Özgür Bir Toplum Ütopyası

ÖZGÜR BİR TOPLUM ÜTOPYASI OLARAK “TOPLUM SÖZLEŞMESİ”, JEAN JACQUES ROUSSEAU

Doç.Dr. Muhammet KAÇMAZ[1]

Toplum Sözleşmesi kitabı çok bilinen ama az okunan kitaplardan biri olarak yüzyıllardır raflardaki yerini korumaktadır. Yayınlanmasından iki yıl sonra, 1746’da, İngilizce’ye çevrilmiş olan kitap Türkçe’ye ise 1913 yılında çevrilmiştir.  İlk olarak “Mukavele-i İçtimaiye” adıyla çevrilen kitap sonrasında “Sosyal Mukavele” ve “İçtimai Mukavele” olarak isimlendirilmiştir. Son olarak Vedat Günyol tarafından “Toplum Sözleşmesi” olarak çevrilmiş ve Günyol bu ismin kitabın ruhuna daha uygun olduğunu belirtmiştir. Zamanını aşan kitaplardan biri olarak Toplum Sözleşmesi kitabı ülke ve dünya meseleleri ile ilgili olan her coğrafyacının okuması gereken kitaplardan biri olarak listeye alınmalıdır. Kitabın çevirmeni Günyol’un da belirttiği üzere haklı ve doğru bir toplumun temellerini atmaya çalışan Toplum Sözleşmesi kitabında Rousseau, insanların doğal yaşama halindeki ilk özgürlüklerin özlemini çekmektedir. Ona göre insanlar özgür ve eşittirler ve toplum düzenine geçince bu mutluluğu yitirmişlerdir. İnsanların başına gelen belaların en önemli sebeplerinden biri mal, mülk tutkusudur.  Ayrıca bir avuç güçlü insanın başkalarını buyruk altına almasıyla da insanlar arasında kölelik-efendilik ilişkisi ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak insanın yaradılışı ile toplum koşulları arasında derin bir karşıtlık doğmuştur. Dolayısı ile Toplum Sözleşmesi, insanın doğal yaşama haline geri dönemeyeceği günümüz politik toplumunda yaşayan insanların doğal haklarını sağlama girişimi olarak değerlendirilmiştir.

Rousseau kitabı yazma niyetini birinci kitabın hemen başında kendisi de açıklamıştır; “Niyetim insanları oldukları gibi, yasaları olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulup bulunamayacağını araştırmaktır. Bu araştırmada, adalet ve fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakkın onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle uzlaştırmaya çalışacağım.”  İnsanların, toplumların ve devletlerin çıkarları söz konusu olduğunda adalet düşüncesinden ne kadar hızla uzaklaşabileceklerini bilen, öğrenen nesiller olarak Rousseau’nun ne kadar zor ama bir o kadar da önemli bir işe giriştiğini anlamak kolaylaşıyor bizim için. Kendisine yöneltilebilecek yergilere ve eleştirilere karşı hazırlık yaparak kitabın hemen başında önlemlerini almaktadır.  “Önemimi ispatlamaksızın giriyorum konuma. Bana “Sen kral mısın yoksa yasacı mısın ki, politika üstüne yazı yazıyorsun?” diye soracaklara vereceğim karşılık şudur: Ben ne kralım, ne de yasacı; onun için politika üzerine yazıyorum ya! Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşa harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım.” Rousseau hemen bir sonraki paragrafta biraz daha ileri gidiyor; özgür bir devletin yurttaşı ve egemen varlığın bir üyesi olarak dünyaya geldiğim için, kamu işlerinde sözümün etkisi ne kadar az olsa da oy verme hakkım bu işleri öğrenmek görevini yüklenmeme elverir.” cümlesi ile konunun kendisi ile de ilgili olduğunu açıklıyor.  Oy verme hakkına sahip her yurttaşın politika üzerine araştırması, düşünmesi, konuşması ve yazması ülkesini sevmenin bir göstergesi oluyor onun için.

İnsanların özgür doğduğunu ancak her yerde zincirlere vurulmuş olduğunu, bütün toplumların en eskisi ve tek doğal olanının aile olduğunu belirten Rousseau, “insanın ilk uyacağı yasanın varlığını korumak, yapacağı ilk şeyin de kendine borçlu olduğu özeni göstermek” olduğunu ifade etmektedir. Ona göre “insan kendini bilecek çağa gelir gelmez, nefsini korumaya yarayan araçlara değer biçmede tek söz sahibi olduğu için, sonunda kendi kendinin efendisi olacaktır.” Aile toplumunda babayı baş, çocukları da halk olarak gören Rousseau’ya göre hepsi “eşit ve özgürdürler ve özgürlüklerinden ancak çıkarları uğruna vazgeçerler. Ailede babanın sevgisi onlara gösterdiği özeni karşılamakta oysaki devlette, devlet başkanının kendi halkına beslemediği bu sevginin yerini hükmetmek zevki almaktadır.”  İlginçtir ki toplumumuzda “tam yönetici olacak insan” olarak ifade edilen insanların çoğu otoriter ve baskıcı insanlardır, toplum kendinden olduğunu ve kendine zarar gelmeyeceğini düşündüğü bu tür insanların yönetici olmasına sıcak bakmaktadır. Seçtiği yöneticiler aracılığı ile ötekileştirdiklerine karşı hükmetme zevkini tadabilmek bile bu seçimler için geçerli sebep olabilmektedir. Ailede çocukların anne ya da babadan yana taraf olmasından ülkede cumhurbaşkanı seçimine kadar gidecek bu süreçte hükmetmekten zevk almayanların yönetici ve karar verici olması için çaba sarf edilmelidir. Yöneticilik bir hükmetme biçimi değil hizmet etme aracı olarak görülmelidir.

İnsanların güç ve zekâ bakımından olmasalar da sözleşmeler, hak ve hukuk yolu ile eşit olduğunu belirten Rousseau, çoğu yönetimde bu eşitliğin görünüşte kaldığını ve aldatıcı olduğunu belirtmektedir. Gerçekte yasaların, her zaman malı mülkü olana yararlı, olmayan ise zararlı olduğunu ve yoksulu yoksulluğunda, varlıklıyı da zorbaca ve kurnazca hazıra konmasına alıkoymaktan başka bir işe yaramadığını ifade etmektedir. Oysaki ona göre devlet, gücü genel istemin iradesine uygun olarak herkesin iyiliğine kullanarak yönetebilir. Özel çıkarlar arasındaki anlaşmazlıklar için toplum kurulmuştur ve genel istem eşitlikten yanadır.  Genel istemin her zaman doğru ve kamusal yararlara yönelik olduğunu ama halkın kararlarının her zaman aynı doğrulukta olamayacağını, insanın her zaman kendi iyiliğini istediğini ama bunun ne olduğunu kestiremeyeceğini belirtmiştir. Halkın hiçbir zaman bozulmayacağını ama aldatabileceğini ifade eden Rousseau, halkın işte o zaman kötülüğe eğilimi olacağını söylemektedir.

İnsanı köle yapanın öncelikle kaba güç olduğunu belirten Rousseau, onu kölelikte tutanın ise korkaklık olduğunu ifade etmektedir. Ona göre köleler zincirler içinde her şeyi hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler, köleliklerini severler. “İnsan boyun eğmeye zorlanıyorsa, boyun eğmek zorunda değildir” ifadesi insanın köle olmamak için vermesi gereken mücadelenin özünü oluşturmaktadır. Güç ve Tanrı ilişkisi üzerinden güce karşı boyun eğme meselesini de metinlerinde tartışan Rousseau “Her türlü güç Tanrı’dan gelir, kabul, ama bütün hastalıklar da ondan gelir. Böyledir diye, hekim çağırmak yasak mı olmalı”  sözü ile kaderci yaklaşımın yanlış anlaşıldığını açık ve net bir biçimde gözler önüne sermektedir. Gücün hak yaratmadığını ancak haklı bir güce boyun eğilmesi gerektiğini düşünmektedir. Gücün hak yaratmadığı düşüncesinden hareketle de insanlar arasındaki ilişkilerin tanzim edilmesinde sözleşmelerin önemli olduğunu dile getirmektedir. Bu sözleşmeye göre hayal ettiği toplum biçimi şu şekildedir; “üyelerinden her birinin canını, malını, bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulunmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. Her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel istemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz. Varlığını borçlu olduğu sözleşmeyi saymamak, kendini yok etmek demektir, kendisi hiç olan bir şey ne yaratabilir ki?”

Doğal yaşam halinden toplum düzenine geçişin insanda çök önemli değişliklere yol açtığını, davranışındaki içgüdünün yerini adalete bıraktığını, o güne kadar yalnız kendini düşünen insanın önce aklına başvurmak durumda kalacağını belirtmektedir. İnsanın bu durumda doğadan sağladığı birçok üstünlüğü yitireceğini buna karşın yetilerinin gelişmesi, düşüncelerinin açılması, duygularının soylulaşması ve baştanbaşa ruhunun yükselmesi gibi çok büyük yararlar elde edeceğini ifade etmektedir. Bu sayede kendini akılsız ve gelişmemiş bir hayvan durumundan çıkarıp akıllı bir varlık, bir insan haline sokmuştur. İnsanı kendi kendisinin efendisi yapan manevi özgürlüğü de toplum halinde elde edilen bir kazanım olarak gören Rousseau salt isteklerin itkisine uymayı kölelik, kendimiz için koyduğumuz yasalara boyun eğmeyi ise özgürlük olarak tarif etmektedir. Özgürlük meselesini felsefe bağlamından uzak bir konuma taşıdığını özellikle belirten Rousseau bu konuda çokça eleştiri alacağının da farkındadır. Ona göre “toplum sözleşmesi yurttaşlar arasında öyle bir eşitlik kurar ki, herkes aynı koşullar altında verdiği sözle bağlanır ve herkesin aynı haklardan yararlanması gerekir. Böylece sözleşmenin özü gereğince her türlü egemenlik işlemi, yani genel istemin her türlü işlemi yurttaşları eşit olarak bağlar ya da kayırır, öyle ki egemen varlık yalnız ulusun bütününü tanır ve onu oluşturanlar arasında hiçbir ayrılık gözetmez.” Egemenlik “üst olanın astla değil, bütünün kendi üyelerinden her biri ile yaptığı sözleşmedir. Yasaya uygun bir sözleşmedir bu çünkü toplum anlaşmasıdır.”

Devlet gücünde ayrı ayrı birleşmelerin, mezhepleri ve partileri kışkırtmanın zararlı olduğunu belirten Rousseau’ya göre bir devletin kurucusu düşmanlıkları önleyemezse hiç olmazsa onların birer mezhep haline gelmelerini önlemelidir. Düşmanlıkların birer mezhep olarak görülmesi ilginç bir yaklaşım olarak dikkat çekmektedir. Günümüz insanının bu minvalde çokça kışkırtılarak mezheplere bölünmesi özellikle sosyal medya aracılığı ile çok kolaylaşmıştır. Bilim insanı herhangi bir siyasi, dini ya da ekonomik yapıya taraftar ya da muhalif olmadan kendi düşüncesini söyleyebilmelidir. Düşüncesinden ötürü herhangi bir tarafa dâhil edilme ya da karşıt ilan edilme ihtimali her zaman mümkün olsa da artık bu kişinin değil diğer bireylerin ve toplumun kusuru, ayıbı ve günahıdır. Zira özellikle siyasallaşan toplumlarda bu tür yaftalamaların çok ağır sosyal, toplumsal ve ekonomik sonuçları olabilmektedir. Ergen bir toplum gergin, yetişkin bir toplum ise olgundur. Olgun toplumlar olayları kendi akışı içerisinde değerlendirmeyi, doğru ve yanlışları kendi bilgisi, görgüsü ve değer yargıları ile ölçmeyi öğrenmiştir. Olgun toplumlar insanların davranışları ve değer yargıları ile inançları arasındaki uyumun ya da farkın öncelikle kişinin kendi karakteri ile ilgili olduğunu bilmektedirler. Elbette ki siyasi, dini ve ekonomik nedenlerden dolayı güçlü olanın, görünenin diğer bireylere karakter aktarımı söz konusu olsa da kişi kendi özünden değil de birtakım hesaplar ile bu karakter aktarımını kabul etmiş ise, ortada bir topluluk söz konusu olsa da birlikte bir toplumu oluşturamazlar. Güç dengeleri değiştiğinde karakter aktarımının yönü ve şekli de değişecektir. O nedenle devlet herhangi bir siyasi, dini ya da ekonomik gücün karakter aktarımı meselesinde taraftar olmamalı, her topluluğa adil bir şekilde kendi fikrini, inancını, değerlerini yayabilme fırsatını tanımalıdır. Konusu suç teşkil eden meseleler elbette aktarım sürecine dâhil edilemez. Lakin suçlar da nesnel olarak belirlenmeli ve belirtilmeli, ucu açık, muallak bırakılmış suç tanımları yapılmamalı, kişiden kişiye farklı uygulanmamalıdır.  Rousseau’ya göre “toplum sözleşmesi yurttaşlar arasında öyle bir eşitlik kurar ki, herkes aynı koşullar altında verdiği sözle bağlanır ve herkesin aynı haklardan yararlanması gerekir. Egemen varlık yurttaşlardan birini öbürlerinden daha çok yük altına sokmaya yetkili değildir.” Her insanın yaşamını korumak için yine kendi yaşamını tehlikeye atma hakkına sahip olduğunu, “yangından canını kurtarmak için kendini pencereden atan kimsenin canına kıydı” diye suçlanamayacağını belirtikten sonra “fırtına kopacağını bile bile kayığa binen, sonra da batıp ölen bir kimseye de aynı suçun yüklendiği” görülmemiştir diye eklemiştir.

Toplum sözleşmesinin amacı sözleşmeyi yapanların korunmasıdır. Cezaların sıklığını hükümette güçsüzlük ve tembellik belirtisi olarak gören Rousseau, iyi yönetilen bir devlette cezaların az olacağını belirtmiştir. Bunun nedeni ise bağışlamanın çokluğu değil suçların azlığıdır. Suçların cezasız kalmasını ise devletin çökmesi ile ilişkilendirmiştir. Ne çeşit olursa olsun yasa ile yönetilen her devleti cumhuriyet olarak kabul eden Rousseau, her yasal hükümeti de Cumhuriyetçi ilan etmiştir. Tabi bu konuda onun cumhuriyet ve hükümet kavramlarını nasıl açıklamış olduğu da önem kazanmaktadır. Ona göre “Cumhuriyet halkın kral olduğu devlettir ve yasalara boyun eğen halk, onları koruyan halkın kendisi olmalıdır.” Halkın her zaman iyiyi istediğini ama göremediğini, bunun için halkın yol gösterenlere gereksinimi olduğunu belirten Rousseau, tek tek kişilerin iyiliği görseler de tepebileceklerden onları özel istemin aldatıcı etkisinden korumayı, başka zamanlardaki ve olayları birbiriyle kıyaslamayı ve önündeki yararların çekiciliği ile uzak ve gizli kötülüklerin tehlikesini karşılaştırmayı tavsiye etmektedir.

Peki, kimdir bu yol gösterici, ona göre yasacılardır ve büyük bir krala binde bir rastlanabilse de yasacıya rastlama ihtimali çok daha düşüktür. Kralın yapacağı şey, yasacının göstereceği örneğe göre davranmaktır sadece. Yasacıyı “makineyi bulan mühendis”, kralı da “onu kurup işleten bir işçi” olarak görmektedir. Ona göre  “uluslara uygun gelecek en iyi toplum kurallarını bulup çıkarmak için insanların bütün tutkularından geçtiği halde hiçbirine kapılmayan, insan doğasını adamakıllı bildiği halde onunla hiçbir ilişkisi olmayan üstün bir zekâ gerekir. Öyle bir zekâ ki, mutluluğu bizimkine bağlı olmamakla birlikte, mutluluğumuz için çalışmayı istesin ve zamanın akışı içerisinde, uzak bir onur payı ile yetinsin, bir yüzyıl çalışıp, bir başka yüzyılda keyfedebilsin.”

İnsanlara yasalar vermek için tanrılar gerektiğini düşünen Rousseau, bu kimselerin insan doğasını değiştirecek güce sahip olmalarını da istemektedir. Yasacıyı devlet düzeni içinde her bakımdan olağan üstü bir insan olarak gören Rousseau, bunun üstün zekâsı ile ilgili olduğu kadar görevi ile de ilgili olduğunu belirtmiştir. Bu görevin ne yönetim ne de egemenlik işi olmadığını, cumhuriyeti kurmakla birlikte onun yapısına girmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Egemenlikle hiçbir ortak yanı yoktur. İnsanlara komuta edenin yasalara etmemesi, yasalara komuta edenin de insanlara etmemesi gerektiğini yoksa tutkuların aracı olan yasaları, çoğu zaman haksızlıkları sürdürmekten yana kullanabileceğinin altını çizmiştir. Lykurgos’un yasa yapabilmek için krallıktan çekildiğini, eski Yunan sitelerinde ve çoğu İtalyan cumhuriyetlerinde yasaları yabancılara yaptırdıklarını, buna karşın Roma’nın en parlak günlerinde zorbalığın bütün kötülüklerinin hortladığını ve yasama yetkisi ile egemen gücü aynı kimselerde topladığı için de Roma’nın yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını belirtmiştir.

Sonuçsuz göz boyamaların geçici bağlar kurabileceğini ancak bu bağların yalnız akıl ve bilgelik ile süreklilik kazanabileceğini ifade eden Rousseau’nun peygamberlerin politik sistemine hayranlığını şu cümlelerde görebiliriz; “Hala yaşayan Musa yasası ve bin yıldan beri dünyanın yarısını yöneten Muhammet yasası, bunları yapanların büyük adamlar olduğunu bugün bile gösteriyor bize. Kendini beğenmiş felsefe ya da particilik ruhu bunlara mutlu birer düzmece gözüyle baka dursun, gerçek politika, onların yapıtlarında o uzun ömürlü kurumlara önderlik eden büyük ve güçlü zekâya hayran kalmaktadır.” Kitapta din, devlet, toplum ve birey ilişkileri ile ilgili meseleleri açıklarken Rousseau’nun hümanarşist bir bakış açısına sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Birbiri ile çelişkili görünen lakin hümanarşizmin özünü de oluşturan çokça meseleye el atan Rousseau, kendisinin anlaşılmama ihtimaline karşı da “bütün düşüncelerim birbiri ile tutarlıdır ama hepsini aynı zamanda anlatamam” cümlesi ile karşılık vermiştir. Rousseau’nun İslamiyet’e olan ilgisini şu cümlelerde de görmek mümkündür;  “Muhammet’in pek sağlam görüşleri vardı, politik sistemini iyi temellere oturttu ve kurduğu hükümet kendinden sonraki halifeler zamanında biçimini sürdürdüğü sürece tam bir birlik içinde kaldı, onun için de iyi bir hükümet oldu. Ama Araplar gelişip edebiyatı sever, uygar, yumuşak ve gevşek insanlar olunca barbarlar boyunduruk altına aldı onları. O zaman iki güç arasında parçalanma yeniden baş gösterdi. Hristiyanlar kadar göze batmamakla birlikte, özellikle Şiilerde vardı bu anlaşmazlık, hele İran gibi devlerdeyse kendini duyurmaktan geri kalmıyor.” İleri görüşlü fikirlerin ve güzel tasarlanmış politik sistemlerin medeniyetin gelişimi açısından ne kadar önemli olduğuna işaret eden bu cümleler, kurulan medeniyetlerin barbar insanlar ve toplumlar karşısında birlik içinde olmasının önemini de vurgulamıştır. Bilim, edebiyat, kültür, sanat yanında insanın doğasına da hükmeden savaşçı yanının ezilmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Aksi takdirde savaşçı toplulukların boyunduruğu altına girmeye ve elde edilmiş tüm medeni birikimlerin kaybına yol açılabilir. Çocukluk ve gençliğin birbirinden farklı olduğunu, ulusların da insanların gibi gençlik ve olgunluk çağları olduğunu belirttikten sonra toplumları yasalara bağlı kılmadan önce bu çağın gelmesini beklemek gerektiğini düşünmektedir. Bir ulusun olgunluk çağının fark etmenin kolay olmayacağını, erken davranılırsa da başarısızlığa uğrayacağını ifade etmiştir. Ona göre Ruslar hiçbir zaman gerçekten uygarlaşamayacaklar çünkü bu işe çok erken başlamışlardır. Deli Petro’nun üstün zekâsına rağmen zekâsının taklitçi bir zekâ olması ve her şeyi yoktan yaratan zekânın onda olmayışı nedeni ile bu şekilde düşünmektedir.

Bir ulusa yasalarla düzen vermek için gereken koşullardan en önemlisini bolluk ve barış içinde yaşamak olarak gören Rousseau’ya göre bir devletin kuruluş anları, tıpkı bir taburun kuruluş anları gibidir. Kuruluş zamanlarında dayanıklılığı az ve yıkılmaya çok elverişlidir. “Bunalım zamanlarında bir savaş, kıtlık, bir ayaklanma olursa devlet şaşmamacasına çöker. Bu fırtınalı zamanlarda birçok hükümet kurulmamıştır demiyorum, kurulmuş olabilir ama o zaman da devleti yıkan bu hükümetlerdir.” ifadesi ile bunalım zamanlarında kurulan hükümetlerin devletin yıkımında istemeyerek de olsa alabilecekleri role işaret etmektedir. Kriz zamanlarında ülkeyi ve toplumu yönetmek çok daha fazla bilgelik ve yetenek gerektirmektedir. Bu nedenle Rousseau yasacının yalnız gördüklerine göre değil, sezdiklerine göre de yargısını vermesi, durumun ileride alabileceği tehlikeleri de göz önünde tutması gerektiğini belirtmiştir.  Olayların gücü hep eşitliği ortadan kaldırmaya yöneldiği için yasaların gücü de her zaman eşitliği sürdürmeye çalışmalıdır. Ona göre “bir hükümetin iyi olabilmesi için halkın aşırı ölçüde güçlü olması gerekir. Yöneticiler ne kadar çok olursa, hükümet o kadar güçsüz olur. Yönetim işlerini görenlerin sayısı ne kadar artarsa, işler o kadar ağır yürür. Devlet ne kadar büyürse hükümet o kadar daralmalıdır. İşlerin yığılmasına ve tartışmalara yol açmayacak şekilde törelerde sadelik, sınıflarda ve zenginliklerde çokça eşitlik olmalıdır. Lüks az olmalı ya da hiç olmamalıdır. Zenginlik ahlakı bozar, zengini de yoksulu da bozar. Birinciyi mal, mülk ikinciyi de açgözlülük yüzünden. Lüks yurdu gevşekliğe ve yokluğa sürükler. İşte bunun için Montesquieu cumhuriyetin ilkesi olarak erdemi göstermiştir.”

Hiçbir yönetimin demokrasi ya da halk yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli olmadığını belirten Rousseau’ya göre demokrasi kadar durmadan biçim değiştirmeye çalışan, varlığını korumak için de daha çok uyanıklık ve yiğitlik isteyen hiçbir yönetim yoktur. “Bir tanrılar ulusu olsaydı demokrasi ile yönetilirdi. Böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil…” sözü ile de demokrasinin övüldüğünü hatta yüceltildiğini anlamak mümkün. Dolayısı ile gerçek bir demokrasi için olgun insanlara ve toplumlara gereksinim duyulduğu, coğrafya eğitiminin de bu bağlamda insanların ve toplumların olgunlaşmasında kritik öneme sahip olduğunu ifade edebiliriz. Zira demokrasi insan doğmuşların değil insan olmuşların yönetim şeklidir. Cumhuriyet yönetiminde halkın her zaman yalnızca aydın ve yetenekli kişileri yüksek göreve getirmesi ve bu kişilerin de görevlerini onurla yapması gerektiğini ifade eden Rousseau, Tanrı’nın öfkelenince kötü krallar yolladığını ve onlara Tanrı’nın cezası diye katlanmak gerektiğini belirtir. Lakin bunun bir politika kitabından çok vaaz kürsüsüne yakışacağını, bu durumun mucizeler yaratacağını söyleyen ama bütün hastalara dişlerini sıkmalarını salık vermek olan bir hekime benzetebileceğini belirttikten sonra meselenin kötü hükümetlere katlanmak değil iyi hükümetler bulmak olduğunu açıklamıştır. Rousseau “uyruklar kamusal dirliği överler, yurttaşlar da özgürlüğü” sözü ile bireylerin topluma ve devlete bağlanma farklılıklarını açıklamıştır. Kimi malları kimi güvenliği üstün tutmakta, kimi sert kimi yumuşak yönetimi savunmaktadır. Kimi suçların cezalandırılmasını, kimi işlenmeden önlenmesini istemektedir. Kimine göre komşu devletleri yıldırmak, kimine göre onları yok saymak daha iyidir. Kimi para elde ele geçsin, kimi halkın yiyecek ekmeği olsun demektedir. Peki, bu durumda değer biçme işinde nasıl uyuşulacaktır. Uzlaşma işleminin dogmatik olmadığını duygusal bir mesele olduğunu belirten Rousseau’ya göre “İnsanları uzlaştıran dogmalar değil duygulardır ve bu duygular olmadıkça ne iyi bir yurttaş olunabilir ne de sadık bir uyruk.” Bu konuda Marquis d’Argenson’un “Cumhuriyette herkes başkalarına zarar vermeyen şeyleri yapmakta tamamen özgürdür” cümlesine atıf yaparak toplumsal uzlaşmanın değişmez sınırını açıklamaktadır. Toplum dininin kurallarının yalın, az sayıda, açıklamalara ve yorumlara yer vermeyecek şekilde belirli olmasını isteyen Rousseau; her şeye gücü yeten, akıllı, iyiliksever, her şeyi önceden gören, yardımsever bir Tanrı’nın varlığı ile doğruların mutluluğunu, kötülerin ceza görmesini, toplum sözleşmesi ve yasaların kutsallığını olumlu dogmalar olarak görmektedir. Olumsuzlarını ise bire indirerek hoşgörüsüzlük olarak açıklamıştır. Toplumsal hoşgörüsüzlük ile dinsel hoşgörüsüzlüğü birbirinden ayıranların yanıldığını düşünen Rousseau, insanın cehennemlik saydığı kimseler ile barış halinde yaşayamayacağını, onları sevmenin onları cezalandıran Tanrı’dan nefret etmek demek anlamına geleceği için ya onları kesin imana getirmek ya da tedirgin etmek düşüncesinin baskın geleceğini belirtmektedir. Ve bu hoşgörüsüzlüğün kabul edildiği yerde toplumsal bir etki olması düşünülemez. Etki olunca da egemen varlık, egemen varlık değildir. O zaman gerçek efendiler rahipler, krallar ve sadece onların görevlileri olur. Bu durumda demokrasi ve cumhuriyetin temel ilkesi olan halkın krallığı derinden sarsılır. Ona göre savaşlara yol açan insanlar arasındaki ilişkiler değil olaylar arasındaki ilişkilerdir. Öyle ise “savaş insan ile insanın değil, devletin devletle olan ilişkisidir.” Dolayısı ile “devletin düşmanı insanlar değil yine başka devletlerdir.” İnsanların yaşayışlarını değiştirmezlerse yok olup gideceğini, özgürlükten vazgeçmeyi, insan olma niteliğinde, insanlık haklarından ve ödevlerinden vazgeçmek olarak gören Rousseau, böyle bir vazgeçmenin insan yaradılışı ile uzlaşmadığını düşünmektedir.

Toplum sözleşmesi ile bütüne bir varlık ve yaşam verildiğini düşünen Rousseau, ondan sonra yapılması gerekenin ise yasama yolu ile ona hareket ve sistem vermek olduğunu açıklamaktadır. Her türlü adaletin kaynağının yalnızca Tanrı olduğunu, eğer biz adaleti bu kadar yüksekten alabilseydik o zaman ne hükümetlere ne de yasalara ihtiyacımız kalmayacağını belirtir. Lakin dünyaya insan açısından bakıldığında adalet yasalarının doğal yürütme güçleri olmadığından insanlar arasında etkisiz kalacağını da düşüncesinin sonuna ekler. Rousseau’ya göre “Doğru insan herkese karşı bu yasalara uyar, ama kimse kendisine karşı uymazsa, o zaman bu yasalar kötünün yararına, iyinin zararına işler. Onun için, hakları ödevlerle uzlaştırmak ve adaleti kendi konusuna yöneltmek için sözleşmeler ve yasalar gerekir. Her şeyin ortak olduğu doğal yaşama halinde söz vermediğim kimseye hiçbir şey borçlu değilim. Her şeyin yasayla saptandığı toplum halinde ise durum böyle değildir.”

İnsan yapısının doğanın eseri, devletin yapısının ise insan ürünü olduğunu belirttikten sonra sürekli bir yönetim biçimi kurmak istiyorsak onu sonsuz yapmayı düşünmemek gerektiğini, politik bütünün tıpkı insan bedeni gibi doğar doğmaz ölmeye başladığını ve göçüşün nedenlerini kendinde taşıdığını ifade etmektedir. Devletin yasalarla değil yasama gücü ile yaşadığını, eskinin hep iyi olduğu yönündeki peşin yargının da eski yasaları daha saygın yaptığını ancak yasaların eskimekle gücünü yitirdiğini belirtir. Yasama gücünün yok olmasını devletin yaşamadığının göstergesi olarak ele almaktadır. Ona göre “insanın iç sorunlarının olağan sınırları sandığımız kadar dar değildir. Onu darlaştıran güçsüzlüğümüz, ahlaksızlıklarımız ve kör inançlarımızdır…  Alçak ruhlu insanlar büyük adamlara inanmazlar, aşağılık köleler özgürlük sözüne gülerler…” Tamamen tarihe, eskiye yaslanarak toplumu ve insanları geleceğe taşımanın mümkün olmadığını ifade eden bu cümlelerden sonra özgür bir gelecek için düşler kuran, düşünceler üreten insanların karşılaşacağı zorlukları da acı bir gerçeklik olarak bizlere göstermiştir.

Sonuç olarak Toplum Sözleşmesi kitabı güzel bir film ya da belgesel izlemek gibi çok keyif alacağımız bir kitap. Aklın, kalbin ve ruhun sınırlarında gezinen Rousseau’yu anlamak için biraz çaba gösterirsek hem bugünün hem de yarının sorularına, sorunlarına cevap bulabilme ihtimalimiz de artacaktır. Rousseau günümüz insanına değişimlerden, çelişkilerden, inançlardan, özgürlüklerden, insanlardan, devletlerden, toplumlardan, dünyadan ve belki de en önemlisi kendinden korkmadan ilerlemenin mümkün olduğunu gösterirken,  aynı zamanda bizi birlikte özgürce yani insanca yaşamaya davet etmektedir.

Kaynak Kitap: Rousseau, J. J., Toplum Sözleşmesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 15. Basım, İstanbul, 2019.

[1] Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi

Öğretmenliği Sen Seç

ÖĞRETMENLİĞİ SEÇ SEN! TATİLİ BOL MESLEKTİR

 

Özlem GÜLERSOY[1]

Ali Ekber GÜLERSOY[2]

 

Biz eğitimciler irşattan irfana yol açmaktan ziyade, harften irfana[3] pencere açabilenlerdeniz. Yani bireyin kendi dünyasından (içsel dünyasından, birincil doğasından) çevresindeki dünyaya (ikincil doğaya ki, yapay ve doğal doğa diye ayırmak mümkündür) yol almasında kılavuz olabilecek bir meslek perspektifine sahibiz. Ana rahminde eşey hücrelerin (gametlerin) birleşmesi sonucu oluşan zigottan (döllenmiş yumurtadan) 38 haftalık devri âlem ile zahiri doğum sonrası aldığı ilk nefesle (cennetten yani ana rahminden kovulduğunda) bebeğe dönüşen insan aslında öğrenmeye başlamıştır. Aslında bu öğrenme süreci ana rahminde başlamıştır ki, bilimsel çalışmalar bunu doğrulamaktadır. Genotipin (anne ve babadan çocuğa kalıtım yolu ile geçen yapı) fenotipi (genetik yapının dışardan gözlenebilen şekli) belirlediği veya şekillendirdiği bilinse de kalıtım; gelişime ilişkin sınırları belirlerken, çevresel şartlar bu sınırlar içinde nerede durulacağını belirlemektedir. Bebeklik döneminde (0-2 yaş) kendi varlığının ve bilincinin farkına varan insan, Piaget’nin deyimiyle “doğadan ayrışmıştır” artık. Yukarıda değindiğimiz gibi, bu durum, insan neslinin birinci doğadan (doğal dünya) ayrışarak ikinci doğayı yaratmasının habercisidir.

Öz olarak insanın şekillenmesinde doğum öncesi faktörler kadar, doğum sırasındaki ve doğum sonrasındaki faktörler de etkilidir. Bu meyanda özellikle 0-5 yaş arasında hatta sonrasında ana-baba tutumları (demokratik, otoriter, aşırı hoşgörülü, aşırı serbest vb.), ilk-ortanca-en küçük veya tek çocuk olma durumu vb. kişiliğimizin oluşumunda oldukça etkilidir.

Biz eğitimciler ilk iki nedene hatta üçüncüsüne müdahil olamayacağımız için okul öncesi (3-6 yaş) dönemden sonrasıyla mükellefiz. Okul dönemi (6-12 yaş, son çocukluk), ergenlik dönemi (12-18 yaş) ve lisans, lisansüstü dönemi de işin içine katarsak bu ıskala 30’lu yaşlara tırmanabilmektedir. Nitekim normal bir süreçte 21 yaşında lisans eğitimini tamamlayan bir birey 2 yıl yüksek lisans ve kabaca 4 hatta 6 yılda doktorasını tamamlayabilmektedir.

Başlığı unuttunuz, nereden nereye geldiniz” dediğinizi duyar gibiyiz. Merak etmeyin, yazımızın şirazesi şaşmış gibi görünse de sizi istasyona sağ salim ulaştırmaya niyetliyiz. Esas olarak insanın fiziksel, duyuşsal ve psiko-motor gelişimi, eğitim ve öğretime içkindir. Bu içkinlik çerçevesinde eğitmen-öğretmen hayati bir önem arz etmektedir.

Gelelim asıl meselemize, biz, 27 yıllık meslek hayatında ilkokul, ortaokul, lise, lisans ve lisansüstü seviyelerinde öğretmenlik-eğitmenlik yapmaya çalışan iki birey olarak dertliyiz. Derdimiz bulunduğumuz zamanla yani konjonktürel görünse de, aslında ezelden ebededir. Yani geçmiş-günümüz-gelecek bizim zihin ve gönül dünyamızda ehemmiyetlidir. O halde yaklaşık 50 yıllık iki ömrün (ki bu toplamda 100 yıl eder), insan-mekân hafızasında ana-baba yani okul öncesi, ilk-ortaokul ve lise dönemindeki meşhur ifadesiyle velilerin pişmiş aşa soğuk su kattığına çoğu kez şahit olmuşuzdur. Hatta üşenmeyip, çocuklardan ziyade ana-babalarını eğitmeye çalıştığımız zamanları gülümseyerek anımsarız ki, bu halen de devam etmektedir. Şimdi muhalif kanadımızdaki değerli canlar; “Yahu hocalar, bu sistem meselesidir. Sistem değişmedikçe bu problemler olacaktır. Sistem hepimizin katilidir” diyecektir ki, bu tespitin gerçeklik payı bulunsa da “tenkit hastalığı”, “çözüm dispanseri”nden ayrı düşünülemez. Yani tenkit eden çözümünü de ifade etmelidir.

İnsanın üç beyni olduğunu söyleyenler vardır ki, eski beyin içgüdüsel, orta beyin duygusal ve yeni beyin rasyoneldir. Haydi, bakalım bir de üç beyin çıktı! Ne yapalım bilim bir süreç ve bilim insanları sürekli araştırıyor, çalışıyor ve bizler de onların imbiklerinden süzüleni sizlerle paylaşmaya gayret ediyoruz. Sizin anlayacağınız bu üç beyin aslında Freud’un topografik yaklaşımına göre id (temel biyolojik dürtüler), ego (6-8. aylarda id’den evrimleşerek gelişir ve id’in amaçlarına ulaşmasına yardımcı olur) ve süperego (5 veya 6 yaşında gelişmeye başlayan vicdan yanımız) tasnifine de uygun görünüyor. Aslında haz ve elem arasında gidip gelen hayatımızı kontrol eden güçler onlar ki, hayatta kalmak ve haz almak için tüketiriz (fizyolojik ihtiyaçlar), acıdan kaçarız, kaçamazsak mücadele ederiz, mücadele edemezsek birçok şeye sabrederiz yani baskılarız. Bu durum Henri Laborit’in fikirlerinden esinlenerek çekilen “Amerikalı Amcam (Mon Oncle d’Amerique, 1980)” filminde oldukça etkili bir şekilde işlenmiştir, izlemeniz tavsiyemizdir.

Sözün özü bilinçaltımızın gerçek patronu eski (ilkel) beyin gibi görünse de, biz insanlar (Homo sapiens sapiens) eski sürüngen (ilkel) beynimizi orta (duygusal) ve yeni (mantıklı) beynimizle dengeleyebiliyoruz. Başka bir deyişle idimizi, egomuzla ve özellikle süperegomuzla (vicdanımızla) hizaya çekebiliyoruz.

Apansız, Ataol Behramoğlu’nun “bebeklerin ulusu yok” şiirine atfen “çocukların ulusu yok” demek geldi içimizden. Bu sözler, bebeklik ve çocukluk dönemlerinin evrenselliğini dile getirmektedir. Nitekim dil gelişimi açısından bütün bebekler babıldama (cıvıldama) evresinde (2-5 ay) benzer sesler çıkarırlar. Bu noktada bütün insanların sözü edilen evrede kalması hayali bir niyet oluverdi zihnimizde.

İşte burada devreye biz eğitmenler-öğretmenler girmektedir. Bilişsel (bilmek, bağlantılar kurmak, hayal etmek), duyuşsal ve psiko-motor boyutlarıyla holistik (bütüncül) olarak eğitimine katkı vermeye çalıştığımız insan, öğrendikleriyle eyleme yani harekete geçebilmelidir. Başka bir deyişle bedensel ve ruhsal çabamız yani praksisimiz ete kemiğe bürünmelidir.

Bazı Tavsiyeler: Öncelikle öğrencilerin sizlere güven duyması esastır. Zira kendisini güvende hissetmeyen hiçbir insan hatta canlı öğrenemez, sözlü ve sözsüz iletişime kapalıdır. Nitekim Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde güvenlik ihtiyacı, fizyolojik ihtiyaçlarla birlikte önemli bir yer teşkil etmektedir. Bu kapsamda insanın kendini gerçekleştirmesi sürecinde biz eğitimcilerin yol göstericiliği, kolaylaştırıcılığı elzemdir.

Diğer mesele ise öğrencileri anlamanızdır. Bu meyanda bizim düsturumuz Baruch Spinoza’nın (1632-1677) dediği gibi ‘Gülme, ağlama, lanetleme. Sadece anla’ perspektifi olmalıdır. Meseleyi biraz daha ete kemiğe büründürür isek öğrencilerin davranışlarının arkasındaki asıl nedeni sorgulamamız gereklidir. Dilimizde pelesenk olan insana, yaşama ve doğaya bütüncül bakmak burada da devreye girmektedir. Örneğin otorite boşluğu yaşanan bir aileden gelen bir öğrenci ile aşırı kontrolcü bir aileden gelen bir öğrencinin davranışları şüphesiz farklı olacaktır. Söz konusu durumu gözlemleyip meseleyi ailesiyle veya öğrenciyle ilgilenen kişilerle ayrıntılı konuşmamız bir anlamda aileyi de eğitmemiz zaruridir. Elbette bunlar idealize edilendir ama “olması gereken” bizim vazgeçilmez, tavizsiz düsturumuz olmalıdır.

Küçük Buda (Little Buddha, 1993) filminde, Buda (Siddhartha Gautama) kendi halinde dünya nimetlerinden el etek çekmiş bir halde münzevi bir yaşam sürerken nehirden kayıkla geçen bir yaşlı müzisyenin öğrencisine söylediği şu sözleri işitir: “Teli çok gerersen kopar ve teli çok gevşek bırakırsan iyi ses çıkmaz”. Bu sözlerin ardından Buda: “Öğrenmek değişmektir. Aydınlanma orta yoldur. O, bütün zıt uçların arasında bulunan çizgidir” anlayışını geliştirmiştir. Evet, canlar, sihirli kelimeler “orta yol”dur. Bunun bir örneğini de tabiattan vermek mümkündür. Balçık[4] bilindiği gibi genel olarak verimli toprak olarak bilinir. Yani kum, kil ve mil (toz) oranı % 33’tür (Toplam % 100). Her biri dengeli unsurlardan oluşan topraktır balçık topraklar, tıpkı yaşam gibi. Tıpkı insan ilişkileri ve öğretmenlik, eğitmenlik gibi.

Nitekim iyi bir öğretmen klasik mantıkla değil, bulanık mantıkla düşünmeli ve düşündürtmelidir. Bulanık mantık, bireyin herhangi bir olaya siyah veya beyaz olarak bakmaktansa gri renkleri görmesidir. Yani alacağı kararlarda, birden fazla durumu değerlendirip belirli bir çerçevede kararları icra etmesidir veya değişen koşullar çerçevesinde aldığı karardan vazgeçip yeni kararlar almasıdır[5].

Sınıfta marjinal bir durumla karşılaştığımızda zihnimizin aynasını gönülle (sirayeti duygulardır) parlatmak, gönlün manivelasını akılla tutmak elzemdir. Çünkü et, kemik ve kan yığını olarak karşımızda duran öğrenciler, bunun ötesinde bir nevi yürütücü kontrol veya yürütücü işlemcinin[6] kontrolünde hareket etmektedir. Bu yürütücü kontrol veya işlemci, yazının üst bölümünde ifade edildiği gibi genotipten, çevresel şartlar (doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrasında) ve doğrudan veya gizil olarak öğrenme süreçleri vb. gibi bir dizi şartların perspektifinde şekillenmiştir.

Özcesi öğrencileri önemsemek, ilgi göstermek ve mümkün mertebe bireysel iletişim kurmak zor olmasa gerektir. Özgüven meselesi ise başlı başına bir kitap konusu! Yani öğrencilerinizin kendine güveni. Bunun için önce sizin öğretmen olarak kendinize güven ve saygı duymanız gerekli.

Bir diğer husus ise insan beyninin parçaları ve bütünü aynı anda algıladığı gerçeğidir. Sağlıklı bir insanda matematik, müzik veya sanat öğretiminde beynin her iki yarı küresi etkileşim halindedir. Bir konunun öğretilmesinde konunun bütünü ve parçaları karşılıklı etkileşimde bulunacak şekilde aynı anda verilmelidir.

Okul-aile işbirliği meselesi ise su götürmez bir gerçekliktir. Okulun maddi-manevi bileşenlerinin (öğretmen, öğrenci, bina içindeki eşyalar, bahçedeki bitkiler, hayvanlar vb.) tümüyle algılanması ve yaşamın bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bu meyanda öğrencilerin ebeveynleriyle veya onlarla ilgilenen kişilerle yakın ilişki de bulunmak elzemdir. Yakın derken, “ilgili ama mesafeli bir yakınlık”tır sözünü ettiğimiz.

Olmazsa olmaz dediğiniz bir husus var mı?” derseniz, size yanıtımız ‘sebat’ olacaktır. Bir nevi kararlılık. Elbette kör kütük bir kararlılık değil bu. Bilerek, hissederek hatta acı çekeceğinizi bilseniz de yolunuza, inandığınız değerlere (elbette günümüz şartlarına uyarlayarak) bağlı kalarak, bir nevi kendinize, değerlerinize temenna eyleyerek ömür seyahatine devam etmektir, sebat.

Bir öğretmen suskun olmalı mı?” sorusuna yanıtımız “yerine ve zamanına göre susmalıdır ve konuşmalıdır” şeklindedir. Yani kelimeleri seçerek konuşmalıyız.

Değinilmesi gereken bir diğer husus, öncelikle öğretmenler arasında, sonrasında öğrencilerle birlikte işbirliğinin ön plana çıkması gerektiği gerçeğidir. Öğretmenleri başa almamızın gerekçesi öğrencilere ve gizil olarak velilere rol model olmalarıdır. Bu bir nevi velinin eğitimidir. Sözü edilen işbirliği id, ego, süperego dengesini gözetmeli, bireyin bilişsel (akıl), duyuşsal (kalp, gönül) ve psikomotor gelişimini bütünleyen bir prozodiye sahip olmalıdır.

İşte böyle canlar, öğretmenlik zor zanaat! Elbette sözünü ettiğimiz hakiki öğretmenlik. Yani herkesin söylediği gibi yalnızca sahneye (okula, sınıfa) bakarak veya eve gelen öğrencinin söyledikleri vb. tek başına öğretmenliği ifade etmekten uzaktır. Bu işin sahne arkasına bakmak icap eder. Başka bir deyişle öğretmenliğin bir de derin yanı vardır. İçsel zekâsı güçlü olmalıdır öğretmenin, gözleri keskin ve gören olmalıdır. Kulakları açık, vücudu bütün öğrencilerini saracak şekilde hafif öne doğru eğilmeli, dokunmasa da zihni ve gönlüyle öğrencilerini sarmalıdır öğretmen. Zihni yorulur öğretmenin, evinde çocuğuyla iletişim kuramayan ebeveynin bazen takdir ettiği ama çoğunca tenkit ettiği kurumsal bir kimliktir. Sahnenin arkasına bakalım canlar. Tatili bol mesleği icra edenler! neler yapıyor, neler yapmalı? Buna kafa yormalı. Politika ve siyasetten ayrı değildir öğretmenlik, zira her gelen öğretmeni, öğretmenliği parlatır, nutuklar atar! Lakin mesele küldür, yani bütüncül bakmayı gerektirir. Sistemin bütünüyle ele alınmasıdır öğretmenlik. Özcesi gündelik siyaset ve parlak hamaset ile bir yere varılamayacağı aşikârdır. Biz, yani “güzel ve yalnız ülke[7]”nin çocukları, iyi öğretmen yetiştirmeliyiz, iyi öğretmen olmalıyız. Nitekim biz bu yazıda meseleye doğaçlama bakarak “öğretmenliği seç sen! tatili bol meslektir” demekten ziyade, “öğretmen ol ve manada, maddede adil insan yetiştir” demenin altını çizmeye çalıştık. Yazımız akademik bir çerçeve çizmeyebilir ancak tecrübelerimizin ve gönlümüzün beyanıdır. Ezcümle akıl, vicdan ve umutla kalınız…

 

YARARLANILAN ve ÖNERİLEN KAYNAKLAR

Akboy, R. (2005). Eğitim Psikolojisi ve Çoklu Zekâ. İzmir: Dinozor Kitabevi.

Gönensin, K.S. (1992). Peyzaj mimarları için bazı toprak özelliklerinin arazide belirlenmesi ve değerlendirilmesinin pratik esasları, 42(1-2), 139-154.

https://www.muhendisbeyinler.net/bulanik-mantik-nedir/, Erişim Tarihi: 05.09.2022

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/yalniz-ve-guzel-ulkeme-9022249, Erişim Tarihi: 05.09.2022


[1] Sınıf Öğretmeni, Necip Fazıl Kısakürek İlkokulu, Buca / İzmir.

[2] Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı, Buca / İzmir.

[3]Siz muallime hanımlar ve muallim beyler, sizler de irfan ordusunun zabitan ve kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Kütahya Sultanisi’nde Yaptığı Konuşma, 24 Mart 1923).

[4] Balçık topraklar, orta derecede kil miktarına sahip topraklardır. Tüm fiziksel ve kimyasal özellikleri bitki gelişimi için elverişlidir. Besin ve hava ekonomileri iyi olup, yüksek bir yararlanılabilir su tutma kapasitesine sahiptirler. Kumlu balçık ile balçıklı kil arasındaki balçık türündeki topraklar fiziksel ve kimyasal özellikler bakımından ideal topraklardır. Bu topraklar bitkilere optimum bir gelişim sağlarlar (Gönensin, 1992).

[5] https://www.muhendisbeyinler.net/bulanik-mantik-nedir/

[6] Yürütücü kontrol veya yürütücü işlemci (üst biliş=meta biliş), bireyin motivasyonu yani beklentileri amaçları ve gerek içsel gerekse çevre koşullarına kendi öğrenmesine hizmet edecek şekillerde kontrol altına alma yetilerini ifade eder.

[7] Nuri Bilge Ceylan’ın 61. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen (Üç Maymun) ödülünü alırken yaptığı Türkiye (Ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum) tanımlaması (https://www.hurriyet.com.tr/gundem/yalniz-ve-guzel-ulkeme-9022249).

Ekoköyler

Ekoköyler ve Sürdürülebilirlik

Prof.Dr. Sultan Baysan[1]

Giriş

Bu makalede küresel ekoköyler ağından bahsedilmektedir: Dünya 2000 Milenyum Kalkınma Hedefleri’nden sonra 2015 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (undp.org) veya 2021 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı gibi çeşitli oturumlarla küresel sorunlara çıkış ararken, daha sürdürülebilir bir dünya için bu adımların daha öncesinde “tohumlar” atılmıştı. Bu tohumlardan birisi de sürdürülebilir topluluklar için nukleus/çekirdek/nüve görevi gören başlayan Litfin’in (2014) deyimiyle ekoköylerdir.

1995’ten itibaren Küresel Ekoköyler Ağı’nın (Global Ecovillage Network, GEN) kurulmasıyla bu köyler sürdürülebilir yaşam uygulamaları konusunda dünyaya iyi örnekler sunmaktadır (URL 1). 1987’de bir vakıf olan Gaia Trust’ün kurulmasıyla başladığı belirtilen ve 1991’de bir konferansla devam eden süreç adımlarını D. Ross ve Hildur Jackson ile ABD’li Robert ve Diana Gilman isimli iki çifte borçludur (Litfin, 2014). 1991 konferansında Gilman çifti tarafından ekoköyün tanımı yapılmıştır. Buna göre ekoköyler “insan ölçekli, insan faaliyetlerinin sağlıklı insan gelişimini destekleyen bir yolla doğal dünyayla zararsız bir şekilde bütünleştiği ve sonsuz geleceğe kadar başarıyla devam edebilen çok özellikli yerleşimlerdir”. Konu ile ilgili daha fazla bilgi için Ekoköy Mücadelesi (Eco-village Challenge) isimli inisiyatife bakılabilir (URL 2).

            İsrail’deki kibbutz ve moshavlara benzetilen bu ekoköyler (sürdürülebilir olmaya çalışan) toplulukların küreselleşmesini temsil etmektedir (Oved, 2012). Şekil 1’de İsrail’in tarımdaki başarısının da paydaşlarından biri olan ortak mülkiyete dayalı, çalışanlarının ihtiyaçlarının çiftlik idaresince karşılandığı yerleşimler kibbutz (örnekleri arasında ilk kurulan Degania ile Merom Golan ve Lotan ile);  yine İsrail’de ailelerin eşit büyüklükte toprağının olduğu planlı kooperatif yerleşmesi olan moshav örnekleri görülmektedir (moshav örneği olarak Nahalal verilebilir) (Tümertekin ve Özgüç, 2011, URL 3, 4 ve 5).

Şekil 1. Ekoköylere benzetilen kibbutz ve moshav tipi tarım ağırlıklı yerleşmeler ve yerleşim planı örnekleri (URL 3, URL 4 ve URL 5)

Ekoköylerin Dağılışı

Küresel Ekoköyler Ağı’nda (GEN) yaklaşık 400 köy bulunmaktadır. Bu ekoköylerde yaşayan topluluklardaki bireyler de geleceğin daha sürdürülebilir olması için birer “tohum insan” kabul edilebilir (Şekil 2). Bu köylerde yaşamayıp da gerek üçüncü dünyadaki kırsal birçok yerleşimde ya da şehirlerde olabildiğince sürdürülebilir bir yaşam sürmeye çalışan pek çok insan olsa da özellikle gelişmiş dünyanın kaynak kullanımı bakımından israfı hep tartışılmaktadır.

Şekil 2, küresel ekoköylerin amaçlarını ve Ağ’ın (GEN) dünyadaki bölgelerini göstermektedir. Küresel ekoköylerle geniş anlamda ekovatandaşlar, ekoprojeler, ekookullar, ekotopluluklar, ekokomşuluklar, ekoköyler, ekoşehirler, ekobölgeler ortaya çıkması beklenmektedir. Ekoköyler kırsal ya da kentsel olsun yerel, katılımcı süreçlerce yönetilen prensiplere sahiptir. Bu köyler 20 ile birkaç bine kadar giden nüfusa sahiptir. Küresel ekoköyler ağına girebilmek için en az iki yıldır sosyo-kültürel, ekolojik ve ekonomik açılardan Ağ’ın belirttiği Yenilenme Alanları’ndan  (Regeneration Areas) en az birinde çözümlerinin olması beklenmektedir.

Şekil 2. Küresel ekoköylerin amaçları (ekovatandaşlar, ekoprojeler, ekookullar, ekotopluluklar, ekokomşuluklar, ekoköyler, ekoşehirler, ekobölgeler) ve Küresel Ekoköyler Ağı (GEN) bölgeleri (URL 6)

Ekoköyler ekonomik, sosyal ve çevresel yönden nasıl sürdürülebilir olunabileceğine dair sorgulamayı içinde barındırmakta ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerini desteklemektedir. Şekil 3’te, GEN’in “dünyada görmek istediğin değişikliği ol. Kaliteli, (fakat) düşük etkili yaşam biçimini bul” sloganı ile BM sürdürülebilir kalkınma hedeflerine verdiği desteği ifade edilmektedir. Burada BM sürdürülebilir kalkınma hedeflerinden 11 sürdürülebilir şehir ve topluluklar, 12 sorumlu üretim ve tüketim ile 13 iklim eylemi hakkında hedeflere özellikle vurgu yapılmaktadır.

Şekil 3. Küresel Ekoköyler Ağı’nın (GEN) Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri bağlantısı (URL 7)

 Aslında küresel ekoköyler fikri; hayatı hızla, randevular ve sıkışık ajandalara uymaya çalışarak yaşamak mı? yoksa hayatı yavaş şehirlerin (cittaslow) deneyimlemeye çalıştığı gibi anlamlandırmaya çalışmak mı? gibi ikilemlerde karar vermeyi, seçimleri kolaylaştıracak bir düşünce sistemini oluşturmaya mı yardım etmektedir? İnsan doğal ortamın bir parçası olarak onunla eşgüdümlü/simbiyotik bir ilişki içerisinde olmalıdır. Çünkü yenilenmeyen birçok kaynak, kirlenen birçok doğal unsur vardır. Hâlbuki Gaia fikri bize doğal ortamda “kendi yerimizi” bulmayı önerir (daha fazla bilgi için URL 8). Hep tekrar edildiği üzere tek bir dünya var (Şekil 4).

Şekil 4. GAIA, yaşanılası tek dünya fikrini temsilen üretilen görsellere bir örnek (URL9)

          Ekoköyler gerçekte üzerinde yaşanılır tek gezegen fikri üzerine doğmuştur. Bu ekoköylerde yaşam Litfin’in (2014) kelimeleriyle “birbirine bağlılık”, “somutlaşmış vizyon” ile “mutluluk ve tatmin” üzerine kuruludur. Birbirlerine bağlılıkta aidiyet, güven, dürüstlük ve karşılıklılık duygusunun hissedilmesi; somutlaşmış vizyonda paylaşılan bir amacın varlığı; mutluluk ve tatminde ise üyelerinin orada yaşamaktan keyif alması ve sorun çözümünde dahi tatmin duygusunu hissetmesi kastedilmektedir (Litfin, 2014: 31).

Dünyadaki GEN’e bağlı ekoköylerin dağılımı Şekil 5’te görülmektedir. Haritaya göre ekoköyler bazı yerlerde daha seyrek olmakla birlikte tüm kıtalarda yayılış göstermektedir.

Şekil 5. Dünyadaki ekoköylerin dağılımı (URL 10)

Avrupa’daki GEN’e bağlı ekoköylerin dağılımı ise Şekil 6’da verilmiştir. Avrupa’nın bir çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de ekoköyler yeralmaktadır.  Ankara ve Sakarya’daki ekoköy örnekleri de GEN’e bağlıdır. Bunlar Ankara’da Güneşköy ve Sakarya’da (Earth Ekovilllge olarak) Yeryüzü Ekoköyü’dür.

Şekil 6. Avrupa ekoköyler haritası (URL 11).

Ekoköylerin Ortak Özellikleri

Ekoköyler permakültür ekolojik anlayışına göre şekil alır. Bu yaklaşım doğanın tasarım ilkelerini baz alan anlayıştır (permakültür uygulamaları için bkz. URL 12). Ekoköylerin uygulamaları arasında sıkıştırılmış topraktan/kerpiç yapılar, yağmur suyu hasadı yapabilmek için toksik olmayan çatı inşası, bitki bazlı kanalizasyon arıtma, yenilenebilir enerji çözümleri (örneğin, güneş panelleri, ya da mikrohidro enerji bir başka deyişle derelere konulan türbinler), kaynak tüketimi ve atık üretimini azaltma amaçlı pasif güneş enerjisi tasarımı gibi uygulamalar revaçtadır. Bu köylerde ana fikir kendi kendine yetebilir olmaktır. Yine yağmur suyunun akıp gitmesini önleyen geçirgen kaldırımlar, organik binalar, meyve-sebze bahçeciliği, sosyal adalet savunuculuğu, sorumlu inşaat, enerji, su, taşıma çözümleri, işbirlikçi tüketim, permakültür uygulamaları, yaban hayatını koruma bu uygulamalara diğer örnekler olarak verilebilir. Ekoköylerde organik binalar tasarlanması idealdir (Litfin, 2014) (Doğal, organik binalar hakkında bkz. URL 13). Çünkü çimento ile binalar çirkin ve rahatsızdır, bu binalar kışın soğuk yazın sıcak tutarlar. Üstelik gömülü enerjileri yüksektir. Çimento atmosfere havacılıktaki kadar çok karbondioksit vererek sera gazı salınımının dünyada en büyük kaynağıdır (Litfin, 2014: 70).

Konjenerasyon yani aynı anda ısı (Stirling cihazları ile) ve elektrik üretimi, su tasarrufu (gri su kullanımı), kurakçıl bitkiler ekimi giderek yayılmaktadır. Gıdada ise organik ve yerel gıda, gıda pazarları, kompozit kutuları, kompostlaştırma, arıcılık, GDO’suz gıda yaygın uygulamalardır.

Ekoköyler davranış ve sistemsel olarak su tüketimi meselesine farklı bakabiliyorlar. Buralarda:

  • atık sular filtrelenir,
  • yağmur suyu hasat edilir,
  • daha az su kullanılır.

Ekoköylerin üç tipi bulunmaktadır.  Bunlar kentsel, geleneksel ve “niyete” dayalı ekoköylerdir. Şekil 6’da GEN’e bağlı ekoköy tiplerinin gösterildiği görseller yer almaktadır. Kentsel ekoköylere Kaliforniya’da Los Angeles Ekoköy’ü, geleneksel olana Senegal’den Dakar, Mbackombel Guédé Chantier ve “niyete” dayalı köylere ise İskoçya’da Findhorn söylenebilir.

Şekil 7. Ekoköy tipleri (kentsel, geleneksel ve niyete dayalı ekoköyler) (URL 14).

Şekil 8 ise dünyadan ekoköylere birkaç örnek daha sunmaktadır. Birinci görsel Almanya’da Sieben Linden’den saman balya yapı uzmanlığını,  ikinci görsel Polonya’da Bhrugu Aranya’da doğal, organik bir yapıyı, üçüncü görsel ise İsrail’de Kibbutz Lotan’da sürdürülebilir çöl yaşamını sergilemektedir.

Şekil 8. Ekoköy örnekleri (URL 15)

Bilindiği tartışıldığı üzere ekonomi ve ekolojinin ögeleri toplumun ihtiyaçları ile bilinçli bir şekilde dengelendiğinde sürdürülebilirlikten bahsedilmeye başlanır. Şekil 9, ekonomi, toplum, ekoloji işbirliğinde sürdürülebilirlik idealini göstermektedir.

Şekil 9. Ekonomi, toplum, ekoloji işbirliğinde sürdürülebilirlik (resimler için URL 16, 17, 18, 19)

Sonuç

Ekoköyler, insan kaynaklı sorunların kısa yoldan en etkili çözümleri olmayabilir. Ancak bunların birer sürdürülebilir tohum olarak iyi örnekler oluşturmaları değerlidir. Hepimizin ekoköylerde oturması mümkün değildir belki; ama herkesin sürdürülebilirliği sağlamak adına evlerinde, işyerlerinde sürdürülebilir bir yaşam için yapacağı çok şey vardır. Çünkü Muir’in ifadesinde olduğu gibi “her şey diğer her şeye bağlıdır”.

Kaynakça

Litfin, Karen T. (2014). Eko Köyler: Sürdürülebilir Bir Toplum için Dersler. İstanbul: Alfa.

Oved, Yaacov (2012). Globalization of Communes, 1950-2010. New Brunswick; NJ: Transaction Publishers.

Tümertekin, Erol ve Özgüç, Nazmiye (2011). Beşeri Coğrafya: İnsan, Kültür, Mekân. İstanbul: Çantay Kitabevi.

URL1 : https://ecovillage.org/about/about-gen/

URL2: www.context.org/iclib/ic29/gilman1.

URL3: https://www.touristisrael.com/what-is-a-kibbutz/6053/.

URL4: https://medium.com/@mustafaylmaz_92272/%C3%A7%C3%B6l%C3%BC-ye%C5%9Ferten-%C3%BClke-i%CC%87srail-75e5f03bd565.

URL5: https://www.researchgate.net/publication/280771327_Past_Forward_Planning_in_the_Light_of_Historical_Knowledge/figures?lo=1.

URL6: https://ecovillage.org/our-annual-report-2020-is-here/.

URL7: https://ecovillage.org/about/vision-mission-goals/.

URL8: https://www.sciencedirect.com/topics/earth-and-planetary-sciences/gaia-hypothesis ve http://gaiaeducation.org.

URL9: https://gaiamandala.net/.

URL10: https://ecovillage.org/projects/map/.

URL11: https://gen-europe.org/ecovillages/european-ecovillages/.

URL12: http://permacultureprinciples.com.

URL13: www.naturalbuildingschool.com.

URL14: https://ecovillage.org/projects/what-is-an-ecovillage/

URL15: https://gen-europe.org/ecovillages/european-ecovillages/

URL16: https://www.turklib.org/ekolojinin-tarihcesi-ve-onemi/.

URL17. https://www.ekoloji.com/ekoloji/ekoloji-terimleri/.

URL18: https://www.dunya.com/finans/haberler/gune-baslarken-ekonomi-ve-piyasalarin-gundemi-2-aralik-2021-haberi-641543.

URL19: https://www.bilgikilavuzu.com/toplumsal-temelde-egitimin-onemi-nedir/.

[1] Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Coğrafya Eğitim Derneği Üyesi

Bildiğimiz Su

BİLDİĞİMİZ SU

Ahmet AYDOĞMUŞ[1]

     Uluslararası Temel ve Uygulamalı Kimya Birliğinin (IUPAC) adlandırmasıyla  dihidrojen monoksit olarak ifade edilen su,  canlılar için havadan sonra en önemli maddedir, besin üretiminde gereken maddelerin başında yer alır.  Avcı ve toplayıcı yaşam tarzından yerleşik hayata geçen insan toprak ve suya bağımlı hale gelmiştir. Tarımsal üretim için iklim ve toprak koşulları yanında suyun  varlığı ilk uygarlıkların ortaya çıkmasının ön koşulu olmuştur. Orta kuşak karalarından Fırat ve Dicle kıyıları, Nil Vadisi, İndüs ve Ganj Vadileri, Anadolu Yarımadası, Akdeniz çevresi, Çin’de Sarı Irmak ve Gök Irmak boyları Eski Dünyada uygarlığın akarsulara bağımlı olarak geliştiği merkezler olmuştur.

   Suyun Hikâyesi

   Kütlesi dikkate alındığında evrende en çok bulunan hidrojen ile üçüncü çok bulunan element oksijenden oluşmuştur (1). Uzayda ve gök cisimlerinde de suyun var olduğu bilinmektedir. Gök bilimcilere göre, Orion Bulutsu’sunda bir günde oluşan su miktarı dünya okyanuslarını dolduracak hacimdedir (2).  Eylül 1996’da Polar uydusu tarafından alınan bir görüntüde kozmik kartopu olarak ifade edilen kuyruklu yıldız, Atlas Okyanusu ve Batı Avrupa’nın 8.000-24.000 kilometre yukarısında buharlaşır (3).  NASA tarafından izlenen 1 kilometre çaplı Linear kuyruklu yıldızının taşıdığı su edilen 3.6 milyon ton olarak ifade edilmiştir.  Dünya suyunun kökeni hakkında kesin bilgi yoksa da kirli kartopu olarak ifade edilen kuyruklu yıldızların katkısını ileri süren bilim insanları bulunmaktadır. Suyun kökeniyle ilgili bir başka görüş, zamanla soğuyan dünyada oluştuğu şeklinde ifade edilmektedir (3).

   Hidrojen ve oksijenden atomlarından oluşan su, elektrolizle elementlerine ayrılırsa da laboratuvar koşullarında su üretmek olanaklı görülmemektedir. Doğal olarak petrol, doğal gaz, biyokütle  gibi hidrokarbonların oksitlenmesi-yanmasında ısıyla birlikt su da oluşmaktadır. Yanmayla oluşan suyun taşıt egzozlarından ve doğal gaz bacalarından buhar olarak atıldığını görülür. Yer kabuğu plakalarının dalma-batma alanlarında mantoya dalan okyanus plakaları beraberindeki suyu manto katmanına taşır, volkanik etkinliklerde çıkan gaz maddelerin bir kısmı su buharından oluşmaktadır (4). Su yanıcı madde hidrojen ve yakıcı madde oksijenden oluşmuş ise de enerji kaynağı da değildir. Çünkü yanma tepkimesi sonucu oluşmuş bileşiktir. Bu nedenle tekrar yakılamaz.

   Görsel 1. Metan gazının yanmasıyla oluşan su

  İki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan su molekülleri katı, sıvı ve gaz halde bulunabilir.  Özel koşullarda suyun üç hali aynı anda görülebilir. Üçlü nokta olarak adlandırılan bu durum 0,01°C sıcaklık ve 0,00603 atmosfer basıncında gözlenebilir (5).

Görsel 2. Buz, su ve su buharının molekül yapıları

    Sıcaklık etkisiyle maddenin hacim ve yoğunluğu değişir. Bu bakımdan su farklı özellik gösterir. +4 °C sıcaklıkta yoğunluğu en yüksek değerde olan suyun sıcaklığı artarken ve azalırken yoğunluğu da azalır. +4 °C’da 1gram/cm³ olan su yoğunluğu buz kütlesinde 0,919 gram/cm³’dür. Bu nedenle yoğunluk farkı nedeniyle buz kütlesi su içinde yüzer haldedir. Yüzeyden donan su kütlesi altında sıvı olarak kalmaya devam eden su canlılarının yaşamasına olanak sağlar. Soğuk suda sıcak suya göre daha çok oksijen bulunur.

   Suyun ısı kapasitesi yüksektir. Bir kilogram suyu belirli bir sıcaklık değerine ulaştırmak için gereken enerji, bir kilogram metali aynı sıcaklık değerine ulaştırmak için gereken enerjinin onlarca katıdır.  Canlıların bünyesindeki su vücut sıcaklığında büyük değişimleri engellemektedir. Deniz suyu sıcaklıkları  eksi 1-2 derece santigrad ile +35 °C aralığında geçekleşirken karalarda eksi 70°C ile +58°C aralığında gerçekleşir. Su moleküllerinin birbirini çekmesiyle oluşan yüzey gerilimi küçük su böceklerinin suya batmadan su üzerinde yürüyebilmesini sağlar. Suyun donma sıcaklığı 0°C ve kaynama sıcaklığı 100°C olarak bilinse de basınç koşullarına bağlı olarak değişkenlik gösterir. Yüksek dağlarda daha düşük sıcaklık değerinde kaynama noktasına ulaşırken, derin maden ocaklarında daha yüksek sıcaklıklarda kaynar. Mpemba etkisi olarak ifade edilen başka bir özellik de sıcak su soğuk suya göre daha hızlı donmaktadır (10).  Su molekülünü oluşturan bir oksijen atomuna bağlı iki hidrojen atomu arasındaki 104,5°’lik açı, donma sırasında altıgen şekilli buz kristallerini oluşturmak üzere artarak 108°’ye ulaşır (5).  Kar kristalinin altı köşeli olmasının nedeni hidrojen atomları arasındaki açı değişimidir.

   Yeryüzünü şekillendiren en etkili dış kuvvet su olmaktadır. Suyun basınç koşulları değiştirilerek su jeti ve su matkabı ile metal, ahşap ve taş kesilebilmekte ve delinebilmektedir.

   Su Döngüsü

   Dünyanın suyu milyarlarca yıldır atmosferde, yeryüzünde ve yer altında varlığını sürdürmektedir. Bir zamanlar soyları tükenmiş dinozorların, mamutların içtiği suyun döngü ile günümüze kadar ulaştığını söyleyebiliriz. Yeryüzünden buharlaşmayla, bitkilerden terlemeyle atmosfere geçen su buharı hava akımlarıyla taşınarak uygun koşullarda yağış olarak denizlere ve karalara döner. Buharlaşma miktarında sıcaklık değeri, su yüzeyinin genişliği ve havanın nem açığı etkilidir. Atmosfere geçen suyun % 90’ı buharlaşma %10’u da bitkilerden terleme yoluyla olmaktadır,  yapılan tahminlere göre dünyadaki suyun yaklaşık yüzbinde biri  atmosferde bulunur (6).  Bitkilerin kökleriyle topraktan almış oldukları su iletim borularıyla onlarca metre yükselerek yapraklara ulaşarak terleme ile atmosfere geçer. Bitki örtüsünün yoğun olduğu yerlerde hava nemli ve serindir, bu durum yağışın verimli gerçekleşmesine neden olur. Ormanlar yağışı çeker sözü bu durumun ifadesidir.

  Görsel 3. Su döngüsü

    Su buharı atmosferde eşit dağılmamıştır. Tamamına yakını alt katman troposferde yer alır. Deniz kıyılarında ve ekvatoral bölgede daha yüksek oranda olan su buharı, kara içlerine, yüksek kesimlere ve kutuplara gidildikçe azalmaktadır. Su molekülleri arasındaki hidrojen bağının koparak sıvı suyun gaz haline geçmesi ısı alarak gerçekleşir, Atmosferde var olan su buharı, güneşten gelen enerjinin bir kısmını soğurarak dünyanın aşırı ısınmasını engeller. Denizel etki olarak ifade ettiğimiz bu koşul güneş etkisi ortadan kalktığında tuttuğu ısı enerjisini ortama aktararak aşırı soğumayı önler. Kuru hava ve su buharı taşıyan nemli hava farklı yoğunluktadır. 1 m³ kuru hava 1007gram ağırlıktayken 1m³ nemli hava yaklaşık 627 gram ağırlıktadır. Bu nedenle bulutlar atmosfer içerisinde yüzer konumda olup hava akımlarıyla taşınarak kara ve denizlerin yağış almasına neden olur (6). Yoğuşma sonucu sıvı ve katı olarak yeryüzüne düşen su yağış olarak adlandırılır. Çiy, kırağı ve kırç da yağış olarak düşünülebilir  (7).

  Yağışla yeryüzüne düşen suyun bir kısmı buharlaşarak atmosfere geri döner, bir kısmı akarak deniz ve göllere ulaşırken bir kısmı da yer altına sızar. Yer altına sızan su yer katmanlarında süzülerek temizlenir, kirlilikten arınır, kaynaklardan yeryüzüne çıkar.

   Atmosferdeki su buharının yoğuşması ısı vererek gerçekleşir. Gözle görülmeyen su buharı yoğuşma sonucu görülür hale gelir gökyüzünde bulutları, yeryüzünde sisleri oluşturur.  Yoğuşma sonucunda sıvılaşmış olan su zerrecikleri sıcaklık eksi derecelere düştüğünde donar. Dikey hava hareketinin olmadığı bazı bulutlarda  -5°C, hatta daha düşük sıcaklıklarda bile sıvı su bulunabilir (7). 

   Yağış, yapay olarak da gerçekleştirilebilir. Uygun bulutlara yerden roketlerle  ve bulut içerisinden uçaklarla bazı kimyasal maddeler serpilererk soğutma ve yoğuşma çekirdekleri oluşturulur. 1990 yılında İstanbul’da,  daha sonra Ankara ve İzmir’de  denenmiştir (8). İstenilen zamanda ve miktarda yağış sağlamak mümkün olmayabiliyor. Bu nedenle yaygın bir yöntem olamamıştır.

    Suyun kısıtlı olduğu yerlerde atmosfer buharından su elde etmek için düzenekler geliştirilmiştir. Günlük 1-20 litre arası su sağlayan ev tipi su jeneratörleri yanında on bin litreye kadar üretim yapan düzenekler de kurulabilmektedir (9).

   Suyla İlgili Terimler

   Meteorik su, hidrolojik döngüye katılan atmosfer kökenli sudur, vadoz su olarak da adlandırılır. Juvenil su, yerkabuğunun derinlerinde oluşmuş su. Bir zamanlar döngüye katılmış olabilirler. Magmatik sular juvenil suya örnek verilebilir. Fosil su, eski sular olup yaşları kuvaterner dönemine kadar uzanır. Sahra Çölünün yeraltı suları gibi (11).    Metabolik su, canlı organizmaların yağ, protein ve karbonhidrat tüketmesi sonucunda oluşan su. Yanma tepkimesi suyu, hidrokarbonların yanması ile oluşan su. Rejenere Sular (Connate Fluids), metamorfizma olayına bağlı olarak meydana gelen sulardır. Bunlar metamorfizmaya uğrayan tortul kayaçların gözeneklerinin çok azalması (%1’e kadar) sonucu terk edilen sularla yine metamorfizmasında sulu silikat minerallerinin kuru silikat minerallerine dönüşmeleriyle bünyelerinden terkedilen sulara karşılık gelir (12).

   Su ve Sağlık

   İçinde faydalı mineraller bulunsa da besin maddesi değildir. Besinlerin vücuda alınmasını,   vücutta besin ve oksijen taşınmasını sağlar. Organizmada oluşan zararlı maddeler de su ile uzaklaştırılır. Vücudun su oranı çocukluktan yaşlılığa gidildikçe azalır. Alınan besinler ve solunumla alınan oksijen dokularda enerji üretirken günlük bir bardak kadar metabolik su oluşur. Su alımı içmekle,  yediğimiz besinler yoluyla ve bünyede oluşan metabolik su ile gerçekleşir. Alınan suyun fazlası idrar, dışkı, terleme ve nefes yoluyla atılır. Vücudumuzda bulunan su, aşırı ısınma ve aşırı soğumayı önleyerek vücut sıcaklığın belli değerler arasında kalmasını sağlar (13).

   Vücutta 1 gram yağ yakıldığında 1,07 gram, 1 gram karbonhidrat  yakıldığında 0.60 gram ve 1 gram protein yakıldığında 0,41 gram metabolik su üretilir. Vücuttaki su oranı azalırsa yorgunluk, dikkat eksikliği, kabızlık, idrar yolları enfeksiyonu ve böbrek sorunları yaşanabilir. Aşırı miktarda su alındığında kandaki tuz düzeyi azalır, ciddi sağlık sorunlarına neden olur, bu durum su zehirlenmesi olarak ifade edilir (13). Çöl yaşamına uyum sağlamış deve, hörgücündeki yağdan bir miktar su elde ederken anatomik olarak da su azlığına uyum sağlamıştır.

   Kirli dolduğu düşünülen sular kaynatma, klorlama, ozonlama, ultraviyole ışınlama gibi işlemlerle dezenfekte edilir. Uzay istasyonlarında uzun süre kalan astronotlar atık sıvılarını geri dönüşümle kullanmaya devam ederler. Evsel atıklardan tuvaletlerden atılan karasu hariç, mutfak ve banyoların gri suları arıtmayla bahçe sulama gibi işlerde tekrar kullanılmaktadır.

   Sular arsenik, kurşun, parazit, bakteri, virüs gibi doğal kirleticiler dışında insan yapımı gübre, ilaç, hormon, parfüm, ziraat ilaçları, böcek öldürücüler, boyalar, piller etkisiyle de kirlenmektedir. Kirlenen suları arıtmak ve tuzlu deniz suyundan tatlı su elde etmek enerjiye ve maddi kaynaklara gereksinim duymaktadır.

   Su ve Tarım

   Canlılar için yaşamsal önemi olan su, bitkisel ve hayvansal gıda maddesi üretmek için de gereklidir. İlk uygarlıklar suya bağımlı olarak ortaya çıktı. Su kaynaklarının yetersiz olduğu alanlarda uzaktan su getirmek için kanallar açılmış, getirilen suyu biriktirmek için de barajlar yapılmıştır. Dünyanın bilinen en eski su kanalını Urartu Kralı inşa ettirmiştir. 2800 yıllık Şamran Menua Kanalı ile 51 kilometre uzaktan başkent Tuşba’ya (Van) su getirilir (14). Hititler zamanında Anadolu’nun ilk sulama barajı da Alacahöyük’te inşa edilir (15).

   Uygarlıkların gelişmesiyle sulama sistemleri gelişti ve yaygınlaştı. Suyun yeterli olmadığı kurak ve yarı bölgelerde buharlaşmayla su kaybını önlemek için foggara, kanat gibi yeraltı su taşıma sistemleri yapılmıştır. Türkiye akarsuları üzerinde de farklı amaçlarla barajlar inşa edilmiştir. Türkiye suyunun %77’si tarımda, % 23’ü’i sanayide ve evlerde içme-kullanma suyu olarak tüketilmektedir. Tarımsal sulamada %70 ile en büyük pay, su kaybının en çok olduğu salma sulamadadır. % 17 yağmurlama, %13’ü de damla sulamayla yapılmaktadır (16).

   1 kilogram gıda üretimi için gereken su miktarı da dikkat çekicidir. 1 kilogram üretim için kullanılan su miktarı, buğdayda 1300 litre, pirinçde 3400 litre,  patatesde 900 litre, domatesde 180 litre, peynirde 5000 litre, sığır etinde 15.500 litre,  koyun etinde 6100 litre, keçi etinde 4000 litre, tavuk etinde 3900 litredir (17). Çıkardıkları metan gazı nedeniyle küresel iklim değişikliği konusunda adı geçen geviş getiren büyük baş hayvanlar, et üretiminde çok su gereksinimleri ile de dikkat çekmektedir.

   Türkiye’nin Suyu

   Su varlığına göre ülkeler sınıflandırıldığında; yılda kişi başına düşen ortalama kullanılabilir su miktarı 1.000 m³’ten az olan ülkeler su fakiri,  2.000 m³’den az olan ülkeler su azlığı, 8.000 – 10.000 m³’ten fazla olan ülkeler ise su zengini olarak kabul edilmektedir. Türkiye’de toplam kullanılabilir su miktarı 112 milyar m³’tür. Ülkemizde kişi başına düşen yıllık  kullanılabilir tatlı su miktarı dikkate alındığında, su zengini bir ülke olmadığımız anlaşılmaktadır (18).

   1970-2021yılları arasında en fazla ortalama nisbi nem yılı 1991’de  % 66,7 olmuştur. 1970-2021 yılları arasında en az ortalama nisbi nem yılı 2013’de %59,6 ve 1970-2021yılları arasında Türkiye’nin ortalama nisbi nem oranı % 63,6 olmuştur (19). Türkiye’de kişi başına düşen kullanılabilir yıllık su miktarı 2000 yılında 1.652 m³, 2009 yılında 1.544 m³, 2020 yılında ise 1.346 m³ olmuştur (20). Kişi başına düşen yıllık su miktarı nüfus artışıyla ters orantılıdır. Artan nüfusla birlikte  kişi başına tüketilen su miktarı azalmaya devam edecektir. Sulu tarımın yaygınlaşması ve salma suyla yapılan tarım  yeraltı suyu düzeyi derinlere inmektedir . Özellikle az yağış alan Konya çevresi ile Trakya’nın iç kesiminde sorunlar yaşanmaktadır. Sulama sistemlerinin israfı önleyici şekilde düzenlenmesi yanında çok su isteyen şeker pancarı, mısır gibi ürünlerle az suyla yetişebilen arpa, buğday gibi ürünler arasında denge sağlanması gerekmektedir.

      Su ve Uluslararası İlişkiler

   Mezopotamya’da Umma ve Lagaş kent devletleri, günümüzden yaklaşık 4500 yıl önce su kanallarının denetimi konusunda ciddi sorun yaşarlar. Bu olay su savaşlarının bilinen ilk örneğidir. Dünya nüfusunun önemli bir bölümü  sınır aşan suların havzasında yaşamaktadır.  Orta Asya, Güneydoğu Asya, Güneybatı Asya, Afrika’nın kuzey ve güneyindeki ülkelerde su konulu gerilimler ve çatışmalar yaşanıyor. Mezopotamya’da Umma ve Lagaş kentleri 4500 yıl önce su kanallarının denetimiyle ilgili sorun  su konusunda ilk savaş olarak tarihe geçer. Yaşam ve üretim için gerekli olan su zaman zaman askeri ve politik amaçlı da kullanılmıştır(21)

   ABD Los Angeles’li çiftçiler tarımsal suyun kente yönlendirilmesi için yapılan kanalları sabote ederler. Hindistan ve Pakistan, İndüs nehri suyunun paylaşımı konusundaki anlaşmazlıklarını 1960 yılında Dünya Bankası öncülüğünde çözerler. Nil nehri suyunun  Mısır ve Sudan arasında yarattığı sorun 1969’da çözülür. Ortadoğu ülkelerinden İsrail, Ürdün ve Suriye Ürdün ve Yarmuk nehirleri sularından yararlanma konusunda anlaşamazlar. İsrail, zengin su kaynaklarına sahip Suriye’ye ait Golan tepelerini işgal eder. 1990 yılında sorunlarının çözümü için gösteri yapan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Vesselton kasabası halkını cezalandırmak amacıyla kasabanın suyunu keser. Körfez savaşında ABD, Irak’a giden Fırat suyunun kesilmesi konusunu Türkiye’ye teklif ederse de bu istek yerine getirilmez. 1991’de Hindistan Karnataka ile Tamil Nadu eyaletleri arasında su konulu savaşta 50 kişi ölür. 1999’da  NATO Sırbistan’ı barışa zorlamak için başkent Belgrad’ın su sistemlerine zarar verir (21).

   Haziran 2020’de Etiyopya’nın Rönesans barajında su tutulması üzerine Mısır, Birleşmiş Milletler’den arabulucu olmasını ister. Nisan 2021’de Kırgızistan, Tacikistan arasındaki çıkan su savaşında 13 kişi ölür ve 134 kişi yaralanır (22).

   Uluslararası nitelikte bir proje 2015 yılında hayata  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne su temini için hayata geçirilir. Anamur Dragon çayı üzerinde Alaköprü barajı inşa edilir. Barajdan alınan su deniz kıyısına taşınarak  160 santimetre çaplı plastik borularla  deniz içinden taşınarak  Girne Geçitköy barajında depolanır. Kıbrıs adasında içme ve sulama suyu olarak kullanılmaktadır.

   Sonuç olarak yaşamın temeli olan su doğal  bir kaynaktır ve ticari üründür. Enerji üretiminde, tarım ve sanayi sektörlerinde, su ürünleri üretmede, spor ve tatil amaçlı da yararlanılan suyun paylaşımında geçmişten günümüze aileler, köy ve kasabalar hatta ülkeler arasında çatışmalar yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir.

          Kaynaklar

  1. https://tr.wikipedia.org/wiki/Hidrojen
  2. Akoğlu, Alp., Bilim ve Teknik dergisi, sayı 456, Kasım 2005 eki Su, Başka Dünyalar ve Su.
  3. Tozar, Zeynep., Bilim ve Teknik dergisi, sayı 456, Kasım 2005 eki Su, Nereden Geldi Bu Kadar Su?
  4. Ocak, E.Mahir., Bilim ve Teknik dergisi, sayı 558, Mayıs 2014, Mantoda Okyanuslar Dolusu Su Var.
  5. Candaş, Deniz ve Akbaba Gülgün., Bilim ve Teknik dergisi, 456 eki Su, Su Hakkında.
  6. Özer, Zuhal., Bilim ve Teknik dergisi, 456 eki Su, Atmosferdeki Su.
  7. Erol, Oğuz., Genel Klimatoloji, Çantay Kitabevi 2004, sayfa 215 ve 241.
  8. https://mgm.gov.tr/FILES/genel/sss/suniyagis/yapayyagis.pdf
  9. https://www.epa.gov/water-research/atmospheric-water-generation-research
  10. Ünalan, Zeynep., Bilim ve Teknik dergisi, Ocak 2011, sayı 518, sayfa 24,Suyun Gariplikleri.
  11. https://jeogenc.net/yer-alti-sularin-siniflandirilmasi.html
  12. https://cdn-acikogretim.istanbul.edu.tr/auzefcontent/ders/hidrografya/2/index.html
  13. Coşkun, Meltem Yenal., Bilim ve Teknik dergisi, 456 eki Su, Su ve Sağlığımız.
  14. https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/93850/mod_resource/content/1/09_URARTU.pdf
  15. https://sutema.org/ Anadolu’nun ilk barajı, Hitit’lerden
  16. https://sutema.org/tarimda-kullanilan-su, https://sutema.org/suyun-sektorlere-gore-kullanim-oranlari
  17. https://www.vatekcevre.com/blog/bir-urunun-uretimi-asamasinda-ne-kadar-su-kullaniliyor-biliyor-muyuz
  18. https://webdosya.csb.gov.tr/db/bolu/icerikler/su-20180222083149.pdf
  19. https://www.mgm.gov.tr/FILES/resmi-istatistikler/parametreAnalizi/2021-ortalama-nem.pdf
  20. https://www.dsi.gov.tr/Sayfa/Detay/754
  21. Bilim ve Teknik dergisi, Nisan 2001, Sayı 401, sayfa 34, Suyun Yol Açtığı Sorunlar, Ahu Yiğit.
  22. https://supolitikalaridernegi.org/2021/04/30/kirgiz-tacik-sinirinda-su-savasi-en-az-13-olu-var/
  23. https://bilimgenc.tubitak.gov.tr/soru-cevap-su-yanabilir-mi#:~

[1] Emekli Coğrafya Öğretmeni

2022 Yaz Faaliyet Raporu

ULUSLARARASI PROJE

CED olarak paydaşı olduğumuz, Avrupa Birliği finansörlüğündeki “Kırsal Turizm için Dayanıklı Genç Girişimciler” başlıklı Erasmus+ KA220 projesinin başlangıç toplantısı 20-21 Temmuz 2022 tarihinde Eskişehir Teknik Üniversitesi’nde yapıldı.

ULUSLARARASI KONGRE

4. Afet ve Dirençlilik Kongresi Eskişehir Teknik Üniversitesi ve AFAD iş birliğinde CED ve diğer paydaşları ile birlikte 19-21 Ekim 2022 tarihlerinde Eskişehir’de düzenlenecektir.

Anlamlı Öğrenme Temelinde Etkili Ders Planları Tasarım İlkeleri: Coğrafya Öğretiminden Örnekler

Anlamlı Öğrenme Temelinde Etkili Ders Planları Tasarım İlkeleri: Coğrafya Eğitiminden Örnekler.

Engin KAHYAOĞLU[1]

İnsani Gelişim Endeksi’ni oluşturan veriler arasındaki “Eğitim Endeksi” değerlerine göre “Çok yüksek Gelişmişlik” seviyesinde yer alan ülkelerin eğitim sistemleri incelendiğinde elde edilen başarının altında her zaman öğretmenlerin olduğu söylenebilir. Bu ülkelerde yapılan çeşitli araştırmaları içeren makaleler incelendiğinde, öğretmenler de öğrenci başarısında en önemli unsur olarak kendilerini görmektedirler. Uyguladığı eğitim modeli nedeniyle hemen her yıl PISA’da en üst sıralarda yer alan Finlandiya, bu başarısına ulaşmadan önce yaptığı eğitim reformlarıyla öğretmen eğitiminde köklü değişimler yapmış, öncelikle öğretim planlama becerileri üst düzeyde olan öğretmenler yetiştirmeyi amaçlayan bir yapıya girmiştir.

Finlandiya salt öğretmen yatırımlarıyla da kalmamış, eğitim sisteminde öğrencilerine sorumluluk, özgüven duygusu veren ve neredeyse tamamen uygulamaya dayalı eğitim sisteminin tüm ülkede uygulanmasını başarmıştır.

Finlandiya’nın uluslararası eğitim değerlendirme programı olan PISA’da hep ilk sıralarda yer alması eğitim konusunda ülkeyi odak noktası haline getirmektedir. (Saçu, 2016).

Geliştirdiği özgün öğretim metoduyla Finlandiya, öğrencilerde tamamen anlamlı öğrenmeyi hedefleyen bir ders kurgusu oluşturmayı hedeflemekte ve bu modelini de sürekli geliştirmeye çalışmaktadır. Finlandiya’da bir öğrenci herhangi bir dersten zorluk yaşıyorsa ilk akla gelen soru öğrencide ya da öğretmende ne sorun olduğu değil, öğretim planında ne sorun olduğudur.

Anlamlı öğrenmenin gerçekleşmesini hedefleyen bu öğretim sisteminin temelinde de ders planlarının yatmakta olduğunu söyleyebiliriz. Anlamlı öğrenme; öğrencilerin edinmeleri gereken bir bilgi ya da beceriyi kendi kişisel deneyimlerinden geçirerek, kendi özün bilgi sistemleri içerisinde ve kendi kodlama yöntemleriyle zihinlerine yerleştirmelerini içermektedir. Bu metodolojide öğrenmeyi doğrudan etkileyen şey öğrencinin sahip olduğu bilgi birikimidir. Bu bilgi birikiminin önceden tespit edilmesi, öğretmen tarafından dikkate alınarak öğrenim sürecinin buna uygun planlanması esastır. Anlamlı öğrenme bu yönüyle kapsayıcılığa da sahiptir.

Öğrenme, bir yorumlama sürecidir. Her öğrenci bir öğretmen gibi bilgiyi farklı kaynaklardan alır ve anlamak için yeniden inşa eder. (Roth, 1994)

Anlamlı öğrenme temelinde ders planlarını oluştururken 3 ana başlık ön plana çıkmaktadır. Bunlar;

-Sorgulama

-Dahil olma

-Problem Çözme

Herhangi bir ders materyali ya da öğrenim süreci tasarlanırken kullanılacak materyal ya da içeriğin bu 3 başlıktan birine değiyor olması o materyal ya da içeriğin anlamlı öğrenmenin gerçekleşmesinde katkı sağlayacağı söylenebilir.

Öğrenme dış dünyayla bağlantılı bilgileri yeniden analiz etme, yeniden yorumlama ve etkileşim sürecidir. (Mims, 2003)

Anlamı öğrenme temelinde oluşturulması hedeflenen bir ders planının aşağıdaki sorulara cevap veren aşamalarda hazırlanması öğretmen için yol gösterici olabilir.

1- Neleri öğrenecekler, neleri anlayacaklar?

2- Nasıl öğrenecekler?

3- Öğrendiklerini nasıl anlayacağız?

1- Neleri öğrenecekler, neleri anlayacaklar?

Hazırlanacak ders planındaki ilk aşama olan öğrencilerin neleri öğrenecekleri ve neleri anlayacaklarının belirlenmesi aşaması planın tamamını etkilemesi ve tüm sürecin sınırlarını belirlemesi açısından oldukça önemlidir.

Bu sayede yapılan ders planının omurgasında öğrencilerinden o dersten çıktıktan sonra neyi anlamış olacakları, o dersin büyük fikrinin ne olduğu ve derste hangi sorgulama cümlelerini kullanabilecekleri önceden belirlenmiş olur. Öğrencinin 10 yıl sonra o dersten aklında ne kalacağının önceden belirlenmesi ders planı oluşturulurken öğretmenin rehberi olacaktır. Bu planlamada transfer edilecek bilgi sonucunda ulaşılacak hayat bilgisi de belirlenmelidir. Nelerin öğretileceği ve anlatılacağının çerçevesi bulgu ve becerilere yönelik değil ilke ve sürece yönelik olmalıdır. Bu noktada her ders planı için bir büyük fikir belirlenmesi yararlı olacaktır.

Büyük fikir, pek çok karmaşık süreç ve noktaların birleştirilmesiyle oluşan bir resim gibidir. Büyük fikir cümlesi tarafsız, doğru, değişmez olmak zorunda değildir. Büyük fikir cümlesinin bir olgu,olay, süreç yahut deneyime dair toparlayıcı ve alt anlamlar barındıran, üzerinde kafa yormayı gerektiren, tematik, sınır çizen ve öğrencilerin aklında uzun yıllar sonra dahi kalıcı olabilecek nitelikte olması tercih edilir. Öğrencilerin bu büyük fikirle ne anlamaları istendiği, neyi bilip o bilgiyle neyi yapabileceklerinin de önceden belirlenmesi etkili bir ders planında yer almalıdır.

Aşağıda coğrafya derslerinde kullanılabilecek bir ders planında öğrencilerin “Neleri öğrenecekleri, neleri anlayacakları” aşamasına ait yapılan planlamaya yer verilmiştir.

Görsel-1

2- Nasıl öğrenecekler?

Anlamı öğrenme temelinde oluşturulması hedeflenen bir ders planının bu aşaması, önceden belirlenen öğrenilecek bilgi, beceri ve davranışların hangi öğretim yöntemleriyle verilmesine yöneliktir. Bu aşama da önceden planlanmalı ve her adımında öğrencilerde problem çözme, dahil olma ve eleştirel düşünme becerilerinin geliştirilmesine hizmet edecek biçimde tasarlanmalıdır.

Anlamı öğrenme temelinde etkili bir ders planının sınıf içerisinde işleyiş biçimini “Giriş”, “Akış” ve “Sonlandırma” olarak ayırmak mümkündür.

  • Derse Giriş:

Anlamı öğrenme temelinde etkili bir ders planının derse giriş çalışması, öğrenenlerin farklı gereksinimlerine ihtiyaç verebilmesi yönüyle de kapsayıcı eğitim yaklaşımının bir gereği olarak değerlendirilebilir. Bir ders planının en başında yer alan giriş çalışmalarında öğrencilerin o derse dair meraklarını uyandırabilecek, onları derse, öğrenme ortamında, öğretmene yani o anda bulundukları mekana çekebilecek nitelikte olması amaçlanır.

Bir giriş çalışması basit bir çizim, bir müzik parçası, fotoğraf, tahtaya yazılmış basit bir soru ile öğrenciler için anlam ifade eden kısa, öz ve çarpıcı özellikte olursa amacına hizmet eder. Giriş çalışması öğrencilerin hazır bulunuşluk durumlarına ya da sadece hatırlamaya yönelik olabilir.

Aşağıdaki coğrafya derslerinde kullanılabilecek bazı giriş çalışması örneklerine yer verilmiştir.

Örnek-1:

Görsel-2

Öğrencilere basılı olarak dağıtılarak bireysel yanıtlamaları istenen bu çalışmada öğrencilere Anadolu’da farklı iklimsel bölgelere ait illerde yer alan en bilinen türkülerde geçen jeolojik, topografik, klimatik, hidrografik, bitki örtüsü, hayvanlar, doğal afetler ve astronomik sözlerin sayıları ve türkülerdeki tekrar sayıları tablo halinde verilmiştir. Öğrencilere soru olarak hangi ilin hangi sırada yer aldığını bulmaları istenmiştir. Bu çalışmayla türkü sözleri ve coğrafi koşullar arasındaki ilişkinin kurulması amaçlanmıştır. İlişkilendirilebilecek kazanımlar:

Bir bölgedeki baskın ekonomik faaliyet türünü sosyal ve kültürel hayata etkileri açısından analiz eder. Doğa ve insan etkileşimini örneklerle açıklar.

Coğrafyanın konularını ve bölümleri açıklar.

Örnek-2:

Görsel-3

Sınıfta ekrana yansıtılarak kullanılan bu çalışmada bu görselin ne olabileceği sorularak merak uyandırılmaya çalışılmış ardından görselin İzlandalılar tarafından tasarlanan Vegvisir yani Viking Pusulası, Vikinglerin kötü hava şartlarında (özellikle fırtına) yönlerini bulmalarını kolaylaştırmak amacıyla kullanıldığı ve bu sayede Vikinglerin deniz yolculukları boyunca pusulaları sayesinde birbirlerinden destek alarak fethedecekleri yerlerde toplandıkları bilgisi verilmiştir. Bu sayede eski çağlardan beri insanların ulaşım sistemlerinin gelişiminde çeşitli coğrafi koşulların etkili olduğunun altı çizilmiştir.

İlişkilendirilebilecek kazanım: Ulaşım sistemlerinin gelişiminde etkili olan faktörleri açıklar.

Örnek-3:

Görsel-4

Sınıfta ekrana yansıtılarak kullanılan bu fotoğraftaki havaalanının hangi ülkede yer alabileceği sorusu yöneltilmiştir. Öğrencilerin fotoğrafta yer alan şehir tabelalarının yönleri ve yanlarındaki sürelere bakarak havaalanın nerede olabileceğini tahmin etmeleri amaçlanmıştır.

İlişkilendirilebilecek kazanım:

Koordinat sistemini kullanarak zaman ve yere ait özellikler hakkında çıkarımlarda bulunur.

  • Akış:

Anlamı öğrenme temelinde etkili bir ders planının akış kısmı tamamen öğretmenin yöneticilik rolünü yerine getirdiği aşamasıdır. Tüm öğrenme stratejilerinin yürütücüsüdür. Bu stratejiler; öğretmen odaklı, öğretmen rehberli, bireysel öğrenme ve grup çalışması yoluyla öğrenme olarak sıralanabilir. Öğretmen, tüm bu stratejilerde öğrenmenin gerçekleşmesi noktasında rehber rolündedir.

Anlamı öğrenme temelinde etkili bir ders planında bu stratejilere mümkün olduğunca eşit oranlarda yer verilmelidir. Tek başına öğretmen anlatımından ibaret yahut salt grup çalışmasıyla işlenen bir ders, konu ya da ünite anlamlı öğrenme temelli etkili ders planı hedeflerine ulaşılmasında uygun olmaz.

Öğretmen odaklı öğrenme stratejisi, eğitim ve öğretim süreçlerinin en sık kullanılan ve görece önceden planlama ihtiyacına en az zaman harcanabilecek strateji olarak söylenebilir. Öğretmenin doğrudan bilgi aktarıcı olduğu ve öğrencilerin tam olarak edilgen durumda kaldığı bu stratejinin kullanılması planlanırken öğrenilmesi hedeflenen kazanım ya da becerilere yönelik kelime, kavram, tanım, ayrıntı, ilke ve kurallar verilebilir. Tüm bu verilenler sonrasında kullanılacak diğer öğrenme stratejileri için kaynak niteliğinde olacağından anlamlı öğrenme temelindeki etkili bir ders planı kurgusunda bu yöntem genelde ilk sıralarda kullanılır.

Öğretmen rehberli öğrenme stratejisinde öğretmen sınıf içerisinde öğrencilere merak uyandıran, tek ve kısa cevabı olmayan, açık uçlu ve temel fikir, büyük düşünceyle ilişkili yönlendirici sorular sorar. Soruların “ne”, “nerede”, “kim” yerine “nasıl” ve “neden” biçiminde kurgulanması öğrencilerin düşünme becerilerini olumlu etkileyecektir. Bu yöntemle öğrencilerin analitik düşünme becerilerini öğretmenin yardımıyla geliştirmesi hedeflenir. Öğretmen doğru soruları sorarak öğrencilerde düşünme pratiği kazandırmaya çalışır. Bu strateji öğretmen odaklı öğrenme stratejisinden sonra uygulanır ve o stratejiyle ilişkilendirilirse öğrencilerin sorulara yanıt verme oranları artabilir.

Bireysel öğrenme stratejisi, öğrencilerde kendi kendine öğrenmenin amaçlandığı bir öğretim yöntemidir. Önceden hazırlanmış, yapılandırılmış, yönergeleri oluşturulmuş yani öğrencinin kendi başına ne yapacağına dair yol haritasına ulaşabileceği materyaller kullanılabilir. Metinler, açıklamalı metinler, kavram haritalı açıklamalı metinler, görsel malzemeler, kısa video/ses içerikleri vb. Malzemeler derse gelmeden öğrenci sayısı kadar çoğaltılarak dersin bu aşamasına gelindiğinde öğrencilere dağıtılabileceği gibi doğrudan tahtaya yansıtılacak bir materyale dair önceden oluşturulmuş soru/yönergeler öğrencilerle paylaşılabilir. Bu stratejide öğrencilerin öğrenmede üst bilişsel alanda yer alan analiz etme, değerlendirme ve yaratma basamaklarının geliştirilmesine yönelik içeriklerin hazırlanması anlamlı öğrenme temelli etkili ders planı hedeflerine ulaşmada uygun olacaktır.

Grup çalışması yoluyla öğrenme stratejisi, sınıf içerisinde uygulaması en keyifli ve doğru yapılandırıldığı takdirde öğrenmenin üst düzeyde gerçekleşebileceği bir yöntemdir. Grup çalışmalarında akran öğrenmesi doğrudan hedefte olmalıdır. Akran öğrenmesinde öğrencilerin birbirlerine yardım etmesi, bilgi ve tecrübelerini birbirlerine aktarması söz konusu olduğu için öğretmen mutlaka amaç ve sürece destek olacak materyalleri önceden hazırlamalıdır. Stratejiye uygun bir konu, olabildiğince açık ve kısa yönergelerle öğrencilere dağıtılabilir yahut tahtaya yazılabilir. Grup çalışmalarının kapsayıcı eğitimdeki rolü çok büyüktür. Öğrenenler farklı öğrenme süreçlerini grup içerisinde ancak adaletli görev dağılımları yapıldığında ortaya çıkarabilecekleri fırsatları bulabilirler. Bu nedenle her grup çalışmasında grup üyelerinin görevleri öğretmen tarafından dağıtılmalı ve görev tanımları net biçimde öğrencilerle paylaşılmalıdır. Öğrenciler arasında iletişimin alabildiğine fazla olacağı bu işbirlikçi öğrenme stratejisinde bilişsel basamağın en üst düzeyindeki fiillerin geliştirilmesi hedeflenir.

  • Sonlandırma çalışmaları:

Anlamı öğrenme temelinde etkili bir ders planında Sonlandırma çalışmaları planın sağlamasının yapılabileceği fırsatlar sunması bakımından yol gösterici/geliştirici niteliktedir.

Dersin, konunun, ünitenin kısaca bir ders planının en sonunda yer alabileceği gibi öğretmen her dersin sonunda da bir sonlandırma çalışması kurgulayabilir. Öğrencilerden çok kısa sürede bireysel geri bildirim alabileceği kısa cevaplı sorularla öğretmen öğrencileri değil ders planını değerlendiriyor olmalıdır. Sorulacak kısa bir soruya ufak bir kağıt parçasına yazacakları bir cevabın ders sonunda toplanması gibi hızlı bir uygulama sonrası öğretmenin yapacağı inceleme, ders planının amaçlanan hedeflere ulaşmasındaki yeterliliğinin ölçülmesinde oldukça etkilidir. Öğrencilerin objektif yanıtlar verebilmesi için sonlandırma çalışmalarını öğrencilerin anonim olarak yapmaları istenebilir.

Aşağıdaki coğrafya derslerinde kullanılabilecek bir giriş çalışması örneği yer verilmiştir.

Görsel-5

3- Öğrendiklerini nasıl anlayacağız?

Sürecin son aşaması olan öğrenme kanıtları anlamı öğrenme temelinde tasarlanan etkili bir ders planının süreç ve sonuç değerlendirme aşamalarının tasarlanmasına dair belirli ilkeleri kapsamaktadır. Öğrenmenin gerçekleşmesine dair somut kanıtlar, her öğretim planı tasarımcısının araması, bakması gereken bir veri içeriğini oluşturmaktadır.

Öğrenme kanıtları; yazılı sınavlar, performans ödevleri, projeler, sözlü, yazılı, görsel sunumlar gibi sonuç değerlendirmeye yönelik olabileceği gibi ön değerlendirme çalışmaları, öz değerlendirme formları, çıkış kağıtları gibi süreç değerlendirmeye yönelik de olabilir. Tüm bu çeşitlilik içerisinde öğrencilerde öğrenmenin gerçekleşip gerçekleşmediğinin ölçülmesi ölçme aracında kapsam geçerliliğinin tam sağlanmasıyla anlamlı olur. Öğrencilerde aktif katılım, eleştirel düşünme ve problem çözme becerilerinin geliştirilmesi hedeflenen bir ders kurgusunda salt hatırlama düzeyinin ölçüldüğü bir ölçme-değerlendirme aracı hem hazırlanan ders planının yetkinliğinin ölçülmesinde hem de öğrencilerde öğrenmenin gerçekleşip gerçekleşmediğinin anlaşılmasında güvenilir bir yöntem olamaz.

Öğrencilerde öğrenmenin gerçekleşmesinin ölçülmesinde en sık kullanılan araçlardan olan Performans çalışmalarının tasarlanmasında belirli başlıklara dikkat edilmesi yararlı olacaktır. Bu başlıkları kısaca özetlemek gerekirse;

Amaç, her ölçme aracı veya ders materyalinde olduğu gibi öğrencilere verilmesi planlanan bir performans çalışmasında mutlaka belirlenmelidir. Bu çalışmayla öğrenci hangi somut hedefe ulaşacak, hangi sorunsalı vurgulayacak kısaca verilen bu çalışmanın tam olarak derdinin ne olduğu önceden belirlenmelidir. Bu sayede ödevin/çalışmanın kapsamının da sınırları çizilmiş olur. Örneğin; bu ödev sadece bir tekrar çalışması mı olacaktır yoksa öğrencilerde yeni bir bilginin keşfedilmesi için merak uyandıran bir hazırlık çalışması mı?

Rolleri belirlemek, planlanan bir performans çalışmasındaki öğrencinin yapıp edeceklerinin önceden tespit edilmesini kolaylaştırır. Öğrencinin yapacağı bir performans çalışmasındaki görevinin tam olarak ne olduğunun belirlenmesi, öğrencilerde geliştirilmesi hedeflenen aktif katılım, eleştirel düşünme ve problem çözme becerilerine de hizmet edecektir. Örneğin; öğrenciler bu çalışmada sadece internetten bilgi tarayıcısı rolünde mi olacaklar yoksa kendi deneyimlerini dahil ettikleri aktif bir öğrenme sürecini mi yürütecekler?

Seyircilerin tahmin edilmesi verilmesi planlanan bir performans çalışmasının öğrencilerin günlük hayatındaki yerini belirginleştirilmesini kolaylaştırır. Performans çalışmasının diğer paydaşlarının belirlenmesi ödevin gerçek yaşam deneyimini de içermesi açısından önemlidir. Örneğin; performans çalışması sadece duvarlarda sergilenen posterlerden mi ibaret olacak yoksa öğrencilerin posterlerini okul toplumuyla paylaştıkları bir şenlik gününe mi dönüşecek?

Ürünün belirlenmesi yani performans çalışmasının somut çıktısının ne olacağının önceden tespit edilmesi ortaya çıkacak işin kapsamının belirlenmesi ve değerlendirmesinin sağlıklı biçimde yapılabilmesini kolaylaştıracaktır.

Standartların oluşturulması ödevin kapsam ve uygunluk geçerliliklerinin belirlenmesi için gerekli bir adımdır. Öğrencilerde gerek sonuç gerekse de süreç değerlendirmesinde kullanılacak standartların derecelendirilmiş bir puan cetveli (rubrik) ile önceden belirlenmesi anlamı öğrenme temelinde tasarlanan etkili bir ders planında öğrenmenin gerçekleşip gerçekleşmediğine dair sağlıklı değerlendirmenin yapılması için bir gerekliliktir.

Aşağıda coğrafya derslerinde kullanılabilecek turizm fuarı oluşturulmasına yönelik poster, el broşürü ve tanıtım masası hazırlanması gereken bir performans çalışmasına dair rubrik örneğine yer verilmiştir.

Görsel-6

Görsel-7

SONUÇ

Anlamlı öğrenme temelinde etkili ders planları tasarımlarının yapılmasında ülkemizde aşağıdaki zorlukların bulunduğu söylenebilir:

  • Okulların/dersliklerin fiziki koşullarının neden olduğu dezavantajlar.
  • MEB müfredatı yoğunluğu, ders saatleri yetersizliği ve günlük zaman çizelgesi sıkışıklığı.
  • MEB kazanımlarının çok geniş ya da çok dar kapsamlı oluşu.
  • Ders öncesi planlama, hazırlık ve notlandırma süreçlerinin getirdiği iş yükü.

Bu tür bir öğretim planı tasarımı mutlaka haftalık ders saati yani iş yükü ve öğrenci sayısı makul düzeyde olan öğretmenlerle sağlıklı ve tam verimli yürütülebilir. Ülkemizin bu yazıda örneği verilen bu tür ders planlarıyla öğretim süreçlerini tasarlayan ülkelerle temel farkı buradan ileri gelmektedir. Bu nedenle ders planlarının tasarlayıcısı ve yürütücüsü öğretmenlerin maddi ve manevi refahları  sağlanarak profesyonel alanlarına yani öğretim ve eğitim sürecindeki rehber ve yönetici görevlerine gereken ilgi ve merakı ayırabilmeleri sağlanmalıdır.

Kaynakça

Bütün Öğrencilerin Okulu Finlandiya Okulları, İnformal Ortamlarda  Araştırmalar Dergisi (İAD), Ayşenur ÖZDEMİR, 2017, cilt 2, Sayfa:59-91

Farklı Yaklaşımlar – Ortak Çıkarımlar: Paradigmalar Ve İntegral Model Işığında Beyin Temelli Ve Oluşturmacı Öğrenme, A. Kahveci, S. Ay, Türk Fen Eğitimi Dergisi, 2008 .

Eleştirel Düşünme ve Öğretimi, S. Seferoğlu, C.Akbıyık, Hacettepe Üniversitesi Eğt. Fak. Yayınları, 2006.

Kuramdan Uygulamaya Yapılandırmacı Öğrenme Yaklaşımı, E. Karadağ, Kök Yayıncılık.

Understanding By Design, G. Wiggins, J. McTighe, ASCD Publications.

The Understanding by Design Guide to Creating High-Quality Units, G. Wiggins, J. McTighe, ASCD Publications.

[1] Koç Okulu Coğrafya Bölüm Başkanı, Coğrafya Eğitimi Derneği Yönetim Kurulu Üyesi