir bilim (bilimci) olma durumundan, yukarıda daha ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, iklim değişikliği, çölleşme, göçler, hastalıkların ve zararlıların dağılışı, kuraklık ve su yönetimi, orman yangınları, biyolojik çeşitliliğin korunması, nüfus dinamikleri ve eğilimleri, seçim, hizmetler ve pazarlama, küreselleşme ve kaynak yönetimi gibi konu ve sorunlarla ilgilenen ve bunlara çok disiplinli bir çalışma disiplini ve yeteneğiyle uygulanabilir ve bütüncül çözümler üreten bir uygulamalı bilime (bilimciye) dönüşmüştür.

COĞRAFYACI MESLEK TANIMI

         Coğrafyacı, en geniş tanımıyla, “doğal, fiziksel, çevresel, sosyoekonomik ve insani verilerden anlayan ve bu verileri elde edebilen; her türlü fiziksel ve sosyal araştırma ve planlama için veri tabanı oluşturan; elde edilen verilerin gelişmiş Coğrafi Bilgi Teknolojilerini (Coğrafi Bilgi Sistemleri, Uzaktan Algılama, Sayısal Haritalama, Arazi Kullanımı Uygunluk Analizleri, vb.) ve istatistiksel analiz yöntemlerini kullanarak alansal ve zamansal analizlerini ve geniş açılı/çok disiplinli sentezini yapabilen; kendine özgü çok disiplinli alansal çözümleme, değerlendirme ve bireşim olanağı ve yeteneğiyle hazırladığı bilimsel çalışmalar ile ülkenin karar geliştirme sürecinde karar vericilere ve planlamaya katkıda bulunan; insan ile yaşadığı fiziksel ve sosyal çevre arasındaki ilişkileri ve etkileşimleri inceleyen; coğrafi özelliklerden ve farklılıklardan kaynaklanan yerel, bölgesel ve küresel sorunları belirleyen ve inceleyen; bunlara uygulanabilir bütüncül çözümler geliştiren ve öneren teknik elemandır.”

ARAŞTIRMA, PLANLAMA VE KOORDİNASYON İŞLERİNDE İSTİHDAM EDİLECEK COĞRAFYACILARIN GÖREV YAPACAKLARI KURUMLAR VE SEKTÖRLER (Bazı Örnekler)

         Evrensel niteliklerde tanımı ve tanınırlılığı yapılan Coğrafya Biliminin, AB ülkeleri ve ABD başta gelmek üzere gelişmiş ülkelerde kapsamına uygun şekilde çeşitli uygulamalı çalışmalarda ve sosyoekonomik sektörlerde yerini aldığı görülmektedir. Bu yolla, sözü edilen gelişmiş ülkeler, kaynaklarını akılcı ve sürdürülebilir bir biçimde planlayabilmektedir. Zaten AB uyum sürecinde bulunan Türkiye, önümüzdeki yıllarda bu kapsamda da coğrafya bilimine ve coğrafyacı mesleğine olması gereken önemi göstermek zorunda kalacaktır. Bu noktada önemli olan, daha fazla zaman kaybetmeksizin Türkiye’de de coğrafyacılardan yaşamın tüm alanlarında ve tüm sosyoekonomik sektörlerde (özel ya da kamu, vb.) yararlanılmasının sağlanmasıdır.

         Yukarıda verilen tanımlar ve gerekçeler dikkate alındığında, günümüzde coğrafyacılar bütün bakanlıkların araştırma, planlama ve koordinasyonla ilgili birimlerinde, özellikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Tarım ve Orman Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Dış İşleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı’nda, TÜBİTAK’ta, Türkiye İstatistik Kurumu’nda, Maden Tetkik ve Arama, Orman Genel Müdürlüğü, Çölleşme ve Erozyonla Mücadele, Doğa Koruma ve Milli Parklar, Su Yönetimi, Meteoroloji, İller Bankası, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, Karayolları, Devlet Su İşleri, Elektrik İşleri ve TRT Genel Müdürlüklerinde; bu genel müdürlüklerin bölge ve taşra kuruluşlarında, valiliklerin bünyesinde oluşturulmuş bulunan İl Araştırma Planlama ve Koordinasyon Müdürlüklerinde, Belediyelerde ve özel sektörde görev alabilirler.

         Yukarıda adları geçen bu kuruluşların planlama, etüt-araştırma, eğitim, araştırma-geliştirme (ARGE) ya da araştırma-planlama-koordinasyon (APK) birimlerinde istihdam edilmesi gereken coğrafyacılar, bu kuruluşların verdikleri ve verecekleri hizmetlerin coğrafî planlamasını yaparak, hizmetlerin ülke, coğrafi ve idari bölge, bölüm, yöre ve alan üzerindeki dağılışını, insan-doğal ortam arasındaki karşılıklı etkileşimleri göz önünde bulundurarak inceler, çözümler ve haritalayarak dağılış desenlerini ve coğrafi ilişkileri ortaya çıkarır.

         Biyocoğrafya’da uzmanlaşmış Coğrafyacı’lar, Tarım ve Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (ör. Orman Genel Müdürlüğü, Çölleşme ve Erozyonla Mücadele, Su Yönetimi, Doğa Koruma ve Milli Parklar genel müdürlükleri), Kültür ve Turizm Bakanlığı; İl Özel İdareleri (eski Köy Hizmetleri Gn. Md.), ilgili bakanlıklara bağlı kurum ve kuruluşlar, araştırma enstitüleri, CBS şirketleri ve çevreci Sivil Toplum Kuruluşlarında (STK’lar), doğal kaynakların, ortamların (ormanların, sulak alanların ve çayır/meraların, vb.) ve çevrenin korunması, biyolojik çeşitliliğin saptanması ve korunması, yangın önleme ve kontrollü yangınlar, çölleşme ile savaşım, iklim değişikliğinin vejetasyon ve tarım üzerindeki etkisini çözümleme ve değerlendirme, çalışmaları ve/ya da projeleri, vb. konularında çalışabilir.

         Klimatoloji ve Meteoroloji’de (atmosfer, hava, iklim ve atmosferik çevre) uzmanlaşmış Coğrafyacı’lar: Yalnızca değişen iklimi değil, değişen Yerküre’yi ve bu değişmelerin nedenleri, alansal ve zamansal dağılış ve değişim desenleri, sonuçları ve etkilerini de en iyi anlayan, denetim düzenekleri ve süreçlerini tanımlayıp açıklayabilen bilimlerin başında geliyor Coğrafya. Kuşkusuz bu değerlendirme ya da varsayım, ülkeden ülkeye, akademiden akademiye ya da kurumdan kuruma değiştiği gibi, bu bilimin örneğin bir ülkedeki (ör. Türkiye ya da İngiltere ya da Almanya’daki) akademik ve kamusal alanlarında hangi düzeyde yapıldığı ya da uygulandığı ve algılanışı vb. gibi birçok etmenin de bir fonksiyonu (işlevi) olduğu unutulmamalıdır. İklim eğitim ve öğretimi açısından bugün genel olarak kabul gören bilimsel disiplin gruplandırmalarına göre, Coğrafya, iklim değişikliği konusuna (sorunsalı ve/ya da olgusuna), Fiziki Coğrafya ile doğa bilimleri ve doğal sistemler, Beşerî Coğrafya ile insan bilimleri ve insan sistemleri içine sokulmaktadır.

         Geçmişte oldu gibi, iklim değişikliğinin biyomlar ya da biyotoplar ve onların içerdiği ekosistemler, yaşam ortamları ve yaşam birlikleri, genel olarak biyoçeşitlilik ve tür dağılışları, türlerin bolluğu ve ekolojik etkileşimleri üzerindeki önemli etkileri ya da tehditleri ve bunların iklim değişikliğine vereceği yanıtlar farklılık gösterecektir. Yeryüzü ölçeğinde, örneğin bir iklim bölgesi ya da biyomda ya da biyom parçasında, coğrafi bölge, bölüm ya da yörede ya da bir su havzasında söz konusu etkiler ve verilecek olan uyum, göç ya da istilacı türler vb. gibi ekolojik/biyotik yanıtlar, iklim ve iklim değişikliğinin alansal olarak türdeş olmama (heterojenlik) niteliği nedeniyle kısmen yumuşayabilecek ve giderilebilecektir. Bu yüzden, iklim değişikliğin coğrafyası, özellikle biyocoğrafyasının çeşitli yönleri ve öğeleri ile bunların biyoçeşitliliğin korunması ve arazi temelli iklim değişikliği, arazi bozulması ve çölleşme ile savaşım ve uyum çabaları ve önlemleri ya da politikaları açısından önemlidir; öteki iklim değişikliği ilişkili coğrafi konulara ek olarak, Coğrafyacılar tarafından da mutlaka araştırılması gereken iklim değişikliği konularının başında gelenlerdendir.

         Özetlemek gerekirse, Coğrafya iklim değişikliği ve değişkenliği ile iklim değişikliğinin etkilerinin anlaşılmasında önemli bir yere ve role sahiptir. Gerçekte, Fiziki Coğrafyacılar, Klimatoloji dalıyla uzun zamandan beri küresel ve bölgesel iklim değişikliği ve değişkenliği konularıyla, sinoptik ve dinamik klimatoloji ve istatistiksel klimatolojiye (bölgeselleştirme, zaman dizisi analizleri, iklim değişikliği sinyalleri, periyodiklik, dalgalanma ve eğilimler vb. gibi değişim biçimleri, vb.), günümüzde ise iklim değişikliği modelleri ve kestirimlerine dayalı çalışmalar yoluyla yakından ilgilenmektedir.    

         Sonuç olarak, Klimatoloji ve Meteoroloji’de uzmanlaşmış Coğrafyacı’lar, (i) İklim tiplerini ve bölgelerini inceler; hava tipi ve hava dolaşımı desenlerini belirler ve izler; ekstrem olayların (klimatolojik ve meteorolojik afetlerin) başlangıcını işaret edebilen bu desenlerdeki değişiklikleri tanımlar; (ii) yerel ve bölgesel iklimsel değişikliğin ve değişebilirliğin alansal ve zamansal çözümlemelerini yapar; (iii) iklimsel değişimler ile bölgesel ve yarımküresel atmosferik değişim desenleri (ENSO, NAO, AO, vb.) arasındaki ilişkileri inceler; (iv) İnsan kaynaklı iklim değişikliği (küresel ısınma) ve küresel iklim sisteminin korunması (BMİDÇS ve Kyoto Protokolü); küresel, bölgesel ve ulusal politikalar ve önlemler, vb. konularında ulusal ve uluslararası düzeyde ayrıntılı çalışma ve değerlendirmeler yapar; (v) ayrıca, lisans öğretimi sırasında edindikleri ayrıntılı ve çok bilimli kuramsal ve uygulamalı bilgi ve tekniklerin yardımıyla, hava ve deniz tahminleri ile uydu meteorolojisi vb. konularında çok kısa sürede yetişerek iyi birer hava tahmincisi olarak görev yapar. Bu kapsamda, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı (ör. Orman Genel Müdürlüğü, Çölleşme ve Erozyonla Mücadele, Su Yönetimi), Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğü, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, medya meteorolojisi, seyahat ve turizm şirketleri, özel mühendislik, yatırım, danışmanlık, CBS, ÇED, enerji ve su kaynakları ile sigortacılık (klimatolojik ve meteorolojik afetler) şirketlerinde çalışarak anlamlı katkılar sağlayabilir.

         Belediyelerde çalışan Coğrafyacı’lar ise, belediyelerin hizmet alanı içinde ve dışında kalan alanların coğrafi yapısını, şehrin ya da kasabanın kuruluşunu, gelişimini ve fonksiyon alanlarının dağılışını inceleyerek, gelişime bağlı olarak planlar ve raporlar hazırlayarak ilgili kurullara sunabilir.

         Coğrafyacılar, turizm sektörüne araştırmacı, planlamacı ve coğrafî rehber olarak katkıda bulunabilir. Turizm potansiyeli olan alanların belirlenmesinde ve bununla ilgili projelerin hazırlanmasında araştırmacı olarak çalışan coğrafyacılar, çeşitli turistik gezilerde (turlarda) coğrafi rehberlik yaparak izlenen yolun coğrafî özelliklerini bütün yönleriyle bilimsel olarak anlatabilir.

         Bir fabrikanın planlama kısmında görev alan coğrafyacılar, hammadde temininden başlayıp, üretilen ürünlerin pazarlanmasına kadar gerekli olan her şeyi coğrafi mekânla ilişkilendirerek haritalandırıp, planlayabilir.

         Ayrıca TV kanallarında yayınlanan coğrafi belgesellerin hazırlanmasında görev alarak bilimsel danışmanlık yaparlar. Hava durumu sunuculuğunun, programlarının ve internet ya da gazete sayfalarının hazırlanmasının yanı sıra coğrafi bilgi isteyen her tür programın yapımına katkı sağlarlar.

         Coğrafyacılar, özel teknik ve danışmanlık büroları açarak, doğal afet sigortacılığı ve mekânla ilgili emlakçılık gibi iş ve konularda projeler üretip, yatırım danışmanlığı yapabilir.

         Coğrafyacılar, genel olarak Coğrafi Bilgi Teknolojilerine, özellikle Coğrafi Bilgi Sistemleri’ne (CBS/GIS) gereksinim duyan ve buna dayalı programlarla işlerini planlayan şirketlerde uygulayıcı ve danışman olarak çalışabilir.

TARTIŞMA

Öte yandan, bugünkü koşullarda özellikle kamu kurum ve kuruluşlarının işlev, istihdam, finansman ve yatırım olanaklarının önemli ve öncelikli olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde, doğrudan Fiziki Coğrafyayı (en geniş anlamlarıyla, Jeomorfoloji, Klimatoloji ve Meteoroloji, Biyocoğrafya, Hidroloji ve Su Kaynakları, Toprak Bilimi ve Toprak Coğrafyası, İklim Değişikliği, Arazi Bozulumu ve Çölleşme, Doğal Afetler, Afet Risk Yönetimi ve Analizi, vb.) ilgilendiren çok sayıda teknik birim (özellikle, Tarım ve Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ana ve bağlı kurum ve kuruluşları ile AFAD’da) kurulmasına ve bu kapsamda çeşitli ölçeklerde ve büyüklüklerde çok sayıda kamu projesi yapılmasına karşın, Coğrafyacı ve Jeomorfologların bu birim ve projelerdeki yeri çok sınırlı örnekler ve özel durumlar dışında göz ardı edilecek düzeydedir (Türkeş, 2019). Bu çok ciddiye alınması gereken önemli ve büyük bir sorundur!

Konunun bu noktaya ilişkin bir başka boyutu ise, genel olarak “Coğrafyacı’nın ve bunun içinde de Fiziki Coğrafyacı’nın ve Jeomorfolog’un” yetersiz bir lisans ve lisansüstü öğretimi süreci ile yetişmesi (öğrenim çıktılarının zayıflığı) ve bilimsel/teknik/teknolojik açıdan donanımının (mesleki yeterlilik) yetersiz oluşudur (Türkeş, 2019).

Sonuç olarak, Coğrafya lisans bölümlerine sözel üniversite giriş puanı ile öğrenci alınması ve lisans ve lisansüstü ders/öğretim programlarının dünyanın hemen tüm gelişmiş ve hatta gelişmekte olan ülkelerindeki gibi olması gereken günümüz bilim, teknik ve teknolojisini kapsayan, kucaklayan sayısal bir ders planı ile yeniden düzenlemesi yapılmadıkça, hem genel olarak hem de yukarıda özetlemeye çalıştığım çeşitli proje konuları kapsamında, Türkiye’de hem bu projelerde yer alacak kadar nitelikli ve yetkin hem de doğal, yer, atmosfer ve çevre bilimleri içerisinde varlığını ve etkisini sürdürebilecek kadar nitelikli ve yetkin Coğrafyacı ve Jeomorfolog yetiştirilmesi olanaksızdır. Bu durum sürdükçe bu alanlara genç kuşakların ilgisini çekmek de çok zordur, yine çok sınırlı olur. Burada tek tek kişisel başarı hikayelerinden ya da örneklerinden söz edilmemektedir (Türkeş, 2019).

Türkiye’de Coğrafya’nın bir bütün olarak ilerlemesi, diğer ilgili alanlarda hak ettiği saygın ve önemli yeri alması, Dünya’nın ve ülkenin coğrafi, yer, doğal ve iklimsel ve afetsel sorunlarına ve konularına çözümler üretebilecek olan bir düzeye getirilmesi, ama özellikle Bölge Planlaması, Jeomorfolog, Klimatolog/Meteorolog, Hidrolog/Su Kaynakları Uzmanı, Toprak Bilimci ve Toprak Coğrafyacısı, Kuvaterner Klimatologu ve Jeomorfologu, Kıyı Jeomorfologu, Biyocoğrafyacı, Erozyon, Arazi Bozulumu ve Çölleşme, CBS ve Uzaktan Algılama Uzmanı (teknisyen değil, uzman ve yazılımcısı) olarak çalışabilecek uzman Coğrafyacı ve Fiziki Coğrafyacılar yetiştirebilmesi yaşamsal bir gerekliliktir (Türkeş, 2019).

Bu ise, ancak “tüm Türkiye’deki lisans öğretimi veren Coğrafya Bölümlerine sayısal (Matematik + FKB) ve/ya da adı ne olursa olsun (eşit ağırlıklı vb.) matematik/fizik ağırlıklı puan türüyle öğrenci alınması ve tüm bölümlerin ders programlarının bu puan türüne uygun ders planları ile yeniden hazırlanması, her türlü laboratuvar ve arazi olanaklarının buna göre belirlenmesi ve yine bu kez bunların ders planlarına ve ders içeriklerine işlenmesi” ile olanaklıdır.

SONUÇ

Ne yazık ki, Fiziki Coğrafya’dan Beşeri Coğrafya’ya kadar doğrudan coğrafi bilimlerin kapsamında olan tüm bu yerel, bölgesel ve küresel konu ve sorunlar, gelişmiş ülkelerdeki yaygın uygulamaların tersine, Türkiye’de coğrafyacı dışındaki meslekler tarafından, sonradan öğrenilerek ya da öğrenilmeye çalışılarak çözümlenmeye ve çözülmeye çalışılıyor.

Dahası son yıllarda, Coğrafya Öğretmenliği dışında yasal olarak kabul edilmiş teknik bir Coğrafyacı meslek tanımı ve teknik bir Coğrafyacı kadrosu bulunmaması yüzünden, başta Tarım ve Orman ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gelmek üzere çeşitli bakanlık ve bağlı kuruluşları, yurtdışına Coğrafya biliminin çeşitli dal ve uzmanlık alanlarında Coğrafyacı yetiştirmek üzere, mühendislik, temel ve doğal bilimler ile bazı sosyal bilim alanlarından gençleri YL ve Doktora öğretimlerini yapmak üzere bursu olarak yurtdışına göndermektedir. Coğrafyacıları ise, yurtdışı dönüşlerinde kendilerine doğrudan verecekleri teknik bir Coğrafyacı kadrosu olmadığı savıyla yurtdışına doğrudan ya da Milli Eğitim Bakanlığı aracığı ya da dolaylı olarak başka olanakları kullanarak burslu olarak göndermemektedir. Bu Coğrafya bilimi ve Coğrafyacı mesleği açısından, öteki sorunlarına ek olarak, ivedilikle çözümlenmesi gereken çok kaygı verici, ciddi bir sorundur.

Bu nedenle, yukarıdaki paragraflarda yapılmaya çalışıldığı gibi, “Coğrafya ve Coğrafyacı nedir?” sorusunun doğru bir yanıtını verebilmek yaşamsal düzeyde önemlidir.

Coğrafya, sosyal ve insani bilimler ile yer ve fen bilimleri arasında sağlam ve “olması gereken” eşsiz bir köprü oluşturmaktadır. Böyle sağlam ve eşsiz bir köprüye, ülkemiz Türkiye’nin kalkınması ve refahı açısından çok fazla gereksinim vardır.

Bu yüzden, burada önerilen tanım ve açıklamalar ışığında, Türk Coğrafya Kurumu’nca sürdürülmekte olan Coğrafyacı mesleki tanınırlılığı sürecinin mesleki yeterlilikler çalışmalarıyla da bütünleştirilip sonuçlandırılarak, Türkiye’de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ile Edebiyat ve Fen-Edebiyat fakültelerinin 4 yıllık Coğrafya Bölümlerinin Coğrafya lisans programlarından mezun olan coğrafyacıların Coğrafyacı olarak teknik hizmetler sınıfındaki (657 sayılı Devlet Memurları Kanunu 43. maddesi (B) fıkrasına eklenen I sayılı cetvelin II-Teknik Hizmetler Sınıfı bölümündeki) (ya da başka bir düzenleme kapsamında) unvanlar arasında yer alması ve Coğrafyacı kadrosu alarak Coğrafyacı olarak çalışabilmeleri sağlanmalıdır.

Kısa Kaynakça

Erinç, S. 1999. Lise Coğrafya – 1 ve 2. Altın Kitaplar, İstanbul.

Erinç, S ve Öngör, S. 1978. Genel Coğrafya (Tabiat ve İnsan). Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.

İzbırak, R. 1964. Coğrafya Terimleri Sözlüğü. Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, Ankara.

Öngör, S. 1980. Coğrafya Terimleri Sözlüğü. Türk Dil Kurumu Yay. No: 467, Sevinç Basımevi, Ankara.

Türkeş, M. 2015. Biyocoğrafya: Bir Paleocoğrafya ve Ekoloji Yaklaşımı. Gözden Geçirilmiş İkinci Basım, Kriter Yayınevi Fiziki Coğrafya Serisi No: 3, ISBN: 978-605-4613-87-8, 457 + XXXL sayfa. Sonçağ Yayıncılık Matbaacılık Reklam ve Sanayi Tic. Ltd. Şti: Ankara.

Türkeş, M. 2018. Genel Klimatoloji: Atmosfer, Hava ve İklimin Temelleri. Gözden Geçirilmiş Üçüncü Baskı, Kriter Yayınevi Fiziki Coğrafya Serisi No: 4, ISBN: 978-605-9336-28-4, xxiv + 520 sayfa. Kriter Yayınevi, Berdan Matbaası: İstanbul.

Türkeş, 2019. Jeomorfolog ve/ya da Coğrafyacıların Tarım ve Orman Bakanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Bağlı Kuruluşlarındaki İstihdam Olanaklarının ve Olası Katkılarının Mesleki Tanınırlık ve Yeterlilikler ile Var Olan Gerçek Katkılar Dikkate Alınarak Değerlendirilmesi. Genişletilmiş Özet. Uluslararası Jeomorfoloji Sempozyumu 2019 (UJES 2019). 10-12 Ekim 2019, Ankara

* Bu makale, yazılırken yeni bir olumsuzluk ve tartışma ortaya çıktı Coğrafya’nın aleyhine. Bu yüzden bu konuyu da aşağıda -makalenin bütünlüğünü bozmamak adına- kısaca ama ayrıca ele almak istiyorum:

“YÖK, Sosyoloji ve Kültürel Çalışmalar başlığı altındaki COĞRAFYA lisans programının adını çok yanlış ve anlamsız bir şekilde “Beşeri ve Ekonomik Coğrafya” olarak değiştirmeye çalışıyor (bkz: https://www.yok.gov.tr/Sayfalar/DuyuruDetay.aspx?did=920&fbclid= IwAR1sYkZ1ptjQNPJKwQp-NsnBn2xoX1TcsGbEyHxcYChq6p8IDIXCcSmDszU). Varolan Coğrafya Bölümleri ile Coğrafya ve Jeomorfoloji meslek örgütleri buna hemen karşı görüş oluşturarak karşı çıkmalıdır. ‘Coğrafya Sosyal Bilimdir” diye diye gelinen yer bu. Çok şaşırmadım ama üzüldüm; kızdım!  Kraliçe bile olsa, sahipsiz “Kraliçe”nin başına bunlar gelebilir. Bu kadar yanlış bu kadar aymazlık, akademinin ölümcül suskunluğu ve vurdum duymazlığı, başarısızlığı, kamudaki zayıf etkinliği, tüm bunlar yakın gelecekte daha kötülerine hazır olmamız gerektiğini gösteriyor. Sonra şaşırmaya tepki vermeye hiç hakkımız, dahası gücümüz de olmayabilir!

Bu tartışmalar sürerken, hep olduğu gibi birçok öğretmen ve akademisyen konuyu yine karıştırıyor ve Coğrafya’ya zarar veriyor. Bir kez daha hiç meslek şovenizmi yapmadan ve akademik olmayan bir yola sapmadan yinelemek istiyorum:

“Coğrafya’nın sosyal yanı ya da konuları ve insan bilimleri bağı bir gerçektir. Bu onun doğasında vardır. Ancak Coğrafya bir sosyal bilim değildir. Hangi uzmanlık ya da bilim alanı ya da bilim dalını çalışırlarsa çalışsınlar, Coğrafyacılar tıpkı Meteorologlar, Ekologlar, Jeologlar ya da Ziraat Mühendisleri ya da Biyologlar ve Kimyacılar gibi Matematik + FKB temelli sayısal ya da Matematik ve Fizik ağırlıklı eşit ağırlıklı bir puan türüyle seçilmeli ve ders planları da buna uygun sayısal ve fen temelli olmalıdır. Coğrafyanın ve Coğrafyacıların ayakta kalması, diğer meslekler arasında yer alması ve özel ve kamu sektörünce kabul görmesi bugünkü durumuyla olanaksızdır.

Ayrıca tüm uzmanlık alanlarını özellikle doğa ve yer-atmosfer bilimleriyle bağlantılı çok disiplinli ve kesişen programlarla ilgili olanlarına daha fazla sahip çıkılabilmesi her gün daha zora girmektedir.

Kimse bugünü ve kendi bilgi ve becerisini ya da geldiği yeri bir bahane olarak ileri sürmemelidir. Bu bir mücadele sürecidir. Herkesin desteği çok değerlidir.”

[1] Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi ve Fizik Bölümü Yarı Zamanlı Öğretim Üyesi

Toroslara, Yörüklere Güzelleme


TOROSLARA, YÖRÜKLERE GÜZELLEME

Prof. Dr. Emrullah GÜNEY[1]

Dağlar siz ne dağlarsız,
Kardan kuşak bağlarsız

Aldım başımı, düştüm yollara yollara. Deli gönül haydalandı yine… Kapanıp kalmak bencileyin bir gezgine, bir piyadeye mahpusluk gibi… Ulukışla istasyonunda trenden inmişim… Darboğaz üzerinden Toroslara vurmuşum kendimi. Sırtlarda, doruklarda kar birikintileri par par ederekten ayna gibi parlamakta… Nevalemi düzmüşüm. Bir küçük kutu süt, bir portakal, yarım somun, bir torbacık dolusu tuzlu fıstık, fındık, leblebi… Gittikçe yükseliyor yolum… Dinginlik… İlerledikçe çamlar sıklaşıyor… Çalılar ağaçlaşıyor. Otlar gürleşiyor. Ormanın o kendine özgü uğultusu… Ürpertici… Bir orkestra kendi melodisini çalıyor sanki. Arazi önceleri dilikbayırdı. Eski haritalarda piyade dahi mürur edemez, diye yazarmış böyle yerlerin üzerinde… O bayırlar ormandı bir zamanlar… Bilememişiz değerini… Kesip kesip yakmışız… Kesip kesip indirmişiz aşağılara, taşıyıp Mersin Limanına öküzlerle, hediye etmişiz ağaç yoksulu Arap ülkelerine… Vah vaah !..

Üzüntümü biraz sonra unutmuşum… Pınarlar gürül gürül… Mor yarpuzlu pınarlar… Büngüldek… Suları bolca… Bir davar sürüsünün çıngırakları geliyor uzaklardan… Çobanın sesi, köpeklerin havlaması… Ve işte ilk yörük çadırı… Saatlerdir yollardayım… Yorgunluğum yüzümden mi belli? Sevecen bakışlı bir yörük bakıyor yüzüme… Selamdan önce… “Vakit geç oldu oğul… Gitme ilerilere… Konuğum ol…“Benim niyetim de öyle…” Kim derler?”… “Bize Toros Afşarlarının Güney boyu” derler… Aman… Ben burada akrabalarımı bulmuşum… Adımı soyadımı söylüyorum… Kucaklıyor coşkuyla… Sanki kırk yıldır tanışıyor gibiyiz… Türkmen Boran ağanın konuğuyum artık… Anlatıyor: “Kışlak olarak Çukurova’yı, şimdiki Mersin taraflarında deniz kıyılarını kullanırmış Yörük… O zaman Mersin küçük bir köy… Çevre çayır çimen. Kış ılık geçiyor. Koyun sürüsü yağmur yağsa da otluyor. Yörük ot, saman almaz. Sonra mayıs ortalarında Çukurova’nın sıcağı bir bastırdı mı kaçacak yer ararsın oğul… Biz buna Yörükkaçırtan sıcakları deriz. Koyunlar, kuzular yönlerini Torosa çevirirler; melerler… Bu melemeler yalvarış, yakarış gibi… Bizi gayrı yaylalara çıkarın der gibi… Melemelerine yürek dayanmaz… Sonra yükleriz yatağı yorganı, tavayı kazanı… Yörüğün eşyası az olur… Amma unutmayalım… En önemlisi tak sök kilim tezgahı… Göç yola düşer… Arada mola verir, dinleniriz… Pınarlardan su içerek… Koyunlarımızı yayarak… Yolda kuzulayanlar da olur… Çocuklar onları kucaklarında, heybelerin gözlerinde taşırlar… Delikanlılar, genç kızlar türkü söylerler, karşılıklı atışmalar olur… Göçerken insan hiç yorulmaz… Biz kocalar eski günleri anarız… Yaylaya vardık mı, tüm yorgunluğumuzu unuturuz… Koyun, kuzu, köpek sevinç içinde dağılır çevreye… Gayrı melemeleri ağlatmaz insanı… Gelirler adama sürtünürler, sanki teşekkür eder gibi… Köpekler dört dönerler çevremizde… Kara kıl çadırlarımızı kurarız. Şimdi çadırlar sivri, akca… Sonra ocaklar yanar… Çorbamızı, pilavımızı kaşıklarız… Yaylada yarenlik tatlı olur… Saz çalanlar var; Karacaoğlan söylerler… Günler geçer gider böyle evlat… Kuzular semirir, koyunlar kilolanır… Arada zayiat verdiğimiz de olur… Sanma ki, hepsi bize kalır… Tüccar gelir alır koyunumuzu, asıl kazanç onlaradır… Sonraları Ekim ayı ortalarında Torosların başı dumanlanır… Sabahları kalkarız ki, sular donmuş… Gece çiğ düşmüş… Sonra bu çiğ kırağıya dönmüş… O günlerde bir çiçek açar… Biz ona “Vargit” çiçeği deriz… Adana’daki Üniversiteden geçen yıl bir hoca geldi. Konuğum oldu sencileyin. İşi gücü ot, çiçek, ağaç, çalı… Torbalar dolusu aldı götürdü… Ona Vargit çiçeğini anlattım… Çok ilgilendi… Defterine yazdı… Niye vargit adı? Şundan… O ot çiçek açtı mi, “artık durma bu yaylalarda… Toroslar yaşanmaz oldu; kışlağına in,” demek… Kusura bakma oğul, yörük konuşkandır…” Kendini dinleyecek birini buldu ya, sevinçle, coşkuyla anlatıyor…

Gazi Kemal Paşam Mersin’e gelmiş. Hangi yıl tam bilemiyorum. Fakat o yıl öyle bir sıcak yapmış ki… Hem de nemli hava… Adı güzel Kemal Paşa’nın niyeti Mersin’de kalıp biraz deniz havası almak… Fakat bunalmış… Ne yapsın… Dönmek istemiş Ankara’ya… Mersin Belediye Reisi demiş ki, “Paşam, bu sıcaklar geçer. Biz buna Yörükkaçırtan sıcakları deriz. Sizi daha da konuk etmek isteriz, gitmeyin.” Gazi Atatürk gülmüş… “Reis bey, bu Yörükkaçırtan sıcakları Reisicumhur kaçırtan sıcaklar oldu artık,” demiş… Anlatırlar bu hadiseyi… Şimdi, mühendis olan bir torunum var Adana’da; o da bunu bana bir kitabından okuduydu…” Tadına doyum olmaz bir dille anlatıyor Boran ağam… Mutluyum burada olmaktan… Çok şeyler de öğreniyorum bu arada…

Boran Ağa anlatıyor keyifle… Belli ki, yarenlik edecek adam arıyormuş, karşısına ben çıkınca anlatıyor keyifle… Fakat, şikayetçi değilim… Bilmediğim yayla yaşamını öğreniyorum böylece… Peki, nasıl olmuş da ayrı düşmüşüz? Onlar Akdeniz kıyılarında, Toroslarda… Biz Nevşehir yaylasında… “Damat İbrahim Paşa Muşkara’yı köylükten çıkarıp şehir yaparken, kazan kaynatmış, cümle yörük aşiretlerine çağrı çıkartmış… Gelin, buraya yerlesin… Size toprak dağıtılacak… Vergi alınmayacak… Yerleşip kalın… Bazı boylar, oymaklar çağrıya uymuşlar, kalmışlar Nevşehir’de… Demek ki, siz de Göre’de yerleşmişsiniz… Amma benim dedelerim dönmüşler… Demişler, biz yaylaya çıkarız, zamanı gelince de Çukurova’ya ineriz. Belli ki, bir zorlama olmamış… Fakat, yerleşenlere taa Ürgüp’e kadar olan meşe ormanları kırılıp ekenek olarak toprak verilmiş… Biz göçer konar olduğumuzdan toprak sahibi olamamışız. Yörüklüğümüzü devam ettirmişiz… Askerliğimi İzmir taraflarında yaparken Alaman harbi sırasında, Nevşehir’li, Aksaray’lı Arkadaşlarım vardı bölüğümde… Onlar anlatırdı ki Erdaş Dağı diye bir dağ çevre köylülerce yayla olarak kullanılmış… Demek, Toros olmasa da, çevredeki bir dağ yayla yerine geçmiş…”

Sürüyü çoban çelteğine bırakıp yürüyoruz… Duygu yüklü bir gün yaşıyorum… Boran ağanın konuğuyum… Çok görmüş geçirmiş… Yaşı 90’larda… Amma dinç… Benden hızlı yürüyor…” Zaten, yörük hızlı yürüyen demektir oğul… Yola düştün mü, duraksamadan yürüyeceksin…” Bir pınardan su içiyoruz…

Kızlar gitti diye pınar ağladı,
Acıştı yüreğim, yandı pınara

Karacoğlan pınarın başında görmüş olmalı Yörük güzellerini… Omuzlarında testileriyle… Sularını doldurup giderken pınar sanki ağlar gibidir; mahzun… Yalnızlığın hüznü… Bir su uğultusu… Artık değirmenin çarkını çevirmiyor sular… Buğday öğütmüyor… Havada sıcak un kokusu da yok… Burada rastlamış olmalı Karacaoğlan, kendisine emmi diyen kıza… Artık sakallarına ak düşmüştür…

Değirmenden geldim, beygirim yüklü
Şu kızı görenin del’olur aklı

Turnada tele benzeyen kızlarıyla Toros güzelleri Karacoğlan’ın şiirlerinde sıra sıra… Boran ağa konuşuyor, sonra susuyor… O sustuğunda ben Karacoğlan’ı düşlüyorum…

Çıkıp yücesine seyran ederken
Gördüm ak kuğulu göller perişan
Bir firkat gedi de durdum ağladım
Öpüp kokladığım güller perişan

Yüzlerce yıl geçmiş aradan… Ormanlar azalmış… Çamı, sediri, göknarı, çınarı seyrelmiş… Eski ormanlar kalmayınca kurt kuş, börtü böcek de kalmamış… Turnalar, doğanlar, ceylanlar yok artık Toroslarda… Sevgiliye selam götürecek allı turna nerede kaldı? Göllerinde ak kuğuların yüzdüğü Toroslara ne oldu? Gül, bülbül, sümbül, toy… Toroslarda Karacaoğlan söyleyen diller var yine de… Konuk olduğum çadıra karanlık çökende, gençler, kocalar geldiler… Hoşgeliş ettiler… Yarenlik tatlıydı… Yumuş  buyurdu Boran ağa, bir genç sazını kucağında yaylata yaylata çaldı, çağırdı…

Ala gözlerini sevdiğim dilber
Sana bir tenhada sözüm var benim
Kumaş yüküm dost köyüne çezildi
Bir zülfü siyaha  nazım var benim

Bir yörük kocası, yaşı yüzden çökmüş, Panzın çukurundaki savaşları anlattı. Fransız Çukur’a el koyduğunda Yörük karşı durmuş… O beğenmedikleri kara donlu yörükler Gülek geçitlerinde, Tekir yaylasında Fransız tankına/topuna kağnısıyla, elindeki mesesiyle, değneğiyle karşı koymuş… “Binbaşı Menil’i biz tutsak aldık yeğenim,” diyor. “Karısı da Fransız yaralılarına hemşirelik yapıyordu. Tutsak alınca saygıda kusur etmedik… Binbaşının bir kolu yokmuş… Sonradan bizim torun öğretmen çıktı, o bir gazeteden okumuş. Meğerse bu Fransız komutan Fransa’da Verdön adlı bir şehere Alamanları sokmamış, kolunu orda yitirmiş bir gazi imiş… Neyse biz Menili, karısını aldık Toros Kuvayı Milliyesi’ne teslim ettik. Hanım, Türklerin kendisine ne kadar saygılı davrandıklarını, kılına zarar gelmediğini, çok rahat ettiğini anlatmış. Dilmaç çevirdi bize. Binbaşı bunları dinlerken yüzü apal oldu. Öğrendik ki, Fransız askerlerinin, Ermenilerin Çukurun halkına, Toros yörüklerine yaptığı ezgi utandırmış onu… Sonra bir nutuk çekti. Dilmaç anlattı bize… “Kahraman Türk ordusuna teslim olmaktan şeref duyarım…” Halbuki karşında ordu falan yok… Yörük milisleri… Tüfek namlusu sansınlar diye, kayaların arasından değnekleri çıkardıydık. Sonra elimizdeki bir tüfekle, arada sırada yer değiştirerek ateş edince, çevrelerinin kalabalık bir ordu tarafından çevrildiğini sanmışlar… Teslim olmuşlar… Fransız tankları bile vardı… Fakat ileriye geçemediler yeğenim… Niyetleri Çiftehan, Ulukışla, Bor, Niğde, Kızılırmak boylan, Arapsun, belki Konya, Ankara… Olmadı, ilerletmedik… Şehit de verdik elbet… Savaş bu… Şimdi yörük mezarlıklarında yatarlar… Daha bıyığı çıkmamış gepegenç delikanlılarla, yetmişlik yörük kocaları yanyana… Sonra durmadık, Mersin’in, Adana’nın kurtulması için de vuruştuk…” Açıp göğsünü, kolunu gösteriyor.” Yaralandık… izleri kaldı.” Hiç de övünür gibi değil. Sıradan bir şeyi anlatır gibi… Oysa, karşımda Toros Kuvayi Milliyesi’nin bir yiğit milisi var. Bir gazi o…

Bir gün içinde Karacoğlan, Toros Kuvayı Milliyesinin Fransız ilerleyişine karşı durması, durdurması… Toros bu… Tekin değil düşmana… Yörük güzellemesi, Yörük yiğitlemesi… Boran ağa, çadırdakilere göz ediyor. “Konuğumuz yol yorgunudur,” O sırada bir genç kız giriyor içeri. Elinde bir tepsi… Üzerinde süt dolu bardaklar; yanında gözlemeler yağlı ve taze kaymak, bal… “Oğul, istersen çay da pişirsinler,” diyor… Zahmet vermemek gerek artık… Çadırdakiler de gitmeden birer bardak süt alıyorlar… Höpürdete höpürdete içiyorlar… Gözlerim kapanıyor… Uzaklardan köpek havlamaları geliyor… Biraz önce saz çalan genç, obanın öbür tarafında kendi çadırında saz çalmaya devam ediyor. Hızını alamamış demek ki… Toros yelleri esiyor, üşüten… Otlar kokuyor… Ot kokusuna davarsı davarsı yün kokular karışıyor… Ben neredeyim? Şu alabildiğine motorize dünyanın neresindeyim? Toroslardayım, Yörüklerin arasındayım…

Mutluyum… Uykumda gördüğüm rüyada  Adnan Yücel şiirini okuyor Toroslardan doğup gürül gürül akan akan akan Berdan Çayını anlattığı…

Kopup geldin
Toros denilen o boğalar yüreğinden
Hep aynı denizin sıcaklığına aktın
Turaçlar saz çalar
Keklikler halay tutardı kıyılarında
Bir yerde nergis
Bir yerde sümbül
Bir yerde kekik koksu sinerdi sularına
Tam da karlar erirken
Ve kar suları karışırken koynuna
Nal sesleri ve kılıçlar girdi kanına
Bir el dokundu
Soğuk anlamında “Berdan” dedi adına
“Kar yağar berdan berdan
Yollar kapandı kardan”

[1] Emekli Öğretim Üyesi