Başlarken


BAŞLARKEN

Coğrafya Eğitimi Derneği (CED), coğrafya bilimi ve eğitimine duydukları aşk sayesinde bir araya gelen bir grup öğretmenin hayallerinin ürünü olarak filizlenmişti. Coğrafya eğitiminin değerine dikkat çekmek ve eğitim aracılığıyla coğrafi bilgi ve anlayışın toplum geneline yayılmasına destek olmak ortak noktalarıydı. Coğrafya eğitiminin içerik aktarımından ziyade insana dokunan sosyal bir bilim olma hüviyeti göstermesine, bilgiyi ezberletmek yerine birer yaşam pratiği haline getirmesine katkı sunmayı amaçlayan derneğimiz, elini taşın altına koymaktan çekinmeyen bu öğretmenlerin bir araya gelmesiyle 2017 yılının Temmuz ayında vücut buldu.

Bilindiği üzere ülkemizde toplum fertlerinin coğrafya eğitimi ile bir ders başlığı altında karşılaşması (yüksek öğrenim görmenin kişisel bir tercih olması nedeniyle üniversite yılları bir kenara bırakılırsa) ortaöğretim dönemine denk gelmektedir. Ayrıca yoğun ve derin içeriğe rağmen öğretim için bu dönemde kısa bir zaman diliminin belirlenmiş olması coğrafya öğretmenlerinin kısa sürede fazlaca iş başarmalarını gerektirmektedir. Dikey ve yatay yapılandırılan öğretim programları içerisinde coğrafya bilimi ile ilintili çeşitli kazanımlar yer alıyor olsa da disiplinlerarası bakışın ve uygulamaların yeterli düzeyde pratiğe dönüşememesi, ayrıca coğrafya öğretiminin tek düze hale getirilmesi ve sıradanlaştırılması gibi etmenler bu alanda yeni bir soluğu zorunlu kılıyordu.

Kuruluşundan bugüne dek toplumun çeşitli kesimlerine hitap eden ve farklı becerilerin geliştirilmesini sağlayan pek çok etkinliği başarıyla gerçekleştiren Coğrafya Eğitimi Derneği, coğrafya eğitiminin üzerinde yeterince çalışılmamış alanlarında yenilikçi yaklaşımlar sergilemeye devam etmektedir. geoCED, coğrafya popüler bilim yazıları dergisi, bu alanlardan biridir.

Temel bilim eğitimi almış, coğrafya bilimi ve eğitimi alanında söyleyecek sözü olan herkese kapılarını açan geoCED, ilk sayısıyla sizlerle buluşarak bu alanda ülkemiz ölçeğinde bir ilki de gerçekleştiriyor. Bu girişime ilk sayısında destek veren başta Sayın A. M. Celal ŞENGÖR’e, yayın danışmanlığı yapan Sayın İlkay SÜDAŞ’a ve yazılarıyla katkı veren yazarlara teşekkür ederiz.

Toplumsal düzeyde yeni bir coğrafi anlayış ile gündelik yaşama bilimsel temeller ışığında bakabilme ve gerçek hayat problemlerine bilim temelli çözüm önerileri sunabilme şansı kazandırmasını umduğumuz geoCED’in tüm okurlarına yeni ufuklar açmasını temenni ediyoruz.

Çağdaş YÜKSEL
Coğrafya Eğitimi Derneği Yönetim Kurulu Başkanı

Medeniyetlerin Doğuşunu Çölleşmeye mi Borçluyuz?


MEDENİYETLERİN DOĞUŞUNU ÇÖLLEŞMEYE Mİ BORÇLUYUZ?

                                                                                                                 Zeki KORKULU [1]

 
İlk medeniyetlerin kuruldukları yerlere bir göz atalım.

Eldeki bulgulara göre ilk medeniyetlerin geliştiği yer olarak kabul edilen Mezopotamya, Fırat ve Dicle nehirleri çevresinde kurulmuştur. Başlangıç ve gençlik evresi keşfedilmemiş olan Mısır Medeniyeti, Nil Nehri’nin çevresinde kurulmuştur ki zaten Herodot’a göre bu medeniyet Nil’in hediyesidir. Matematiğin, halkının genlerine işlediği Hint Medeniyeti, İndus Nehri çevresinde ve Çin Medeniyeti, Huang-ho Irmağı (Sarı Irmak) çevresinde kurulmuştur (Harita-1).

                                                                                   Harita-1: Dünya’daki akarsular[2] ve ilk kültür merkezleri

Harita-1’de gösterilen medeniyetlerin ortak noktasının akarsu boylarında kurulmuş olmasının yanında dikkat çekici bir başka ortak özelliğini Harita-2’yi incelediğimizde görebiliriz. Yeryüzündeki çöller ve ilk medeniyetlerin kuruldukları alanlara bakıldığına, tüm medeniyetlerin şaşırtıcı biçimde çöllerin içinde veya yakın yakın çevresinde ya da yarı kurak alanlarda kurulmuş oldukları görülebilir.

Mezopotamya Medeniyeti, Arap Yarımadası ve İran’daki çöllerinin arasında; Mısır Medeniyeti, Libya Çölü’nde; Hint Medeniyeti, Tar Çölü çevresinde ve Çin Medeniyeti, Gobi Çölü ile onun yakın çevresindeki yarı kurak bölgelerde kurulmuştur. İlk medeniyetler arasında pek sözü geçmez ama Sahra Çölü’nün güneybatısındaki Nijer Nehri’nin çevresi de ilk tarım faaliyetlerinin yapıldığı yerlerdendir ve üstelik neredeyse Mezopotamya ile aynı döneme denk gelir.

                                                                          Harita-2: Yeryüzündeki çöller ve yarı kurak bölgeler[3]

İlk medeniyetlerin çöllerin çevresinde ortaya çıkması bir tesadüf müdür?

Zihinlerimizi biraz daha zorlayalım …

Örneğin, ilk medeniyetlerin kuruldukları sahaların arasında neden Avrupa’daki Tuna, Sen, Ren, Volga, Dinyeper, Dinyester; Asya’daki Mekong, Brahmaputra ve Ganj (daha sonra İndus’tan geçmiştir); Kuzey Amerika’daki Mississippi-Missoury; Güney Amerika’daki Amazon, Orinoko ve Rio de la Plata; Afrika’daki Kongo, Zambezi, Mavi Nil ve Beyaz Nil gibi çevresinde çöllerin bulunmadığı akarsu boyları yoktur?

Bu medeniyetlerin kuruluş yerleri ile çöller arasında bir ilişki var mıdır?

Bu soruya büyük ölçüde “Evet, vardır.” cevabı verilebilir.

İnsanlık için dönüm noktaları oluşturan büyük gelişmeler ve devrimler hep zorlayıcı nedenlerden veya ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihinin en büyük devrimi kuşkusuz “Neolitik Devrim” olarak da adlandırılan, bitkilerin kültür altına alması ve hayvanların evcilleştirilmesi, yani tarıma geçiştir.

Homo Habilis’ten Homo Erektus’a ve bizim türümüzle karşılaşmış olan Homo Neanderthalis’e kadar insan türlerinin sayısının yüz binlerce yıl boyunca sürekli azalması ve sonrasında soylarının yok olmasına karşın bizlerin, yani Homo Sapiens’in soyunun devam etmesi ve ettirmekle kalmayıp günümüzde nüfusunun 7,5 milyara dayanması, tarım sayesinde gerçekleşmiştir.

Yoksa son buzul çağında türümüzün popülasyonunun bin ya da 10 bine kadar düşmesi[4] ve sonrasında soyunun tükenmesi kaçınılmazdı (Bazı görüşlere göre 1-10 milyon[5], 2 milyon[6] veya 4 milyon[7] olduğu ortaya atılmıştır.). Bugün türümüzün dominant organizma olarak dünyada varlığını sürdürmesini bu büyük Tarım Devrimi’ne borçluyuz.

Tarıma geçişe zorlayan motor güç, Buzul Çağı’nın sona ermesi ve buna bağlı olarak kuraklığın ve çölleşmenin artmasıdır. İlk bakışta tarım ile çölleşme birbirine zıt gibi görünse de yukarıda bahsedildiği gibi insanoğlunun tarıma geçmesi için zorlayıcı bir nedeni olmalıydı.

Kuraklık, kıtlık, av hayvanlarının azalması, bitki türlerinin gittikçe yok olmasıyla besin kaynaklarının tükenmeye başlaması, mükemmel bir zorlayıcı neden oldu. Bu zorlu şartlar, insan türünün ya yok olmasına neden olacaktı ya da yeni şartlara uyum sağlamasına neden olacaktı ki ikinci seçenek onu hayatta tuttu.

Yerleşik yaşam biçimine geçmeden önce, insanlar yiyeceğin bol olduğu yerlerde dağınık biçimde küçük gruplar halinde av hayvanlarının peşinde göçebe bir yaşam biçimi sürdürmekteydi. Hayatta kalma dürtüsüyle hedefleri sadece beslenmek, üremek ve düşmanlarına karşı korunmaktı ve sadece bunlar için mücadele ediyorlardı. Bu yaşam biçimi, gelişmenin önündeki en büyük engeldi.

Av sahaları içinde bugün hepsi birer çöl olan Kuzey Afrika, Arap Yarımadası ve İç Asya gibi bölgeler de vardı. Buzul Çağ’ında bu bölgeler av hayvanları ve beslenmeye elverişli bitkiler bakımından zengin çayırlarla kaplıydı.

Buzul Çağı’nın sona ermesiyle birlikte bu bölgelerde artan kuraklık, bitki ve hayvan türlerinin yavaş yavaş yok olmasına neden oldu. Bu yok oluş doğal olarak insanları da etkiledi. Belirli bölgelerdeki su kaynakları çevresinde sınırlı olan yiyecek kaynaklarının ihtiyaca yetmemesi, insanları avladıkları hayvanları evcilleştirip gütmeye ve topladıkları bitkileri yetiştirmeye zorlamıştır. Bu süreç doğal olarak sadece birkaç denemeyle kısa sürede başarılı sonuçlar vermemiştir. Pek çok bölgede insanlar açlıktan ölmüş ve nüfus yok olmuştur. Başarılı sonuç alınan yerlerde kullanılan yöntemler kulaktan kulağa, kabileden kabileye yayılarak insanların belirli yerlerde toplanmasına neden olmuştur.

Ünlü astrofizikçi ve çocukluğumuzun belgeselci bilim kurgu figürü Carl Sagan’ın “Neslin tükenmesi bir kuraldır. Asıl istisna olan, uyum sağlamaktır.” sözü aslında yok oluşun normal olduğunu, asıl istisna olanın da hayatta kalmak olduğunu özetliyor.

İstatistiki analizler, yeryüzünde var olmuş bütün türlerin %99,9’unun yok olduğunu öngörmektedir. Bir diğer deyişle, var olmuş bütün türlerin sadece en fazla %0,1’i hayattadır[8].

Bu istisnalardan biri olan insan türü, değişen ekolojik ve coğrafi şartlara uyum sağlamış mükemmel bir organizmadır. Uyum sağlamakla kalmamış sürekli geliştirdiği teknolojik olanaklarla artık günümüzde doğayı kendine uyumlu hale getirir olmuştur. Kişisel görüşüm bu niteliği, aynı zamanda varlığını da tehdit eder bir hal almaya namzet görünüyor.

Günümüzdeki medeniyet seviyesine ulaşılması, tarımla ve beraberinde yerleşik hayata geçişle başlamıştır. Çünkü yerleşik hayat, avcı ve toplayıcı yaşam biçimi olan sadece karnını doyurmak ve hayatta kalmak için mücadele etme yerine, “daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak için mücadele etme” gibi bir yaşam biçimine dönüşmesini sağlamıştır.

Yerleşik toplumda, farklı bireysel ve toplumsal roller doğmuş ve bu durum belirli alanlarda uzmanlaşmaya neden olmuştur. Kazanılan her tecrübeye arkadan gelenlerin ekledikleri yeni tecrübelerle medeniyet gelişmiştir.

Yukarıda sayılan ve çevresinde medeniyetlerin neden gelişmediği sorgulanan akarsu boylarına gelince… Buralarda herhangi bir daimî kuraklık yaşanmamış olduğu için insanlar yiyecek kaynaklarını kaybetmemişlerdir. Böylece onları tarım yapmaya ve yerleşik hayata geçmeye zorlayacak bir neden olmadığı için yüzlerce hatta binlerce yıl boyunca yerleşik hayat başlamamıştır.

Bugün hala avcı ve toplayıcı yaşam biçimine sahip toplumların yaşam alanlarına bakıldığında zengin biyoçeşitliliğe sahip Amazon ve Kongo nehirlerinin havzaları ile Yeni Gine Adası ve bazı Pasifik adalarının olması bir rastlantı değildir.

Çünkü bu bölgelerde besin kaynakları hiç tükenmedi. Doğada zaten doğal olarak yetişen ve hazır zengin yiyecek kaynakları var olduğu için onların yetiştirilmesine gerek olmadı. Ama bin yılların yok edemediği bu istisnai kültürlerin, doymak bilmez iştaha sahip şişman ve obez tüketim politikaları tarafından yok edilmesi an meselesi. Bu istisnaî kültürler belki çoğumuz tarafından ilkel toplumlar olarak kabul ediliyor olsa bile, onların dünya mirasının bir parçası olduğu ve bu zengin mirasın korunması gerektiği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.

[1] İstanbul Vip Fen Fen Bilimleri Özel Öğretim Kursu Coğrafya Öğretmeni

[2] Saygılı, Ramazan, http://cografyaharita.com/haritalarim/1bdunya-akarsular-haritasi.png

[3] Saygılı, Ramazan, http://cografyaharita.com/haritalarim/1ddunya_col_bolgeleri_haritasi.png

[4] Stanley H. Ambrose (1998). “Late Pleistocene human population bottlenecks, volcanic winter, and differentiation of modern humans”. Journal of Human Evolution.

[5] Ralph Thomlinson, 1975, Demographic Problems: Controversy over population control, 2nd Ed., Dickenson Publishing Company, Ecino, CA, ISBN 0-8221-0166-1.

[6] Klein Goldewijk, K., A. Beusen, M. de Vos and G. van Drecht (2011). The HYDE 3.1 spatially explicit database of human induced land use change over the past 12,000 years, Global Ecology and Biogeography

[7] Colin McEvedy and Richard Jones, 1978, Atlas of World Population History, Facts on File, New York, ISBN 0-7139-1031-3.

[8] Türkoğlu, Pedram, https://evrimagaci.org/yok-olmak-ve-hayatta-kalmak-3863

Göreceli Konum Nedir?


GÖRECELİ KONUM NEDİR?

                                                                                                    Uğur ELMACI [1]

Ortaöğretim coğrafya dersi öğretim programında, 9. sınıf düzeyinde “coğrafi konum” kazanımı aşağıdaki şekilde ifade edilmektedir.


9.1.5. Koordinat sistemini kullanarak zaman ve yere ait özellikler hakkında çıkarımlarda bulunur.

  1. a) Mutlak ve göreceli konum kavramlarına yer verilir.
  2. b) Türkiye’nin konumuna yer verilir.

Kazanımda öğrencilerin çıkarımda bulunmaları istenmektedir. “Çıkarımda bulunmak” ifadesinin tanımı TDK Büyük Türkçe Sözlük’te şu şekilde yer almaktadır:
“Belli önermelerin kabul edilen ya da gerçek olan doğruluklarından ya da yanlışlıklarından, başka önermelerin kabul edilen ya da gerçek olan doğruluk ya da yanlışlıklarını çıkarmak.” Bu durumda önce gelen önerme ya da önermeler doğru ise çıkarılan sonuç da doğrudur, yanlışsa sonuç da yanlış olur.

Bu durumda kazanımın amacına ulaşması önce gelen önermelerin doğru bir şekilde verilmesine bağlıdır. O halde burada dikkat etmemiz gereken nokta verilecek önermelerin doğruluğu olacaktır. Bir ülkenin zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olması ya da dağlık ve engebeli bir ülke olması vb özellikler gibi önermeleri vermek kazanım amacına ne kadar hizmet edecektir? Konum bilgisini kullanarak coğrafi becerilerini günlük hayatta ne kadar kullanabileceklerdir? Bu yazıda kazanımın amaca ulaşmasının nasıl gerçekleşeceği hedeflenmiştir.

Göreceli konum aslında nedir? Bir ülkenin zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olması ya da dağlık ve engebeli bir ülke olması ülkenin göreceli konumu mudur? Yoksa göreceli konumuna bağlı ortaya çıkan birer sonuç mudur? Bu soruya cevap aramadan önce kısaca konum ve coğrafi konumdan bahsetmek yerinde olacaktır.

Konum, TDK Büyük Türkçe Sözlük’te “belirli bir nokta veya nesnenin var olduğu yer” olarak tanımlanmaktadır. Coğrafi konum ise yeryüzündeki herhangi bir noktanın Yerküre’de bulunduğu yerdir. Coğrafyanın temel anahtar noktalarından biri olan konum, yalnızca insan hayatı için değil tüm canlılar için davranış geliştirmesine neden olmaktadır. Bir yerin konum bilgisi ifade edildiğinde verilen özellikler o yer hakkında hiç bilgisi olmayan bir kişinin Yerküre üzerinde o yeri bulmasına imkân vermesi gerekir. Coğrafi olayların açıklanmasında kullanılan en temel öğelerden biridir. Herhangi bir yerleşmenin, ülkenin kaderini de belirleyen bu coğrafi konumdur. Coğrafyada konumlandırma iki şekilde yapılmaktadır. Bunlar; mutlak konum ve göreceli konumdur.

  1. Mutlak Konum (Absolute Location): Mutlak konum, yeryüzünde sabit bir noktaya dayanarak bir yerin konumunun ifade edilmesidir. Mutlak konumlandırmada Ekvator ve Başlangıç Meridyeni sabit nokta olarak kabul edilerek, enlem ve boylam dereceleri kullanılmaktadır. “Türkiye 36oK-42oK paralelleri 26oD-45oD meridyenleri arasında yer alır.” ifadesi mutlak konumlandırmadır. Herhangi bir yerin adres bilgileri de mutlak konum olarak değerlendirilebilir. ((Harita 1).

2. Göreceli Konum (Relative Location): TDK Büyük Türkçe Sözlük’te göreceli kavramının tanımı şu şekilde yer almaktadır: “varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı olan.” Göreceli kavramının anlamından yola çıkarak göreceli konum, bir yerin başka yerlerle ilişkilendirme, konumlandırma durumu olarak açıklanabilir. Göreceli konum, mutlak konumun aksine sabit bir referans değildir. Örneğin Eskişehir’de yaşayan birisi için Sakarya Nehri Eskişehir’in doğusu ve kuzeyinde yer almaktayken, Ankara’da yaşayan birisi için Ankara’nın batısında yer almaktadır. Karadeniz Rusya’nın güneyindeyken, Türkiye’nin kuzeyindedir. Ankara İstanbul’un yaklaşık 400km doğusunda yer alırken, Eskişehir’in yaklaşık 200km doğusunda yer almaktadır (Fotoğraf 1).

Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü üzere göreceli konum, bulundukları yere bağlı olarak aynı yeri tanımlayan insanlar için farklı olmaktadır. Bunun nedeni herkesin referans çerçevesine göre tanımlama yapmasıdır. Özetle, göreceli konumlandırma bilgisi paylaşıldığında konumlandırmanın yapıldığı yerin Yerküre üzerinde bulunduğu yere ulaşılabilmesi gerekmektedir.


KAYNAKLAR

TDK Büyük Türkçe Sözlük http://www.tdk.gov.tr

Konum nedir? https://www.nationalgeographic.org/encyclopedia/location/

Coğrafyanın Beş Teması

http://www.csustan.edu/teachered/facultystaff/betts/handouts/pdfs/five%20themes%20of%20geography.pdf

Mutlak ve Göreceli Konum nedir? https://www.geolounge.com/absolute-relative-location/

Göreceli konum kavramını anlamak? https://sciencestruck.com/relative-location

 

[1] Eskişehir Kenan Yalçın Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni ve Toplumla İlişkiler Koordinatörü
Coğrafya Eğitimi Derneği Üyesi

Yemek Kültüründe Coğrafyanın İzleri


YEMEK KÜLTÜRÜNDE COĞRAFYANIN İZLERİ

                                                                                               Gürhan CANDAN [1] 

İnsanların da tüm canlılar gibi yaşamak için beslenmek zorunda oldukları bir gerçektir. Bu ihtiyaç, atalarımızın, insanlık tarihinin önemli bir kısmında avcı-toplayıcı bir yaşam sürmesine neden olmuştur. Bu dönem, insanın yalnızca hayatta kalabilmek için ve hatta genellikle ne işe yaradığını ve ne olduğunu bilmeden yediği, tek amacının hayatta kalmak olduğu dönemdir (Düzgün, ve Özkaya, 2005:41-47). Avcı- toplayıcı insan, zaman içinde yerleşik yaşama geçerek ihtiyaç duyduğu besinleri belirli ölçüde ve kademeli olarak kendisi üretmeye başlamıştır. Bu süreçte beslediği ve avladığı hayvanları, ürettiği ve topladığı gıda maddelerini depolamayı, korumayı ve pişirmeyi öğrenmiş, onların farklı şekillerde tüketilebileceğini keşfetmiştir. Nihayetinde besin üreticiliği çoğu yerde avcı-toplayıcılığın yerini almıştır (Kottak, 2008:285. Aktaran: Beşirlİ, 2010:161).

Toprağa kök salan insan ve onun meydana getirdiği medeniyetler, kök saldıkları coğrafyadan fazlasıyla etkilenmeye ve ondan yararlanmaya başlamıştır. Farklı fiziki koşullar, flora ve fauna, toplumların yaşam biçimlerinin şekillenmesinde rol oynamıştır. Bu “yaşam biçimlerinden” biri de yeme içme alışkanlıklarıdır. Kuşkusuz yaşanılan çevre ve onun unsurları, yeme içme alışkanlıklarının oluşmasında büyük bir etkendir. Sözgelimi Coğrafi Keşifler’den önce Avrupalı köylüler büyük olasılıkla kassava, pomeloya da ejder meyvesi gibi yiyecekleri hiç görmemişler veya tatmamışlardır. Ya da tropikal kuşağın yerlileri büyük olasılıkla enginar ya da kerevizi hiç tüketmemiştir. Yani insan uzunca bir süre, yalnızca içinde bulunduğu coğrafyanın nimetleri ile bütünleşik bir hayat sürmüştür. Dünya’nın çeşitli yerlerine yayılan topluluklar, bulundukları bölgelerle özdeşleşmiş yeme-içme alışkanlıkları geliştirmiş, bunlar zamanla o toplumların kültürel desenlerine ait birer motife dönüşmüştür.

GELİŞİM-ETKİLEŞİM

Bir kültürün yeme alışkanlıkları öncelikle onu elde edebileceği doğal kaynaklar tarafından belirlenmektedir(Tez, 2015:9. Aktaran: Yılmaz ve Önçel, 2018).Yemek kültürü bu nedenle coğrafyadan coğrafyaya değişen bir olgudur(Çetin,2006:17.Aktaran:Yılmaz ve Önçel, 2018).

  • Orta kuşağın yüksek enlemlere yakın kesimlerinde düşük sıcaklık koşullarına sağladıkları uyum nedeniyle tahıllar, kökler, balık, av etleri, sığır yaygındır.

                                                                 (İskandinavların ünlü pişmemiş somonu gravlaks)

Bu kuşağın yemeklerine yakından bakıldığında patatesli yemeklerin, ekmek çeşitlerinin, etli yemeklerin ve bazı sebzelerin temel besin kaynakları olduğu görülmektedir. Tahılın hegemonyası alkollü içkiler üzerinde de görülmektedir. Örneğin, bira ve viski bu kuşağın yaygın alkollü içkileridir.

  • Orta kuşağın daha alçak enlemlerine ve tropikal kuşağa yaklaşıldığında pirinç, mandıra ürünleri(süt, peynir, yoğurt), sebze ve meyvelerin ağırlığı hissedilmeye başlanır. Örneğin Muson Asyası ülkelerinin çoğunda pirincin temel gıda maddesi olması, Ortadoğu’nun meşhur pilavları, İtalya’nın risottosu, İspanya’nın paellası, Orta Asya Türkleri’nin etli pilavları geniş bir yelpaze oluşturur.

(Akdeniz mutfağının vazgeçilmezlerinden karides- solda ve İtalyan mutfağının ünlülerinden makarna-sağda)

Alkollü içkilerde tahıllar, yerini üzüm ve çok sayıda meyveye bırakmıştır. Şarap, rakı ve likör gibi. Bu kuşakta etkili olan iklim özellikleri kuşak içinde de belirgin farklılıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Akdeniz Havzası’nda zeytinyağlı yiyeceklerin yaygın tüketimine karşın orta Asya’da hamur işi ve koyun etinin yaygın tüketilmesi gibi.

  • Tropikal kuşağa gelindiğinde temel besin kaynaklarının patates, bazı bölgelerde deniz ürünleri, tavuk, kassava, av etleri, yer fıstığı, sorgum, pirinç gibi ürünlerden oluştuğu görülür. Tropik meyvelerin sayısı ise oldukça fazladır.

Yemek pişirme sanatının Mezopotamya’da temellerinin atılmasından sonra zaman içerisinde mutfaklar birbirinden ayrışmaya başlamıştır. İlki Asya ile Çin mutfağı olarak gerçekleşmiştir. Kimi araştırmacılar bu ayrımın ilk olarak Anadolu ve Çin mutfağı olarak ikiye ayrıldığını belirtmektedir(Düzgün ve Özkaya, 2015). Bir başka araştırmaya göre Dünya’daki bütün mutfakların temelinde Mezopotamya mutfağının doğrudan etkisi vardır. Çünkü ilk yerleşik yaşamın başladığı ve tarımın ilk defa yapıldığı topraklar Mezopotamya ve çevresidir. Ayrıca bu bölgede yaşayanların ticaretle uğraşmaları bu kültürün geniş bir çevreyi etkilemesine neden olmuştur(Yarış,2004.Aktaran: Düzgün ve Özkaya, 2015).

Ekonomik ilişkiler ve ticaret yolları, göçler, keşifler, savaşlar gibi süreçler aynı zamanda yemek kültürünün de yayılmasını sağlayan belirleyicilerdir(Beşirli, 2011:139.Aktaran: Kaypak ve Uçar,2018). Bugün Avrupa ve Asyalıların standart ürünlerinin birçoğu bu keşiflerden sonra bilinmeye başlanmıştır. Dünya’daki füzyon mutfakların oluşmasının temelinde bu etkileşimlerin yattığı söylenebilir. Malezya, Singapur, Endonezya, G. Afrika, Hindistan, Avustralya, Meksika, Karayipler füzyon mutfaklar için gösterilebilecek tipik örneklerdir.

Günümüze ulaşmış bazı kaynaklar, örneğin seyahatnameler, yazıldıkları dönemin sosyo-kültürel özelliklerini anlatan önemli belgelerdir. Örneğin İbn Battuta, Seyahatnamesi’nde gezdiği ve gördüğü coğrafyalardaki izlenimlerini detaylı bir şekilde aktarmış ve bu detayların bir kısmını yeme- içme kültürüne ayırmıştır. Battuta Türklerin et, süt ve bulgur gibi tahılları, Hintlilerin, çokça ekmek ve çeşitli baharatları tükettiğini, Bangladeş ve Afganların neredeyse sadece pirinç ile beslendiklerini, Türklerin at ve koyun eti, Afrikalıların deve eti, Çinlilerin domuz ve köpek eti, Bizanslıların ise domuz etini tükettiklerini belirtmiştir(Yılmaz ve Önçel, 2018).

                                                                          (Belçika’da yerel pazardan bir görüntü)

(Slovenya’dan bir yerel Pazar görüntüsü)                                                                         (Hollanda’dan bir yerel pazar görüntüsü)

Diğer yandan Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde benzer konulara vurgu yapmış, 17. Yüzyıla ilişkin bazı özelliklerin tıpkı Battuta’nın yaptığı gibi günümüze taşınmasına öncülük etmiştir. Evliya Çelebi, anlatılarından birinde Gaziantep çevresinde üzüm, badem ve fıstık üretildiğini, bunun Arabistan ve Hindistan’a ihraç edildiğini belirtmiştir (Gökırmaklı, Balcı, Bayram, Kaplan, Bayram, Tiryakioğlu, 2017). Diğer yandan Türkler Anadolu’ya göç etmeleri ile birlikte, buradaki yemek kültüründen etkilenmişlerdir. Örneğin, tavukgöğsü ve kazandibi gibi tatlılar Romalılardan kalmadır(www.kültür.gov.tr,2008.Aktaran:Güler, 2010: 27). Balık, zeytin, zeytinyağlı yemeklerin pek çoğu Bizanslılardan geçmiştir.Domatesin Türk mutfak kültürüne yerleşmeye başlaması ise oldukça geç olmuştur. Ancak 1800’lü yılların başında domates kullanımı yaygınlaşmıştır(Güler,2010: 27).

Yüzyılların birikimini ve çeşitliliğini taşıyan yemek kültürü olgusu sadece karın doyurmaktan ibaret değildir(Sağır, 2012: 26-76. Aktaran: Kaypak ve Uçar, 2018). Birçok farklı anlam yüklenerek toplumsal bir işlevselliğe bürünmüştür. Yaşam amaçlı yemek, ona verilen önemle farklı bir hal alarak toplumların kültürel bir parçası olmuştur(Kaypak ve Uçar, 2018).

          (Napoli ile özdeşleşmiş ünlü pizzası)                                                                                   (Halep’in ünlü kebabı)

 

                                                                                       (Biri Ürdün’den diğeri Suriye’den iki farklı humus sunumu)

        (Orta Anadolu’nun kuzu etiyle yapılmış güveci)                                     (Artvin köylerinden ev yapımı ekmek ve tereyağı)

Gastronomi kültürü, hükümdar ve onun çevresi, dini liderler ve tüccarların mutfaklarında gelişmiştir. Bunların ortak noktaları, servet, kültür ve boş zamana sahip olmaları, iyi yemek talepleri nedeniyle yaratıcı aşçıların çalıştırılmasıdır(Kaypak ve Uçar, 2018).

GELENEKSEL GIDA SAKLAMA YÖNTEMLERİNİN BAZILARI

Bilindiği gibi bazı yiyeceklerin ömürleri kısadır. Örneğin et ve balık gibi ürünler, sebzeler ve tahıllara göre doğal çevre koşullarına karşı daha dayanıksızdır. Bu nedenle “teknoloji öncesi” zamanlarda insanoğlu bir şekilde başının çaresine bakmayı bilmiştir. Çeşitli koruma yöntemleri geliştirmiştir.

Kurutma: Etlerin, balıkların ve sebzelerin kurutularak daha uzun süre saklandığı bilinmektedir. Örneğin, Orta Asya’da göçebe yaşam süren Türkler bu konuda iyi bir tecrübeye sahiptir.Burada etler öncelikle tuzlamak suretiyle kurumaya bırakılmış ve uzun ömürlü olmaları sağlanmıştır.

Tuzlama: Yiyeceğin uzun ömürlü olması için uygulanan bu yöntem eski çağlara dayanır. “Çinlilerin Milat’tan önce 6000’lerde Xiechi Gölü’nden tuz ürettiği, Mısırlıların Milat’tan önce 2800’lerde tuzlanmış balık ihraç ettiği, Neolitik dönemde ise etin tuzlanarak saklandığı bilinmektedir” (Akbulut,2013). Günümüzde popülaritesi devam eden bu yöntem et ve balıkların yanı sıra zeytin gibi ürünlerin saklanmasında da kullanılmaktadır. Çeşitli sebzelerin turşusunu kurarken de tuzun koruyucu özelliğinden faydalanılır.

Tütsüleme: Etlerin odun ateşinin dumanı ile kurutulması yöntemi olup et ateşe kesinlikle değdirilmez. Duman ete hem lezzet katar hem de onun uzun ömürlü olmasını sağlar. Tütsüleme yöntemi, bilinen en eski et koruma/ saklama yöntemlerinden biridir. Zaman içinde tütsüleme işlemi öncesinde tuzlanarak bir ön aşama geliştirilmiştir. Tütsülenerek lezzet katılan çeşitli peynirler de mevcuttur. Özellikle soğuk iklim bölgelerinde gerek balık gerekse av etleri olumsuz iklim koşullarında ihtiyaç duyulduğunda tüketilir. Tütsülenmiş gıda dendiğinde günümüzde ilk olarak İskandinav ülkeleri, Alaska, Kanada, Japonya, Rusya gibi ülkeler gelmektedir.

Kavurma(Pişirme): Türk Kültürü’nde Yaygın bir saklama şeklidir. Etlerin doğranarak kendi iç yağıyla kavrulması ve donunca testileri dondurularak saklanmasıdır.

Dondurma: -18 derecenin altındaki sıcaklıklarda Mikroorganizmaların üreyememesi sebebiyle uzun soluklu bir gıda koruma yöntemidir. Geçmişi de çok eskiye dayanır. Öyle ki Milat’tan önceki devirlerde bu yöntemin kullanıldığını yazan çeşitli kaynaklar vardır.

Toprağa Gömme: Günümüzde Anadolu’da hala yaygın olarak uygulanan toprağa gömme yöntemi, farklı besin maddeleri için kullanılmaktadır. Testiler içine et, peynir, yoğurt, tereyağı ya da elma, patates gibi tarım ürünleri gömülerek saklanmaktadır. Doğu Anadolu (Hakkâri, Van ,Kars, Bitlis), Güneydoğu Anadolu (Diyarbakır, Batman), Orta Anadolu (Sivas, Yozgat, Kayseri), Karadeniz (Amasya, Giresun, Tokat) gibi bir çok bölgede yaygın olarak yukarıda bahsedilen ürünler gömülerek muhafaza edilmektedir.

Yıllarca bozulmayan bal ve zeytinyağının içine konan bazı gıdalar, uzun süre saklanabilmektedir. Ayrıca çok eski olmasa da konserve yöntemi de özellikle günümüzde yaygın olan bir başka saklama biçimidir.

                                              (Önce salamura edilmiş ardından zeytinyağına batırılmış balık eti)

İNANÇ COĞRAFYASINDA YEMEK KÜLTÜRÜNDEN KESİTLER

Toplumsal hayatta din gibi farklı kültürel unsurlar da yeme – içme alışkanlıkları üzerinde etkilidir. Din, nelerin yenilip yenilemeyeceği, yılın belli günlerinde nelerin ve nasıl bir yenilebileceğini, günün hangi zamanlarında yemek yenileceği gibi alışkanlıklarda etkili olabilmektedir (Kaypak ve Uçar,2018). Müslümanlarca kutsal sayılan Ramazan ayında günün belli saatlerinde( gün doğumu- gün batımı arası) yiyecek ve içecek tüketilmemesi, Musevi inancında yeme- içmeye sınırlandırmalar getirilmesi ya da bazı gıdaların tüketiminin övülmesi (TsomGedalya oruç günü, AsaraBetevet Orucu, Taanit Beherot Orucu, Pesah hamur Orucu, Şavuot Bayramı’nda sütlü tatlı yeme geleneği, Tişa Beav’da oruç tutma ritüeli, (www.turkyahudileri.com) beslenmenin zamanlaması ile ilgili çeşitli örnekler oluşturmaktadır.

Yukarıda sözü edilenler beraberinde farklı grupların birbirlerine yakınlık ve antipati duymasına yol açar. Hiç et yemeyen Hintli, et yemenin helal olduğu İslam Dini’ne mensup birinden kendini ayırır. Aynı Müslüman, et yeme konusunda Hıristiyan ile aynı noktada buluşurken; domuz yememek konusunda Musevilere yakınlık duyar (Hatemi, 1996:126.Aktaran:Beşirli, 2010).Benzer bir durum aynı dinin farklı mezhepleri, hatta aynı mezhebe mensup olup farklı topluluklar için de geçerlidir. Orta asya coğrafyasında atın ve at sütünden elde edilen kımızın besin olarak tüketilmesi bunun en tipik örneğidir (Beşirli, 2010).

Din aynı zamanda bazı besinlerle ilgili ritüeller oluşturarak dini kimliğin oluşmasını sağlamaktadır. Birçok dinde bulunan kurban ritüelinde bunların en önemlilerinden biri olduğu söylenebilir(Gürhan, 2017).

VAZGEÇİLEMEYEN TATLAR

Bazı tatlar vardır ki bırakın onlardan vazgeçmeyi, uğruna sarp dağlar okyanuslar aşılmış, onlara ulaşmak için nice eziyetler çekilmiş ve sayısız insanın bu uğurda kanı dökülmüştür. Yüzyıllarca onun ticareti, günümüzün petrolü kadar önemli olmuştur. Tahmininiz baharatsa; evet ondan söz ediyoruz.

Sağlık, kozmetik ve gıda alanlarında çeşitli şekillerde kullanılan baharatların ilk olarak Uzakdoğu’da kullanıldığı kabul edilmektedir.

Sanskritçe’de “Bharat” kelimesi Hindistan demek, yani Hintliler, ülkelerini bu kelimeyle adlandırmışlardır. Ancak ülkenin isminin baharattan geldiği sanılmasın. Bu isim Hint Kralı Bharata’dan gelmektedir. Belki baharatların ismi Hindistan’dan geliyor denilebilir.

Fakat Mezopotamya ve Mısır’da dabaharat kullanımının ilkçağa kadar dayandığı bilinmektedir. Bu, gerek yazılı kaynaklardan gerekse mumyaların üzerinde yapılan araştırmalardan anlaşılmıştır.

Görüldüğü üzere baharatın kullanımı ve popülaritesi çok eskilere dayanmaktadır.

                                                                                (sarımsak, biberiye ve zeytinyağı)

Baharatın Avrupa yolculuğu ise başlı başına bir konudur. Yemeklerini çeşnilendirmek isteyen ve baharatı çok seven Avrupalılar, uzun yıllar boyunca baharatı Çin ve Hindistan’dan getirtmek için büyük bedeller ödemiştir. Tabii diğer yandan bu bedeli kasasına koyanlar da olmuştur. İpek ve Baharat yollarının denetimini ellerinde bulunduran tüccarlar ve devletler bu sayede önemli sayılabilecek gelirler elde etmiştir.Bunlar arasında ilk akla gelenler: Çinliler, Araplar, Venedikliler, Cenevizliler, Memlüklüler, Osmanlılardır.

Avrupa’nın baharata olan düşkünlüğü içinde karabiberin ayrı bir yeri vardır. Zaman zaman bir takas aracı olarak kullanılan karabiber, dönemin Avrupa’sında sofraların göz bebeği olmuştur. Özellikle Ortaçağ’da çok pahalı olan baharatlar zengin ailelerin (krallar, tüccarlar, din adamları vb.) prestij sembollerinden biri olmuştur. Yani öyle her önüne gelen baharatlı yemek yiyemezmiş…

Baharat ticaretinin kökeni Milattan Önceki dönemlere rastlasa da Ortaçağ’dan itibaren altın çağını yaşamaya başlamıştır denebilir. Hatta altın çağı demek bile öneminin kavratılması açısından yetersiz kalabilir. Zira zaman zaman kıymeti altın ve elmasla boy ölçüşecek düzeye ulaşmıştır.

Çinliler tarafından başlatıldığı düşünülen baharat ticareti sonraları başka toplumların da zenginlik kaynağına dönüşmüştür.

Baharat Yolu’nun önem kazanmasıyla birlikte uzun ve meşakkatli kervan yolculuğu yerine bu yol tercih edilir hale gelmiştir. Baharat Yolu’nun hegemonyası 1400’lü yıllara yani Coğrafi Keşifler’e kadar sürmüştür. Bu yol, basitçe Hindistan ile Akdeniz limanları arasındaki ve oradan da Avrupa’ya uzanan güzergahlardır.

Bu güzergahların belli başlı kesimleri çeşitli zaman dilimlerinde belli başlı toplumların denetimi altına girmiştir. Örneğin; Hindistan ile Kızıldeniz arasında Hintliler ve Araplar söz sahibiyken, 1000 –1400’lü yıllar arasında Akdeniz’deki taşımacılık faaliyetleri Venediklilerden sorulmuştur. Venediklilerden sonra Akdeniz’deki üstünlüğü Osmanlılar ele geçirmiştir. Venedik ve Osmanlılar’ın hakimiyeti, baharatı ucuza almak isteyen diğer Avrupalılar’ı Coğrafi Keşifler için harekete geçiren önemli kıvılcımlardan biri olmuştur.

Nitekim 15. Yüzyıl boyunca süren girişimler meyvelerini vermiş, İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve Cenevizliler tüm Dünya’ya damgalarını vurmuştur.

Kruvasan Fransız toplumunun, kebap Arap toplumunun, hamurlu tatlılar Türk toplumunun, fastfood Amerikan toplumunun, pizza İtalyan toplumunun ulusal kimliği ile özdeşleşmiştir. Özbek için samsa ve Uygurlar için Türkistan pilavı toplulukların etnik kimliklerinin bir göstergesidir (Beşirli, 2010:169).

Eğer coğrafya, toplumların yemek kültürüne bu denli etki etmeseydi bazı yemekler ülkelerin milli değerlerine dönüşebilir miydi?

KAYNAKLAR

Beşirli,H.,2010,Yemek, Kültür Ve Kimlik,Milli Folklor,Yıl 22,Sayı:87

Düzgün,E.,Özkaya,D.,F.,2015,Mezopotamya’dan Günümüze Mutfak Kültürü,Journal of Tourismand Gastronomy Studies3/1,41-47

Kaypak,Ş.,ve Uçar,A.,2018,Antakya Kenti’nin Yemek Kültürüne Bakışı, İnternational Journal of Academc Value Studies,4,190-202

Yılmaz,A., ve Önçel,S.,Yolal,M.,2018,İbn Battuta Seyahatnamesi’ndeYeme-İçme Kültürünün Değerlendirilmesi,GeoJournal of TourismandGeosites,Yıl:11,Sayı:22,470-479

Gökırmaklı,Ç.,Balcı,F.,Bayram,M.,Kaplan,M.,Bayram,Ö.,Tiryakioğlu,A.,2017,Gaziantep’in Bazı Geleneksel Lezzetlerinin Tarihsel Gelişimi,Journal of TourismandGastronomy Studies,59-69

Güler,S.,2010,Türk Mutfak Kültürü ve Yeme İçme Alışkanlıkları,Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,Sayı:26,24-30

Gürhan,N.,2017,Yemek ve Din: Yemeğin Dini Simgesel Anlamları Üzerine Bir İnceleme, İnsan Ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi,Cilt:6,Sayı:2,1204-1223

www.turkyahudileri.com/index.php/tr/yahudilik/106-musevi-dini-bayramları-ve-kutsal-günleri

www.uralakbulut.com.tr/wp-content/uploads/2013/07/tuz.pdf

[1] Uğur Okulları Coğrafya Ege-Akdeniz Bölge Sorumlusu
Coğrafya Eğitimi Derneği Yönetim Kurulu Üyesi

Türkiye Nüfusu Hakkında


TÜRKİYE NÜFUSUNUN DURUMU: 2018

                                                                                                     Doğu ATEŞ [1]

  • Türkiye nüfusu 31 Aralık 2018 tarihi itibarıyla 82 milyon 3 bin 882 kişi olarak tespit edilmiştir. Türkiye’de nüfus 2018 yılında, 2017’ye göre 1 milyon 193 bin 357 kişi artmıştır. Erkek nüfus 41 milyon 139 bin 980 kişi olurken, kadın nüfus 40 milyon 863 bin 902 kişi olmuştur. Buna göre toplam nüfusun %50,2’sini erkekler, %49,8’ini ise kadınlar oluşturmaktadır.
  • Türkiye’nin nüfus artış hızı, binde 14,7 olarak gerçekleşmiştir. 2017’de Bu değer ‰ 12,4’dür.  
  • 2018’de kentsel nüfus % 92.3 olmuş, kırsal nüfus ise % 7.7 olarak gerçekleşmiştir. Bu oran 2017 yılında 2017 yılında %92,5 olarak gerçekleşmiştir.
  • Ülkemizde 2017 yılında 31,7 olan ortanca yaş, 2018 yılında önceki yıla göre artış göstererek 32 oldu. Ortanca yaş erkeklerde 31,4 iken, kadınlarda 32,7 olarak gerçekleşmiştir.
  • Çalışma çağı olarak adlandırılan 15-64 yaş grubunda bulunan nüfus 2018 yılında bir önceki yıla göre sayısal olarak %1,4 artmıştır. Buna göre, çalışma çağındaki nüfusun oranı %67,8; çocuk yaş grubu olarak tanımlanan 0-14 yaş grubundaki nüfusun oranı %23,4; 65 ve daha yukarı yaştaki nüfusun oranı ise %8,8 olarak gerçekleşmiştir.
  • Türkiye genelinde nüfus yoğunluğu 2017 yılına göre 2 kişi artarak, 107 kişi olmuştur. İstanbul, kilometrekareye düşen 2 bin 900 kişi ile nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu ilimizdir. Bunu sırasıyla; 528 kişi ile Kocaeli ve 360 kişi ile İzmir takip eder. Nüfus yoğunluğu en az olan il ise bir önceki yılda olduğu gibi, kilometrekareye düşen 12 kişi ile Tunceli’dir.

Bu bölüm TUİK tarafından açıklanan “2018 ADNKS Haber Bülteninden” aynen alınmıştır.  

Bu yazıda sayımın sonuçları ve demografik göstergeler hakkında düşünceler paylaşılacaktır.

Artık Türkiye’de nüfus meselesi, devlet tarafından oldukça ciddiye alınmış ve herhangi bir belirsizliğe yer bırakmayacak biçimde düzenlenmiştir. Yani geçmiş sayım yıllarında olduğu gibi, bazı sayım verilerinde eksik ve hataların bulunduğu söylenemez.  

Türkiye’de nüfusun dağılışı ele alındığında bazı özellikler dikkat çeker. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz. Türkiye nüfusunun % 70 ve daha fazlası, ülkenin kuzeybatı diliminde toplanmıştır. Yani nüfusun çok büyük bir bölümü İstanbul, Ankara, Bursa, Kocaeli, Yalova, Tekirdağ illerinde yaşamaktadır.  

Deniz kenarında yer alan merkezlerden iç kesimlere doğru gidildiğinde nüfus yoğunluğu azalır. Yani Türkiye’de nüfusun yoğunlaştığı ikinci bir yer; kıyılardır.

Yıl

Nüfus

Nüfus artış hızı

Nüfus yoğunluğu

Ortanca yaş

2014

77.695.904

13.3

101

30.7

2015

78.741.053

13.4

102

31

2016

79.814.871

13.5

104

31.4

2017

80.810.525

12.4

105

31.7

2018

82.003.882

14.7

107

32

                                                       Türkiye nüfusunun, 2018’de bazı temel demografik özellikleri

Türkiye’de km²’ye düşen insan sayısı, yani nüfus yoğunluğu 107 kişiye yükselmiştir. 2013 yılında km²’ye 100 kişiyi aşan bu değer, giderek artmaktadır. Türkiye’de nüfusun çok önemli bir kısmı İstanbul ve çevresinde, yani Kuzeybatı Anadolu’da toplanmıştır. İstanbul’da km²’ye 5600 kişi düşmesi ile bu durum, net biçimde görülür.

Yukarıdaki şekilde 1927-2023 arasında Türkiye’de nüfusun büyüklüğü ve artış hızındaki olası değişimler verilmiştir. Bu şekilde kullanılan nüfus projeksiyonuna göre, toplam nüfus 2023’de 82.3 milyon olması beklenirken, 2019 itibarıyla nüfus 82.3 milyon kişidir.  

Türkiye nüfusunun alansal dağılışının son yıllardaki evrimi, geçmiş dönemlerden farklı olmamıştır. Nüfus özellikle kıyı kesimlerde ve ülkenin kuzeybatısında, bilhassa Marmara Denizi çevresinde yoğunlaşmıştır. Türkiye nüfusunun 15.067.724’ü, İstanbul’da ikamet etmektedir. Bu haliyle ülke nüfusunun % 18.4’ü İstanbul’da yaşamını sürdürmektedir. Kilometre kareye düşen 2.900 kişi ile İstanbul, Türkiye’de nüfus yoğunluğunun da en fazla olduğu il olmuştur. Bunu Kocaeli km² 528, İzmir km² 360 kişi ile takip etmiştir. En tenha yer ise km²’ye 12 kişi ile Tunceli olmuştur.

                                                     Türkiye’de nüfusun yaş ve cinsiyetlere göre dar yaş aralığındaki dağılışı

Türkiye’nin 2018 yılında nüfusun yaş ve cinsiyet yapısını gösteren piramidi incelendiğinde, şu sonuçlara ulaşmak mümkündür. 35-39 yaş grubuna kadar gelişmemiş bir ülkenin yapısal özelliklerini yansıtan piramit, bu evreden sonra büyük ölçüde değişime uğramıştır. Şöyle ki 35-39 yaş basamağından sonraki her 4 yılda, nüfusa katılan insan sayısı yaklaşık aynı miktarda gerçekleşmiştir. Bu da nüfus artış hızının, artmadığını gösterir. Ancak ülkenin toplam nüfusunda, belirgin bir artış devam etmektedir. Türkiye’de nüfusun son 40 yıllık gelişimine bakıldığında, bundan sonraki uzunca bir süre boyunca nüfus artış hızında büyük bir değişimin yaşanmayacağı söylenebilir. Bu haliyle nüfus piramidi daha önce sınıflandırılmış karakteristik nüfus piramidi tiplerinin, hiçbirine uymamaktadır. Yani Türkiye nüfus piramidine üçgen, çan eğrisi, baklava dilimi gibi bir isim vermek mümkün değildir.

Sayım Yılı

Kent Nüfus Oranı

Kır Nüfus Oranı

2014

91.8

8.2

2015

92.1

7.9

2015

92.3

7.7

2017

92.5

7.5

2018

92.3

7.7

Türkiye nüfusunun en karakteristik özelliklerinden birisi olan kırdan kente göç olgusu, 1950’li yıllarda hızlanmış, günümüze kadar şiddetlenerek devam etmiştir. Ülkenin kuzeybatısında toplanan metropollerde yaşanan nüfus artışının neden olduğu, pek çok problem varlığını arttırarak sürdürmektedir. Metropollerde ortaya çıkan nüfus baskısı, büyük çaplı kültür şokunu, sosyoekonomik problemleri ve devlet hizmetlerindeki yetersizlikleri beraberinde getirmektedir. Bunlara ek olarak ortaya çıkan konut sorunu, ülkede inşaat sektörünün fazla büyümesiyle uzunca bir süre boyunca giderilmiştir.

Sayım Yılı

Ortanca yaş

2014

30.7

2015

31

2015

31.4

2017

31.7

2018

32

2018 nüfus sayımı sonuçlarından bir diğeri de ortanca yaşın 32’ye ulaşmasıdır. Türkiye’de ortanca yaş (medyan yaş) değerinin 32’ye ulaşması, ülkenin gelişmişlik düzeyi bakımından geldiği noktayı da net biçimde yansıtmaktadır. Türkiye’de ortanca yaşın 32 olması, yaşam süresinin uzaması ve yaşam kalitesinde görülen artışın somut bir sonucudur.  

Ülke

Ortanca (Medyan) Yaş

Japonya

46.9

Almanya

46.8

Yunanistan

44.2

Finlandiya

42.4

Tunus

32.4

Arjantin

31.5

Bütün veriler bir arada ele alındığında “Türkiye’de nüfusun ikiye katlama süresinin 50 yıl” civarında olduğunu söylemek mümkündür. İkiye katlanma süresi, belirli bir yıllık hız ile artmaya devam ettiği varsayılan nüfusun büyüklüğünün iki katına çıkması için gerekli olan yıl sayısıdır. Nüfus artış hızı ikiye katlanma süresini belirleyen unsurdur. Örneğin yıllık nüfus artışı %0,5 olan bir ülkenin nüfusunun ikiye katlanma süresi 139 yıl iken, nüfus artış hızı %3 olan bir ülkenin nüfusunun ikiye katlanma süresi 23 yıl olmaktadır. Nüfusun ikiye katlanma süresinde gelişmişlik düzeyi de belirgin şekilde etkilidir. Örneğin 2012 verilerine göre nüfusun ikiye katlanma süresi Batı Afrika’da 27 yıl, Doğu Afrika’da 25 yıl, Güney Afrika’da 99 yıl, Batı Avrupa’da 693 yıl, K. Amerika’da 139 yıl, Güneydoğu Asya’da 53 yıl, Doğu Asya’da 139 yıldır. O halde Türkiye gelişmişlik düzeyi bakımından Güneydoğu Asya ile benzerlik göstermekte ve “ilerlemiş gelişmekte olan ülke” olarak nitelendirilebilir. Yakın gelecekte Türkiye, gelişmiş batı toplumları ile hemen hemen aynı demografik özellikleri gösterecektir.  

Ülke nüfusunun batıya kayma ve kuzeybatıda yoğunlaşma eğilimi artarak devam etmektedir. Bu gelişmenin devam etmesiyle birlikte ülke nüfusunun 1/4’ünün, yakın gelecekte İstanbul’da yaşayacağını söylemek mümkündür. Yani ortalama 20 yıl sonra Türkiye nüfusunun % 90’dan daha fazlasının, Kuzeybatı Anadolu’da toplanacağı söylenebilir.  

Türkiye’de 2018’de kentsel nüfus % 92.3 olmuş, kırsal nüfus ise % 7.7 olarak gerçekleşmiştir.” Bu durum ülkede kırdan kente göç olgusunun yavaşlamadığını, aksine hızını kaybetmeden devam ettiğini göstermektedir. Ancak Türkiye’de bu denli yüksek şehir nüfusunun en temel sebeplerinden biri ise büyükşehir yasasıdır. 2012 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre şehir nüfusu oranı %77.3 iken yasa sonrası 2013 yılında şehir nüfus oranı %91.3’ e çıkmıştır. Bu da bize yüksek şehir nüfusu oranının realiteden uzak olduğunu göstermektedir. Bu rakamlardan, yakın gelecekte Türkiye’de kentsel nüfus oranının % 97’ye ulaşacağı anlaşılmaktadır. Ama çarpıcı bir gerçek olan kırdan kente doğru yaşanan göç olgusu tüm hızıyla devam edecektir. Çünkü;

  • Tarım politikalarının iflası,
  • Sosyal devlet olgusunun terk edilmesi,
  • Ülke içinde eğitim, sağlık hizmetlerinin yetersiz ve düzensiz dağılması,
  • Tarımın ekonomik getirisinin azalması,
  • Kişi başına düşen gelirdeki artışın topluma yansımaması nüfus oynaklığının devam etmesine yol açacaktır.

[1] Ankara Lisesi Coğrafya Öğretmeni

Bir Coğrafyacı Olabilmek

 
BİR COĞRAFYACI OLABİLMEK:
TÜRKİYE’NİN TEK GERÇEK COĞRAFYACISI SIRRI ERİNÇ
(24 Ocak 1918-6 Şubat 2002)

                                                                                                           A. M. Celâl ŞENGÖR [1]

Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında büyük evrensel dâhi Alexander von Humboldt’un (1769-1859) hayâl ettiği coğrafya, yirminci yüzyılın ortalarında kaybolmaya yüz tutmuştu. Bunun en önemli nedeni coğrafyanın kucakladığı doğa ve sosyal bilimlerin her birinin kendi başlarına ihtisas konuları haline gelerek kendi öğretim ve araştırma programlarını geliştirmiş olmalarıydı. Coğrafyacı, her şeyden anlayan, ancak hiçbir şeyde uzman olmayan bir Orta Çağ âlimine dönüşmüştü. Bu talihsiz gelişmenin temelinde, von Humboldt’un ana hatlarını çizdiği coğrafyanın amacının anlaşılamamış olması yatıyordu: Coğrafya tüm dünyayı bir bütün halinde ele alarak dünya üzerindeki tüm süreçlerin birbirine olan etkisini araştıran ve bu karşılıklı etkinin dünyanın gelişmesine yaptığı tesirin incelenmesine adanmış bir bilim dalıydı. Her bir dal içinde ayrı ayrı araştırma yapmak, o bilimlerin mütehassıslarına ait bir görev olmalıydı. Coğrafyacı ise tüm süreçleri karşılaştırmalı olarak inceleyen ve onların deneştirilmesiyle mütehassısların göremedikleri sonuçları üreten bir kişi olmalıydı. Coğrafyacının ihtisası bu karşılaştırma ve deneştirme işiydi. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru, bilimin ve insan topluluğunun karşılaştığı sorunlar, bilim dünyasını tekrar von Humboldt’un hayâl ettiği bir ‘küllî bilim’ arayışına götürdü ve bu bilime yeni isimler bulundu: ‘Dünya Sistemi Bilimi’ veya ‘Ekoloji’ (gerçi bu isim ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Alman biyologu Ernst Haeckel’in icadıdır). Halbuki bu isimlerin kucakladığı kavram coğrafyadan başka bir şey değildir.

Türkiye’de 1933’de üniversite reformu yapıldığı zaman, o zaman coğrafyadan sorumlu olan kişilerin hiçbirisinin ciddî bir coğrafya tahsili olmamıştı. Çoğunun bildiği dil Fransızcaydı ve bu nedenle yeni üniversite teşkilâtında Paul Marie Joseph Vidal de La Blache’ın (1845-1918) temellerini attığı yeni Fransız ekolü örnek alınmıştı. École Normale Supérieure’de okuyup tarih ve coğrafya dalında agrejesini yapan de La Blache coğrafyanın sosyal kanadına ağırlık verdiği için, Fransız coğrafyası üniversitelerin edebiyat fakültelerine yerleştirilmişti. Ancak bu tercih, yirminci yüzyıl boyunca büyük adımlarla gelişen doğa bilimlerinde ve hattâ sosyal bilimlerin kantitatif konularında coğrafyacıların geri kalmasına ve yukarıda bahsettiğim herşeyden anlayıp hiçbir şeyi adam gibi bilmeyen kişilere dönüşmelerine sebep oldu. Türkiye’nin Fransızları izlemesi Türkiye’deki coğrafyanın gerilemesinin en önemli nedenlerinden biridir. Türk coğrafyacıları ya jeologluğa, ya da sosyologluğa özendiler ve sonunda ne birinde ne de diğerinde kayda değer işler yapabildiler.

Ülkemizde bu üzücü durumun dışında kalan, dışında kalmakla yetinmeyip dünya çapında gerçek bir coğrafyacı olabilen tek bir isim vardır: Sırrı Erinç! Meselâ coğrafya camiasının içinde addedilen ama büyük ölçüde birer jeolog olan çok saygın ve başarılı bilim insanlarımız Oğuz Erol ve İlhan Kayan, hiçbir zaman Sırrı Erinç gibi ‘komple’ bir coğrafyacı olmamışlardır. Bunun kuşkusuz en önemli nedenleri Erinç’in kişisel dehâsı, merak yelpazesinin çok geniş olması ve bilhassa Türkçe dışında dört dile hakim bulunmasıdır (Almanca, İngilizce, Fransızca, Rusça).

Belki de benim için çok sevdiğim, örnek aldığım bir hocam ve dostum olan Sırrı Erinç’i anlatmanın en iyi yolu onunla olan bazı anılarımı tazelemek olacaktır. Bir gün eşim Oya’ya Türkiye’deki en yakın arkadaşlarımın İhsan Ketin ve Sırrı Erinç olduğunu söyleyince Oya, ‘Nasıl olur? Onlar senin babandan bile büyükler’ diye hayretini belirttiydi. Bir gün ailece Hoca’yı evinde ziyaret ederken bunu ona anlattım. Rahmetli Hocam Oya’ya ‘Oyacığım, arkadaşlık yaşta değil, baştadır’ dediydi.

Ben Sırrı Hocayla 30 Nisan 1973 Pazartesi günü tanışmışım. Bunu bana o gün hediye ettiği Jeomorfoloji ders kitabının serlevhasına attığı imza ve tarihten biliyorum. O zaman Robert Kolej lise III’de okuyan jeoloji meraklısı bir öğrenciydim. Bir hafta evvel Robert Kolej ortaokul coğrafya öğretmeni İsmet Konuk hocamız bana kendisine Sırrı Bey’in gençliğini hatırlattığımı, kendisinin Sırrı Hoca’nın sınıf arkadaşı olduğunu söylemiş, onunla tanışmak isteyip istemediğimi sormuştu. Heyecanlı kabulüm üzerine o Pazartesi Sırrı Hocayı o zamanlar henüz Vezneciler binasında olan Coğrafya Enstitüsündeki odasında ziyaret ettik. Orada Sırrı Bey bana yaşantıma yön verecek şeyler söylemiş, hediyeler vermişti. Jeoloji ile ilgili olduğumu duyunca muhakkak yakın arkadaşı olan İhsan Ketin Hoca ile tanışmamı tavsiye etti. Ailevi durumumu ve üniversite tahsilim için Amerika’ya gideceğimi öğrenince de, ‘Bak sen zengin çocuğusun; seni bilim yolundan alıkoyup ticarete falan döndürmeye çalışabilirler. Aman doktoranı yapmadan sakın Türkiye’ye geri gelme’ dedi. Bu iki tavsiyeyi de tuttum. Sonra Sırrı Hoca bana tek tek bütün yayınlarını hediye etti (Türkiye Atlası hariç! ‘Elimde kalmadı, onu ayniyattan al’ dediydi). Verdiği yayınlar bana ilk defa bilimsel yayın nasıl oluru öğretti. Daha sonra İhsan Hoca bana yazı uslûbumun Sırrı Bey’inkine benzediğini söylemiştir.

Büyük bir şans eseri aynı yıl Nüzhet Dalfes’le tanışmıştım. O zaman Boğaziçi Fizik’te okuyan Nüzhet’in bilime bakışı Sırrı Bey’inkine çok benziyordu ve büyük ölçüde okuduğu Saint Joseph lisesinden ve çocukluğunda sık gittiği Paris’teki Ulusal Doğa Tarihi Müzesinden esinlenmişti. Nüzhet büyük bir Humboldt hayranıydı. Sırrı Bey ile tanıştıktan sonra Nüzhet’i de onunla tanıştırdım ve ondan sonra sık sık Hocayı ziyaret ettik. Ben 1973 Ağustosunda Almanya’ya gittim ama Sırrı Bey ve Nüzhet’le temas kaybolmadı. Her Türkiye’ye gelişimde muhakkak Hocaya gidiyorduk. Tek bir kere bile ‘Yahu çocuklar bugün benim işim var, bir başka zaman gelin’ demedi. Ne zaman gitsek bizi kabul etmekle kalmadı, bizlerle uzun uzun oturup konuştu, bizi enstitüsüne tanıştırdı, kütüphaneden yararlanmamızı sağladı. Böyle bir davranışın bilime meraklı gençler üzerinde yaptığı etkiyi kelimelere dökmek zordur. Sırrı Bey sadece iyi bir araştırıcı değil, muhteşem de bir hocaydı da.

Ben Amerika’dayken bir gün kendisinden bir mektup aldım; Birleşmiş Milletler Coğrafî İsimler Komisyonunun bir toplantısı için (Hoca bu komisyonun üyesiydi) New York’a geleceğini söylüyor, görüşüp görüşemeyeceğimizi soruyordu. Ben durumu derhal doktora hocam, büyük tektonikçi John Dewey’e bildirdim. Dewey Sırrı Hocayı literatürden tanıyordu. O zaman da bizim üniversiteden bazı öğrencilerin Türkiye’de neotektonik konusunda doktora yapmaları mevzubahisti. ‘Erinç’e sor’ dedi, ‘bir günlüğüne buraya gelebilir mi? Şu çocukların doktora tez alanlarını birlikte seçelim. Bütün masraflar bizden’. Sırrı Bey’in olumlu cevabı üzerine kendisine New York’tan Albany’e tercihan trenle gelmesini önerdim. Öyle yaptı, sabah erken saatte bizzat Dewey istasyona giderek Hocayı karşıladı. O gün çok verimli tartışmalarla geçti ve doktora alanları şimdilik tesbit edildi. Yalnız Dewey ve Erinç, Sırrı Hocanın ellili yılların ortasında haritalayıp tarihlendirdiği Yalova’daki denizel Kuaterner çökellerini birlikte görmeğe karar verdiler. Akşam Hocayı New York’a dönmek üzere arkadaşım (ve o zaman tavlamaya çalıştığım) Julie Dyer ile istasyona götürdük. Ben istasyonda elini öperek Hocaya veda ettim; ufak-tefek bir kız olan Julie, veda etmek için kollarını, kendisini hayatında ilk defa gördüğü Hocanın boynuna doladı, parmak uçlarına kalkıp iki yanağından öptü! Ben hayretler içinde kalmıştım! ‘Hocam ben daha bu öpücüğü alamadım’ dedim. Hocanın muzip bir gülümsemeyle ‘İstemesini bileceksin’ demesini ömrüm boyunca unutmayacağım.

Kısa bir süre sonra gerçekten Dewey Türkiye’ye geldi ve ben, Dewey, Sırrı Bey ve o zaman coğrafyada asistan olan Bora Avşarcan Karamürsel’deki mostralara gittik. O gezi benim için çok faydalı olmuştur. Hem Dewey’den hem de Sırrı Hocadan tektonik olarak çok oynak bir yerde çökelen genç depoların nasıl inceleneceği konusunda mostra başında bir sürü şey öğrendim. Bir ara Dewey beni bir kenara çekerek ‘Erinç coğrafyacı değil mi? diye sordu. Olumlu cevabım üzerine ‘Bu adam benim gördüğüm en iyi arazi jeologlarından biri’ diyerek hayretini belirtti.

Bu anım bana başka bir anımı çağrıştırdı: Bir gün Nüzhet Dalfes, Mehmet Karaca (şimdi İTÜ rektörü) ve ben sohbet ederken onlara yukarıdaki hikâyeyi naklettim. Bunun üzerine kaliteli bir atmosfer bilimci olan Mehmet ‘Vallahi, ben tabii jeolojisini takdir edemem, ama atmosfer konusunda Türkiye’de hiç sıkıntıya girmeden konuşabildiğimiz tek adam’ dedi ve Nüzhet bunu teyid etti. Sonra Nüzhet de Hocayla vejetasyon coğrafyası ve ekoloji konularındaki sohbetlerini anlattı. Sanırım hâlâ Türkiye’deki en kapsamlı ekoloji ders kitabı Hocanın degradasyonel sistemler hakkındaki eseridir.

Sırrı Hocanın literatür hakimiyeti muazzamdı ve bu güçlü hâfızasıyla birleşince (o güçlü hâfıza, pek çok insanın tersine, Hocayı ömrünün sonuna kadar terketmemiştir) ortaya birinci sınıf bir başvuru mercii çıkıyordu. Bir gün Asya/Avrupa sınırının nereden çizilmesi gerektiği konusunu tartışırken, bu konuda Çanakkale Boğazına kadar bir sorun görülmediğini, ancak Ege’de bu sınırın nereden geçirilmesi konusunda adam gibi tek bir kaynak bulamadığımı söylemiştim (gerçi beyan edilen fikir çok, ama bunları temellendirebilen kimse yoktu). ‘Philippson’un Das Mittelmeer’ine bak’ dedi. ‘Eskiden bizim enstitüde vardı, fakat maalesef uzun yıllardır kayıp.’ ‘Hiç üzülmeyin Hocam’ dedim, ‘ben o kitabı hemen bulurum’. Gerçekten de bir-iki ay içinde kitap elime gelmişti. Hemen alıp Sırrı Bey’in evine koştum. Hoca uzun yıllar önce okumuş olduğu kitabı açtı ve ilgili yeri, daha dün okumuş gibi buldu: ‘Al, bak’ dedi. Kendisiyle buna benzer çok anım olmuştur. Onun için Avrupa ve Amerika seyahatlerimde bol bol kitap alıp yurda döndükten sonra, saat müsaitse, daha eve gitmeden ona uğrar (evi büyük bir şans eseri yolumun üstündeydi), aldığım kitapları gösterirdim. Birlikte onları elden geçirirken Sırrı Bey’den neler neler öğrenmişimdir.

Seksenli yılların sonunda Dan MecKenzie’nin bir öğrencisi olan Judith Richardson-Bunbury’e Kula’daki volkanların detaylı izotop kimyasının yapılması için bir doktora yaptırtmaya karar verdiydik. Dan, benden Judith’i Sırrı Bey’e götürmemi rica etti, ben de öyle yaptım. Hoca elindeki tüm hava fotoğraflarını ve yayınlarını Judith’e verdi, ‘Bunlar harita yaparken sana yardımcı olur’ dedi. Aynı Julie gibi, Judith de Hocaya bayılmıştı. Ancak ilk arazi mevsimi sonunda Judith’in Hocaya olan kişisel hayranlığının yayına bir de bilimsel hayranlık eklenmişti. Arazi mevsimi sonunda İngiltere’ye dönmeden birkaç gün bizde kaldı. ‘Harita yapmamaya karar verdim’ dedi. ‘Niye?’ diye sorunca, ‘Elimde Erinç’in Kula makalesindeki haritasıyla bütün bölgeyi dolaştım, haritayı hava fotoğraflarıyla da karşılaştırdım arazide. Erinç o kadar doğru yapmış ki haritasını, ben jeokimyasal çalışmalarıma onu temel kabul edeceğim ve Erinç’in koni numaralamasını kullanacağım’. Judith her arazi mevsimi dönüşü Hocayı ziyaret eder, o yıl yaptıklarını anlatırdı.

Hiç kuşkusuz yaşayan en büyük jeofizikçilerden olan Dan McKenzie’nin Hoca hakkında bilgi sahibi olması da ilginçtir. 1977 yılında Albany’yi ziyaret ederken, bana Burdur Depremi ile ilgili yüzey kırığının hem fotoğrafını hem de yerini haritada gösteren bir yayın bulamadığını söylemişti. Ben de hemen o zaman yanımda olan Sırrı Bey ve öğrencilerinin yapmış oldukları Burdur Depremi yayınını Dan’e gösterdim: ‘Hah, şimdi oldu’ dediğini hatırlıyorum. O olmadan odak çözümünde hangi nodal düzlemin fayı temsil ettiğini bilmesi mümkün değildi o zaman. Dan çok mutlu olmuştu ve yaptığı yayında Sırrı Bey’in makalesine atıf yaptı.

Dan daha sonra Türkiye’ye geldiğinde Sırrı Hoca ile tanıştı, birbirlerini pek sevdiler. Seksenli yılların başında bizim yatı kullanarak Güney Marmara kıt’a sahanlığının bir batimetrisini çıkarmaya karar vermiştik. Bu amaçla gerekli izinleri aldıktan sonra, Dan’in oğlu James (o zaman sanırım 16 veya 18 yaşındaydı) Cambridge’den gelerek bizim yatın GPS alıcısını, otomatik pilotunu ve eco-sounder’ını bir bilgisayara bağladı. Tüm bu sistem, tekne giderken sürekli batimetri haritası çizecek bir programa sahip bir laptopla, o da bir yazıcıyla ilişkilendirildi. Bu şekilde tekne giderken sürekli batimetri haritası yapmak, aynı zamanda da tekneyi sadece laptopun faresini kullanarak yöneltmek mümkün oluyordu. İlk deneme başarıyla yapıldıktan sonra yapılan işi yerinde görmesi için Sırrı Hoca’yı tekneye davet ettik. Tekne giderken sürekli çizilen batimetri Hocayı hayretler içinde bırakmıştı. Kendisinden altmış yaş küçük olan James’e ‘Şunu bana bir anlat bakayım’dedi. İkisi James ile yanyana oturdular ve James Sırrı Bey’e önce detaylı olarak sistemi tanıttı sonra da tatbikattan örnekler verdi. Daha örnekler bitmeden Sırrı Hoca James’in yanından kalktı, Dan’e dönerek ‘şimdi kendimi aptal gibi hissediyorum’ dedi. Niye böyle dediğini de yıllar önce eşi Vahide Hanım’la beraber kiraladıkları bir sandal ve satın aldıkları bir halat ve ağırlıklarla Sapanca Gölünün batimetrisini yapmaya kalkmasını anlatınca anladık. Hocanın o ilkel yöntemlerle bugünün bilgisayar destekli batimetri haritalamalarını karşılaştırması çok hoş olduydu; hepimize teknolojinin gelişmesi ve bunun yerbilimlerinin ilerlemesine olan etkisi konusunda ilginç bir ders oldu. Dan’le yirminci yüzyılda yerbilimlerine gelişen teknolojinin (bilhassa 2. Dünya Savaşı nedeniyle) verdiği desteğin ve bu desteğin nasıl yepyeni, daha önce akla hayale gelmeyecek keşiflere yol açtığını konuştular (levha tektoniği bu keşiflerden biridir). Hele gencecik bir çocuktan koca Sırrı Erinç’in yeni teknikler hakkında bilgi alması gerçekten görülecek bir manzaraydı. Hoca o seferden son derece memnun kaldıydı. Onunla daha sonra gene aynı tekneyle bir defa da kendi yazlığının bulunduğu Marmara Adasının etrafını dolandık, bana ve bizimle gelen öğrencilerime Hoca adanın jeoloiisini anlattı. Yıllar önce jeolojik haritasını bizzat çizmiş, ama yayımlamamıştı. O harita şimdi İTÜ kolleksiyonlarında bulunmaktadır.

1979 yılında ben ve W. S. F. Kidd, Tibet Platosu ile Doğu Anadolu’yu karşılaştıran bir yayın yapmıştık (Tectonophysics’de). Aynı yıl Dewey ile benim Türkiye’nin genel neotektoniğini de anlatan Batı Anadolu ile ilgili yayınımız çıktı (Geological Society of America Bulletin’de). Ben bu yayınlar daha çıkmadan, birer baskı öncesi örneğini hem Sırrı Bey’e hem de İhsan Bey’e göndermiştim. Meğer o ara Sırrı Hoca Jeomorfoloji I’in üçüncü baskısıyla uğraşıyormuş. Amerika’da beni aradı ve bu iki makalede bulunan iki şekli kitabın yeni baskısına koymak istediğini söyleyerek benden izin rica etti. Ben de daha doktorasını bile almamış bir taze olarak benim düşünce ve yorumlarımın ve iki şeklimin kendisinin ders kitabında bulunmasının bana çok büyük bir onur vereceğini söyledim. Makaleler henüz yayımlanmadığından Hoca her iki şeklin altına da ‘A. M. C. Şengör’den’ diye yazdı. Sanırım bunlar benim literatürde aldığım ilk atıflardır. En azından Türkiye’deki ilktir.

Ben daha sonra Asya’nın jeolojik keşif tarihi ile ilgilenirken, Sırrı Hoca’nın Almanya’da yayımlanmış olan Türkiye kültür tarihinin anahatlarını anlatan uzun makalesini okuduğumda, onun coğrafyanın sosyal kanadına olan hakimiyetine de hayran olduydum.

Sırrı Erinç çok olumsuz şartlar altında, işinin tam da ehli olmayan hocalar elinde, dünya çapında komple bir coğrafyacı olmayı başarmış bir insandır ki, bunun bütün dünyada bile örnekleri çok azdır. Bu yazımı onun içinde yetiştiği ortamı iyi anlatan, kendisinden dinlediğim bir anıyla sona doğru yaklaştırayım:

Sırrı Hoca doktorasını 1945 yılında bitirdikten sonra, 1949 yılında zamanın en gözde jeoloji dergilerinden olan Geologische Rundschau’da yayımlamış. Bana bu yayından bir ayrı baskı verdiydi. O ayrı baskıda gördüm ki, yayının altına zamanın meşhur coğrafyacılarından, Türkiye’de de hoca olarak bulunmuş olan Herbert Louis bir not yazarak bu makalenin tüm Orta Doğunun buzullaşma tarihinin anlaşılmasındaki önemine dikkat çekmiş. Bu not da makaleyle birlikte yayımlanmış. Bunun beni ne kadar memnun ettiğini söylerken, kendisine o zaman İstanbul’daki hocalarından ne gibi bir reaksiyon geldiğini sordum. Her halde heyecanla tebrik etmişlerdir diye düşünüyordum. ‘Doktora hocama [Ord. Prof. İbrahim Hakkı Akyol] bir ayrı baskı verdim’ dedi. “Biraz erken değil mi?’ dediydi’. Bunu duyunca kan beynime sıçradıydı. Bunun üzerine söylediklerimi buraya yazmayacağım. Yalnız Hoca gülümseyerek ‘Onlar başka zamanlardı, Celalciğim’ dedi. Böyle hocaların yanından bir Sırrı Erinç’in çıkması mucizeye yakın bir olgudur.

1941 yılında Ankara’da Birinci Coğrafya Kongresi toplanınca, o zaman Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde hoca olan Herbert Louis’den Türkiye’nin bölgelerini tesbit etmesini ve bununla ilgili bir rapor yazmasını istemiş hükûmet. Louis de raporunu tabiî Almanca olarak yazıp vermiş. Rapor kongre kitabında yayımlanacağı için Türkçe’ye tercüme edilmesi icap etmiş. Bunu henüz bir öğrenci olan Sırrı Hoca’dan istemişler, o da yapmış. Ondan sonra da tercümeyi ona yaptıran hocaları kendisini kongreye götürmemişler! Sırrı Hoca’nın hocalarından gördüğü muamele ile, bizlere yaptığı muamele ne kadar taban tabana zıttı. Kendisine olan şükran borcumuzu ifade etmek bile güç.

Sırrı Erinç’in, arkadaşı İhsan Ketin’le birlikte ben ve arkadaşlarım üzerinde yaptıkları etki böyle kısa bir yazıda anlatılamaz. Şu kadarını söyleyeyim ki, İstanbul Üniversitesi’nin kıymetini bilemediği Sırrı Erinç’in Coğrafya Enstitüsünden mezun iki genç bugün İTÜ’de öğretim üyesidirler. Üstelik Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü dünyanın her cephesiyle ilgilenen araştırıcı ve öğretim üyelerini bünyesinde barındırmaktadır: Jeofizikten uzay bilimlerine kadar. İTÜ böylece Türkiye’nin yerbilimleri tarihinin en büyük iki ismi olan iki yakın arkadaşın, İhsan Ketin’in ve Sırrı Erinç’in entellektüel mirasını bir çatı altında bir araya getirmiş olmaktadır. Bununla bir İTÜ’lü olarak ne kadar iftihar ettiğimi anlatamam.

Ne yazık ki hayatımdaki en acı anım da Sırrı Hoca ile ilgilidir. 2001-2002 ders yılı için ABD’nin Kaliforniya eyaletinin Pasadena şehrinde bulunan, dünyanın en iyi üniversitelerinden California Institute of Technology (Caltech) bir yıllığına beni davet etmişti. Ben de giderken, o bir sene boyunca Türkiye’ye hiç dönmeyeyim diye plan yaptıydım; bakalım dönünce ne değişiklikler farkedecektim. 2001 yılının sonlarına doğru Hocanın hastaneye yattığını duydum. Yapılacak basit bir ameliyattı. Kendisini aradım, telefonda bana ısrarla yılbaşında İstanbul’a gelmemi, beni özlediğini söyledi. Ben de Mayıs’ta zaten döneceğimi, o zaman bol bol hasret giderebileceğimizi dile getirdim. Telefonu kapatmadan son sözü hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır: ‘Ya, sen gene de gel be!’ Ben İstanbul’a dönmedim. Ne fecîdir ki Sırrı Hoca 2002 senesinin Mayıs’ını göremedi, 6 Şubat’ta vefat etti. Onun arzusunu yerine getirmeyip, yılbaşında İstanbul’a dönmemiş olmak hayatımda bana hâlâ büyük bir vicdan azabı, derin bir acı veren, hayatımın en büyük kabahatidir.

[1] İTÜ Maden Fakültesi, Jeoloji Bölümü ve Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü, Ayazağa 34469 Istanbul
sengor@itu.edu.tr

Küçük Prens’in Evreninde Coğrafya


KÜÇÜK PRENS’İN EVRENİNDE COĞRAFYA

                                                                                             Çağdaş YÜKSEL[1]

Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery tarafından yazılan ve 1943 yılında yayımlanan Küçük Prens (Le Petit Prince) okuruyla buluştuğu günden bu yana bir baş yapıt olarak edebiyat dünyasında yerini almıştır. New York’ta bir otel odasında yazılan eserin baş kahramanı olan Küçük Prens, yurdundan ayrılıp altı ayrı gezegene seyahat etmektedir. Çıktığı bu seyahatte kurduğu dostluklarla yalnızlığını anlamlandırmaya ve belki de yenmeye çalışmaktadır. Çocukluğunu yitirmemiş bir büyük olarak Saint-Exupery kendine dönük bir anlatım ortaya koymuş ve bu yolla iç dünyasını okura açmıştır. Asıl mesleği pilotluk olan yazar, İkinci Dünya Savaşı sırasında görevli olduğu bir keşif uçağıyla Korsika’dan havalandıktan sonra Akdeniz üzerinde Küçük Prens adlı uçağıyla kaybolmuş ve kendisinden bir daha haber alınamamıştır.

   “Sonuçta bir meslek seçmek zorunda kalıp uçak kullanmayı öğrendim. Dünya’nın aşağı yukarı her tarafına uçtum. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, coğrafya çok işime yaradı. Hemen ilk bakışta, Çin ile Arizona’yı birbirinden ayırt edebiliyorum. Geceleyin kaybolacak olursanız son derece yararlı bir şey bu.”

Coğrafyaya olan ilgisini ve bu alandaki bilgilerini kitap boyunca büyük bir keyifle takip ettiğimiz Saint-Exupery; gezegenlerden ve yıldızlardan ustalıkla bahsettiği kadar hayvanlardan (fil, boa yılanı, koyun, tilki, tavuk, kelebek, Kaplan vb) ve bitkilerden (baobab ağacı, gelincik vb) akış içerisinde yararlanmıştır. Bunun yanı sıra yanardağlar, çöller gibi coğrafi unsurlardaki tasvir gücü ve günbatımı, gece- gündüz döngüsü ve benzeri kavramları yerliyerinde kullanması bir kâşif olarak tüm yaşamı boyunca elde ettiği gözlemleri eserine yansıtmasının bir ürünüdür.

“Coğrafyacı ne demek?”[2]

Peki Saint-Exupery için “Coğrafyacı” ne demekti? Yazar, kitabın 15. bölümünde Küçük Prens’in ziyaret ettiği altıncı gezegende karşılaştığı bir coğrafyacının ağzından bize bu sorunun yanıtını vermekten kaçınmamıştı:

   “Denizlerin, ırmakların, kentlerin, dağların ve çöllerin nerede olduklarını bilen bilgin demektir.”

   “İşte bu gerçek bir meslek!” diyerek Küçük Prens’in ağzından coğrafyaya olan hayranlığını bir kez daha vurgulayan Saint-Exupery, bir coğrafyacının çalışma yöntemini de açıklamaktan geri kalmıyordu.

   “Kentlerin, ırmakların, dağların, okyanus ve çöllerin hesabını coğrafyacı tutmaz. Çok önemlidir coğrafyacı. Öyle aylak aylak dolaşmaya vakti olmaz. Masasının başından bir yere ayrılmaz. Kendisini ziyaret eden kâşiflere sorular sorar ve onlardan öğrendiklerini not eder. Aralarından birinin anlattığı ona ilginç gelirse, kâşifin ne denli güvenilir biri olduğunu anlamak için soruşturma başlatır.” 

Dönemin Coğrafi Düşünce Algısı ve Saint-Exupery

Saint Exupery’nin coğrafyacı tanımlaması ve bir meslek olarak coğrafyanın çalışma yöntemleri ile ilgili verdiği bilgiler, dönemin hakim coğrafi düşüncesinin bir yansıması olarak kabul edilebilir mi?

Bilindiği üzere coğrafi düşüncenin modern dönemi olarak kabul edilen kitabın yazıldığı yıllarda (1) keşif ve araştırma yaklaşımı, (2) çevresel determinizm ve olasılıkçılık, (3) peyzaj okulu ve bölgeselcilik üç temel yaklaşım olarak ön plana çıkmaktaydı. Her üç yaklaşımda da fiziki coğrafya unsurları temel alınarak coğrafya çalışmalarında analitik doğa bilimleri benzeri zamandan ve durumdan bağımsız olarak, onları hesaba katmaksızın, evrensel biçimde geçerli olan bir düzenlilik oluşturma çabası kendini göstermekteydi.

“Coğrafya kitapları tüm kitaplar arasında en değerli olanlarıdır. Hiçbir zaman modası geçmez. Bir dağın yer değiştirmesi çok enderdir. Bir okyanusun suyunu kaybetmesine pek rastlanmaz. Bizler yok olmayan şeyleri yazıyoruz.”

“Yanardağlar etkin de olsa, sönmüş de olsa bizim için bir şey değişmez. Bizim için önemli olan dağın kendisidir. Dağ değişmez.”

Bu dönemde insan ve fiziki çevre ilişkisi üzerinde çalışma gösteren coğrafyacıların ana vurgusunun katı bir biçimde fiziki-biyolojik çevrenin sadece arazi yapısı, bitki örtüsü ve iklim gibi elemanlarını içeren dar bir çerçeveye oturtulmuş yapısı Fransız yazarı da etkilemiş olabilir. Dönemin Fransız bölgesel coğrafya ekolü, çevresel determinizmi teorik bir çerçeve olarak kabul etse de bir defalık olanı anlamaya yönelik bir yaklaşım sergilemesiyle bu çerçeveye bir farklılık getiriyordu. Fiziki ve beşeri gerçekleri birbirlerine entegre ederken mekansal detaylı bilgilere ihtiyaç duyan bölgesel coğrafya çalışmaları, böyle bir çalışmayla bölgelerin sınırlarını çizerek her bölgeyi kendine özgü, eşsiz kılan bir senteze ulaşmaya çalışıyordu.

1900lü yılların başında coğrafya biliminde deterministik yaklaşımların hakim olması ve Fransız bölgesel coğrafya ekolünün bu temel üzerine gelişmesi 29 Haziran 1900 tarihinde doğan Saint Exupery’nin eğitim gördüğü yıllarda coğrafya bilimini bu düşünce yapısıyla tanımasına zemin hazırladığı düşünülebilir. 1948 yılında Harvard Üniversitesi Coğrafya Bölümünün kapatılmasıyla hakim olan bölgesel coğrafyanın artık rağbet görmeyen karakteri, aşırı tasvirci metodu, katologcu, olguları toplayan ve listeleyen yapısı eleştirilmeye başlanmış ve coğrafyanın modern düşünce döneminden çağdaş coğrafi düşünce yapısına geçiş sürecini başlatmıştı.

Saint-Exepury’nin tanımladığı isim sayan, analizi yapılmamış istatistik sayılarını veren, ezbere harita çizen, kâşiflerin kendisine ulaştırdığı bilgilere dayanarak coğrafî unsurlara ve yaşanan olaylara bağlı olarak kayıt tutan bir coğrafyacı tanımından toplumun geleceğinin planlanmasında söz sahibi olan ve topluma faydalı üretimler yapan bir coğrafyacı tanımına geçiş yaşandığı gözlenmektedir.

1950lerden sonra bu değişen anlayışa uygun olarak birçok ülke, coğrafya eğitiminde de konularının işlenmesinde değişikliklere gitmişti. Değişen ve gelişen dünya koşullarına göre farklı zamanlarda farklı yaklaşımlara ihtiyaç duyulmasıyla coğrafya bilimi ve eğitimi günümüzde çoklu yaklaşımları kendi bünyesinde bulunduran bir yapıya bürünmüştü. Günümüz Fransa’sında coğrafya konuları kitaplarda ele alınırken fiziki ya da beşeri coğrafya konusu diye bir ayrıma gidilmediği, bütün olarak incelendiği ve konuyla ilgili örneklere yer verildiği görülmektedir. Günümüz okullarında verilmeye başlanan küresel ölçekte kabul gören yeni (positivist, humanist, postmodern) coğrafya anlayışlarının öğrencilere, insanların yeryüzünü nasıl organize ettikleri ve kullandıklarını tanımlamak için fırsat yaratarak toplum içerisinde saygıdeğer, işe yarayan (uygulanabilen) gerçek bir bilim olduğunu aktarmaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Belki Saint-Exupery bu yeni coğrafya yaklaşımları ile tanışma şansını yakalamış olsaydı Küçük Prens’in seyahati sırasında karşılaştığı coğrafyacı karakteri bambaşka bir role bürünebilir ve bizlere bambaşka bir coğrafyacı tanımı yapabilirdi. Ya da Saint-Exupery, eserin bütünlüğü içerisinde dönemin coğrafya yaklaşımını akıl dışı bulduğuna dair eleştirisini bizlerle açık yüreklilikle paylaşıyordur, kim bilir…???

[1] Özel Amerikan Robert Lisesi Coğrafya Öğretmeni ve Toplumla İlişkiler Koordinatörü
Coğrafya Eğitimi Derneği Yönetim Kurulu Başkanı

[2] Saint-Exupery, Antoine de. “Küçük Prens.” Remzi Kitabevi, 2017. s.54

KAYNAKLAR:

Bilgili, Münür. “Fransa’da Coğrafya Ders Ki̇taplarinda Fi̇zi̇ki̇ Coğrafya Konularının İşleni̇şi: Uygulanan Alıştırmalar, Etkinlikler ve Özellikleri.“ Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı: 25, Ocak-2012, s. 256-273

Saint-Exupery, Antoine de. “Küçük Prens.” Remzi Kitabevi, Çev: Topuz, Kerem. Üçüncü Basım, 2017.

Tuysuz, Suat, ve Yavan, Nuri. “Bölgesel Coğrafya Yaklaşımı Ve Türk Coğrafyasındaki Etkileri Üzerine Kritik Bir Değerlendirme.” TÜCAUM VII. Coğrafya Zempozyumu Bildiriler Kitabı, Ekim-2012, s. 390–405.

Yavan, Nuri. “Batı Coğrafyası Geleneği Üzerine”, İçinde E. Bekaroğlu ve A.R. Özdemir (Eds) Bir Disiplinin İç Dünyası: Modern Türk Coğrafyası Üzerine Söyleşiler, 2014 , s.17-51, İdil Yayıncılık, İstanbul.

Zeytinoğlu, Sezen. “Küçük Prens Üzerine Bir İnceleme.” Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1992, Sayı:1 Cilt:12, s. 39-47