CED 2019 İlkbahar Faaliyet Raporu



CED 2019 İLKBAHAR FAALİYET BÜLTENİ

A. COĞRAFYA ÖĞRETMENLERİ ÇALIŞTAYLARI

A1. EDİRNE COĞRAFYA ÖĞRETMENLERİ ÇALIŞTAYI (16 MART 2019)

16 Mart 2019 tarihinde Coğrafya Eğitimi Derneği ve Edirne İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle “Öğretmen Akademileri Projesi” kapsamında Edirne Coğrafya Öğretmenleri Çalıştayı gerçekleştirilmiştir.

 

 

A2. ESKİŞEHİR COĞRAFYA ÖĞRETMENLERİ ÇALIŞTAYI (20-21 NİSAN 2019)

Coğrafya Eğitimi Derneği ve Eskişehir Kılıçoğlu Anadolu Lisesi iş birliğinde 20 – 21 Nisan 2019 tarihlerinde “Eskişehir 2. Coğrafya Öğretmenleri Çalıştayı” gerçekleştirilmiştir. İlk gün teorik eğitimin ardından ikinci güne foto safari saha uygulaması ile devam edilmiştir.              

 

 

 

A3. MALATYA COĞRAFYA ÖĞRETMENLERİ ÇALIŞTAYI (27-28 NİSAN 2019)

MEB 2023 Eğitim Vizyonu’ndan hareketle Coğrafya Eğitimi Derneği ve Malatya İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle “Coğrafya Eğitiminde Yenilikçi Yaklaşımlar Projesi” yürütülmektedir. 3 aşamalı projenin ilk aşaması olan “Malatya Coğrafya Öğretmenleri Çalıştayı” 27-28 Nisan 2019 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir.

 

 

A4. TEKİRDAĞ COĞRAFYA ÖĞRETMENLERİ ÇALIŞTAYI (04 MAYIS 2019)

Coğrafya Eğitimi Derneği ve Tekirdağ İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle 04 Mayıs 2019 tarihinde “Tekirdağ Coğrafya Öğretmenleri Çalıştayı” gerçekleştirilmiştir.

 

B. II. ULUSLARARASI COĞRAFYA EĞİTİMİ KONGRESİ PAYDAŞLIĞI (MART 2019)

Coğrafya Eğitimi Derneği olarak 03-05 Ekim 2019 tarihlerinde “Güçlü Coğrafya Eğitimi, Güçlü Gelecek” temasıyla Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü tarafından gerçekleştirilecek olan İkinci Uluslararası Coğrafya Eğitimi Kongresi’ne katkı sunmak amacıyla paydaşlık teklifimiz düzenleme kurulu tarafından kabul edilmiştir.  

 

 

 

 

C. geoCED COĞRAFYA POPÜLER BİLİM YAZILARI DERGİSİNİN YAYINLANMASI

geoCED, Coğrafya Eğitimi Derneği yayın organı olarak Coğrafya bilimi ve eğitimi alanında farkındalık oluşturulması ve coğrafya okuryazarı bir toplum yapısına kavuşulmasına katkı sunmayı amaçlamaktadır.
Coğrafya popüler bilim yazıları dergisi olarak ülkemizdeki önemli bir boşluğu doldurucağına inandığımız geoCED, e-dergi biçiminde süreli yayın olarak www.geoced.org internet adresinde Mart 2019da ilk sayısıyla okuyucusuyla buluşmuştur.

 

D. HERKES İÇİN COĞRAFYA PANELİ ESKİŞEHİR (26 NİSAN 2019)

26 Nisan 2019 tarihinde Anadolu Üniversitesi ve Kılıçoğlu Anadolu Lisesi tarafından düzenlenen ve Eskişehir ilindeki coğrafya öğretmenlerinin yoğun ilgi gösterdiği Herkes İçin Coğrafya Paneli’nde; dernek üyemiz Uğur ELMACI, CED faaliyetlerini anlatarak panele katkı sunmuştur.

 

 

 

 

E. ULUSLARARASI GENÇ SOSYAL BİLİMCİLER KONFERANSI (ICYSS) TÜRKİYE PROJE SEÇİMLERİ

Türkiye koordinatörlüğünü Coğrafya Eğitimi Derneği’nin yürüttüğü 2019 yılında ikincisi Belgrad (Sırbistan)’da düzenlenecek olan Uluslararası Genç Sosyal Bilimciler Konferansı (ICYSS) organizasyonuna 13-19 yaş arasındaki lise öğrencilerinin başvuru süreci tamamlanmıştır. Oluşturulan komisyon tarafından başvuran projelerin değerlendirmeleri yapılarak bu organizasyonda Türkiye’yi temsil etmeye hak kazananlar 30 Nisan 2019 tarihinde ilan edilerek katılım süreciyle ilgili çalışmalara başlanmıştır. 

 

F. ULUSLARARASI YER BİLİMLERİ OLİMPİYATI (IESO) TÜRKİYE ULUSAL TAKIMININ PROF. DR. CELAL ŞENGÖR ZİYARETİ (02 MAYIS 2019)

26 Ağustos – 03 Eylül 2019 tarihlerinde Daegu, GÜNEY KORE’de gerçekleştirilecek 13. Uluslararası Yer Bilimleri Olimpiyatı’nda Türkiye’yi temsil edecek ulusal takım seçmeleri Coğrafya Eğitimi Derneği tarafından yürütülmüş  ve takımda yer almaya hak kazanan coğrafya sevdalısı lise öğrencileri, danışman öğretmenleri ve CED Yönetim Kurulu üyelerimiz Prof. Dr. Celal Şengör’ü evinde ziyaret ederek yer bilimleri ve coğrafya biliminin önemi üzerine fikir alış verişinde bulunulmuştur.

 

G. TEKE TEK BİLİM PROGRAMINA KATILIM (05 MAYIS 2019)

05 Mayıs 2019 tarihinde yönetim kurulu başkanımız Çağdaş YÜKSEL, Fatih Altaylı’nın sunduğu, Coğrafya biliminin ve eğitiminin öneminin  konuşulduğu Teke Tek Bilim programına İTÜ AYBE öğretim üyeleri Prof. Dr. Celal Şengör, Prof. Dr. Nüzhet Dalfes ve Doç. Dr. Tolga Görüm ile birlikte konuk olmuştur.

05 Mayıs 2019 tarihli Teke Tek Bilim programının tamamını seyretmek için TIKLAYINIZ.

 

 

 

 

H. EGE ÜNİVERSİTESİ COĞRAFYA BÖLÜMÜ DIŞ PAYDAŞLARIYA BULUŞUYOR PANELİ (20 MAYIS 2019)

Derneğimiz yönetim kurulu üyesi Gürhan Candan , 20 Mayıs 2019 tarihinde Ege Üniversitesi’nde “Ege Üniversitesi Coğrafya Bölümü Dış Paydaşlarıyla Buluşuyor” konulu panele katılarak dernek faaliyetlerimiz hakkında bir sunum gerçekleştirmiştir.

 

 

 

 

I. ORYANTİRİNG EĞİTİMİ VE DOSTLUK YARIŞI (29 MAYIS 2019)

Ege Üniversitesi Coğrafya Bölümü ve Coğrafya Eğitimi Derneği işbirliğinde Yakamoz Gençlik ve Spor Kulübünün katkılarıyla Oryantiring Eğitimi ve Dostluk Yarışı 29 Mayıs 2019 günü Ege Üniversitesi Bornova Kampüsünde gerçekleştirilmiştir.

Lisans Öğrencilerinden Coğrafyaya Yeni Bir Soluk: gençCED



LİSANS ÖĞRENCİLERİNDEN COĞRAFYAYA YENİ BİR SOLUK: gençCED

Kuruluşundan bugüne dek coğrafya dünyasına önemli katkılar sunan Coğrafya Eğitimi Derneği, gençCED oluşumuyla birlikte yenilikçi yaklaşımlar sergilemeye devam etmektedir. Ülkemizde Coğrafya bilimi ve eğitiminin saygınlığının artması ve hak ettiği değeri görebilmesi için sunulacak her türlü desteğin kıymetini bilerek lisans öğrencilerinin derneğimiz çatısı altında olmasının önemi kuruluş aşamasındayken öngörülmüş ve tüzüğümüzün “Üye Olma Hakkı ve Üyelik İşlemleri” kısmının 3.1.a numaralı maddesinde açıkça belirtilmiştir.

3.1.a. Üniversitelerin Coğrafya ve Coğrafya Öğretmenliği lisans programlarına devam edenler ile mezun olanlar.

gençCED; coğrafya eğitimi alan ya da coğrafyaya ilgi duyan lisans öğrencilerinin Coğrafya Eğitimi Derneği çatısı altında bir araya gelme fırsatı yakalayacağı ve kendi etkinliklerini organize etme şansı bulabilecekleri (saha çalışmaları, söyleşiler, çalıştaylar, kariyer günleri vb.) bir oluşumdur. Coğrafya Eğitimi Derneği, kurulduğu günden bu yana öneminin farkında olduğu ve oluşumu için altyapı çalışmalarını bitirdiği gençCED, 29.05.2019 tarihinde Ege Üniversitesi Coğrafya Bölümü öğrencileriyle gerçekleştirilen bir tanıtım ve söyleşi organizasyonu ile fiilen hayata geçirilmiştir.

Gençlik oluşumları, sivil toplum kuruluşlarının devamlılığı ve ihtiyaç duyduğu dinamizmi sağlamak, kuruluşları sürekli ileri taşımak, faaliyetlerini daha geniş kitlelere ulaştırmak konusunda en önemli birimlerden birini oluşturmaktadır. Bu bağlamda Coğrafya bilimi ve eğitimine gönül vermiş öğrenciler, gençlik yıllarından itibaren bir sivil toplum kuruluşu içerisinde yer alarak gelecek yıllarda bu yapılanmanın önemli yapı taşlarını oluşturacaklardır. gençCED üyeleri Coğrafya bilimine ve eğitimine katkı sağlayabilmek için uzun yıllar beklemelerine de gerek kalmadan kendi ihtiyaçları doğrultusunda gerekli adımlar atacakları platformları yaratma konusunda aktif rol oynayabileceklerdir. Bu sürecin lisans öğrencileri için kariyer planlaması konusunda da bilinçli adımlar atma fırsatı yaratabileceği inancı taşımaktayız.

Murat BAŞ
gençCED Koordinatörü

info@tceder.org

murat.bas.3555@gmail.com

Coğrafya Biliminde Türkiye’de Gelecek Vadeden Bir Alan: Tıbbi Coğrafya



COĞRAFYA BİLİMİNDE TÜRKİYE'DE GELECEK VADEDEN BİR ALAN: TIBBİ COĞRAFYA

Sinan KÜTÜK [1]

1850’li yıllarda kolera salgını Londra’nın Soho bölgesinde yaşayan insanları kasıp kavuruyordu. O zamana kadar koleranın ne şekilde bulaştığı ile ilgili herhangi bir bilgi yoktu. İngiliz anestezist John Snow (1813-1858) 1854 yılında koleradan ölenlerin dağılımını bir harita üzerinde işaretledi ve ölümlerin çoğunluğunun Broad Street’teki bir su pompası etrafında kümelendiğini belirledi. Snow, yapmış olduğu bu çalışmanın verilerinden yola çıkarak koleranın kirlenmiş olan sudan bulaştığı sonucuna vardı. Ardından bölgenin yetkilileri kolera hastalığını yaydığı düşünülen bu su pompasını kapatarak yerine yeni bir pompasını hizmete soktu. Yeni bir su pompası takıldıktan birkaç gün içinde kolera salgını sona erdi. Snow’un kolera salgını ile ilgili yapmış olduğu bu çalışma tıbbi coğrafya, özellikle de coğrafi epidemiyoloji konusundaki ilk önemli çalışmalardan birini temsil etmektedir (Ölgen, 2010).  

Tıp ve coğrafya bilim tarihinin en eski bilim dallarından biridir (Nazik, 2017). İlk çağlardan beri hastalıklar ve coğrafi ortam arasında ilişki kurulmaya çalışılmış ve bu konuda çalışmalar yapılmıştır. Tüm bunların bir sonucu olarak da “Tıbbi Coğrafya” bilimi doğmuştur. Tıbbi coğrafya hastalıkların mekandaki dağılımı ve nedenleri, mekandaki değişimlerin sağlık üzerine olası etkileri ve sağlık hizmetlerinin coğrafi boyutuyla ilgilenen bir bilim dalı olarak, coğrafya ve tıp biliminin kesişim noktasında yer almaktadır (Ölgen, 2010 ve Timor, 1996).

  1. Tıbbi Coğrafya Nedir Ve Çalışma Alanı Neyi Kapsar?

Tıbbi Coğrafya; belli bir yöredeki doğal ve sosyo-ekonomik faktörlerin, toplum sağlığı, hastalık oluş sıklığı ve bunların coğrafi dağılımı üzerindeki etkilerini araştıran bir kurallar sistemidir. Tıbbi coğrafya en genel ve yalın anlamıyla tıp ve coğrafyanın kesişme noktasında bulunan bağımsız bir bilim dalıdır (Nazik, 2017). Bir başka deyişle de coğrafi metot ve yöntemleri tıbbi sorunlara uygulamaktır (Timor, 1996). Bir hastalığın ortaya çıkmasında coğrafi mekanın başta doğal koşulları olan fiziksel nedenler (sıcaklık, nem ve yağış vb.), kimyasal nedenler (litolojik ve pedojenik etkiler, mineral yapıları ve oranları gibi), biyolojik nedenler (mikroorganizmalar, asalaklar, mantarlar, polenler gibi) ve hidrografik nedenler (su kalitesi, içerdiği minerallerin fazlalığı ve/veya eksikliği, su kaynaklarının kirlenmesi) rol oynar. Bu doğal koşullara ek olarak insanların ekonomik ve sosyo-kültürel faaliyetleri de eklenir.

Tıbbi coğrafyanın temel çalışma alanları ve konuları kısaca; doğal ve sosyo-ekonomik faktörlerin tıbbi coğrafya perspektifinden incelemesi, çevrenin tıbbi yönetimi, toplum sağlığının korunması, tıbbi harita ve tıbbi atlaslar oluşturmaktadır. Tüm bu çalışma konularını da çeşitli yöntemler aracılığıyla yapmaktadır. Bu yöntemler de kısaca çeşitli istatistiki ve matematiksel modellemeler ile coğrafi bilgi sistemleri ve uzaktan algılama gibi coğrafi teknolojilerdir (Nazik, 2017).

  1. Tıbbi Coğrafyanın Tarihsel Serüveni

Tıp ve coğrafya arasındaki ilişki tıbbın babası sayılan Hippocrates’ten (MÖ460-377) beridir ele alınan bir konu olmuştur (Nazik, 2017 ve Ölgen, 2010). Hippocrates, M.Ö. 400 tarihli ünlü eseri Hava, Su ve Yerler Üzerine’de tıbbi çalışmalarda mevsimlerin, rüzgarların, suyun, toprağın ve özellikle de herhangi bir yerde yaşayanların yaşam tarzının dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir (Ölgen, 2010). Yani Hippocrates tıp ve coğrafyayı doğrudan ilişkilendirerek bu alanın çerçevesini çizmiştir. Hippocrates’e göre insanda hastalıklar yalnızca hava, iklim, topografya, su ve toprak gibi çevre faktörlerine bağlı olarak gelişmemektedir. Gelenek ve görenekler, alışkanlıklar yaşam biçimi gibi sosyal çevresi de büyük oranda çeşitli hastalıklara neden olabilmektedir. Bu görüşleri ile Hippocrates modern tıbbın kurucusu olmasının yanı sıra; tıbbi coğrafyanın da önünü açmıştır (Nazik, 2017).

Tıbbi coğrafya olarak nitelendirilen çalışmalar modern anlamda coğrafyanın bir alt disiplini olarak Uluslararası Coğrafya Birliği (IGU)’nin Tıbbi Coğrafya Komisyonu tarafından 1952 tarihli ilk raporuyla başlamıştır. Bu tarihten sonra tıbbi coğrafya alanındaki çalışmalar hız kazanarak günümüzde coğrafya içinde en çok çalışılan konulardan birisi olmuştur (Ölgen, 2010). Elbette tıbbi coğrafya 20. yüzyılın ortalarında başlamamıştır. Tıbbi coğrafyanın başlangıç tarihi neredeyse insanoğlu kadar geçmişe dayanmaktadır. Tıbbi coğrafyanın bir bilim dalı olarak gelişmesi 18. ve 19. yüzyılda başta Almanya olmak üzere, İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD’de yapılan bilimsel çalışmalarla başlamıştır. 19. yüzyılın ortalarına doğru tıbbi coğrafya bu ülkelerde bağımsız bir bilim dalı haline gelmiş ve devam eden yıllarda ise çeşitli konularda çeşitli kongreler düzenlenmiştir. Gelişimindeki en hızlı ivme ise 2. Dünya Savaşı’ndan sonra olmaktadır. Yöntem ve uygulamalar giderek daha tutarlı olmaya başlamıştır. Bu dönemden sonra insan ve çevre arasındaki ilişki hem daha çok artmış hem de daha çok anlaşılmıştır. Tıbbi coğrafya çalışmaların temelini ülke ve bölge bazında yapılan hastalıkların coğrafi mekanda dağılışlarını gösteren atlaslar oluşturmaktadır.

  1. Türkiye’deki Tıbbi Coğrafya Çalışmaları

Tıbbi coğrafya üzerine yurt dışından birçok çalışma mevcutken ülkemizde bu konuda çalışma sayısı ve niteliği maalesef yok denecek kadar azdır. 1930’lu yıllardan sonra özellikle sağlık alanında yapılan çalışmaların büyük bir bölümünü tıpçılar, jeologlar ve ziraatçılar yürütmüştür. Bu durumun en temel sebeplerinden birisi ülkemizde tıbbi coğrafyanın öneminin yeterince anlaşılmamış olmasıdır. Aynı zamanda böyle bir alanda coğrafyacılar arasında yetişmiş nitelikli elemanların olmamasının payı da büyüktür (Nazik, 2017). Ancak şu unutulmamalıdır ki tıbbi coğrafya multidisipliner bir alandır ve tek bir bilim dalının altından kalkamayacağı kadar kompleks parametreler barındırır. Böyle bir alanda çalışma yapmak ve kaliteli yayın üretmek için başta tıp olmak üzere coğrafya, jeoloji, biyoloji, kimya, ekoloji, istatistik, ziraat, sosyoloji ve ekonomi gibi farklı disiplinlere ait uzman ve araştırmacıların bir araya gelmesi gerekmektedir. Ne yazık ki böyle bir kadrodan oluşan ekip bir araya gelip tıbbi coğrafya çalışma yapmadığı için ülkemizde tıbbi coğrafya hak ettiği yeri bulmamaktadır. Söz konusu hastalık olunca bunun çevreden bağımsız olması düşünülemez. Fakat disiplinler, neden ve sonuç ilişkisini büyük oranda sadece kendi perspektifiyle kurguladığı zaman tıbbi coğrafya adına bütünleşik ve kalıcı çözümlere ulaşmak kolay olmamaktadır. Türkiye’deki tıbbi coğrafya çalışmalarının eksik olmasının asıl ve en önemli nedeni ise coğrafyacıların sağlığın coğrafi boyutunu, sağlıkçıların ise coğrafyanın sağlık boyutunu iyi kavrayamamış olmasındandır (Ölgen, 2010 ve Nazik, 2017). Tıbbi coğrafya ülkemizdeki coğrafya bölümlerinde yeteri kadar önem kazanamamıştır. Gelişmiş olarak nitelendirilen ülkelerde özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tıbbi coğrafya adına çeşitli komisyon ve organizasyonlar kurulmuş, birçok kitap, tez, makale, rapor ve atlaslar hazırlanmış hatta birçok üniversitede anabilim dalları ve kürsüler oluşturulmuştur. Ülkemizin dünya üzerindeki coğrafi konumu düşünüldüğünde, tıbbi coğrafya çalışmaları açısından ne kadar önemli ve gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır (Atabey, 2009). Ancak maalesef ki az sayıdaki bazı üniversitelerimizde tıbbi coğrafya dersi sadece seçmeli ders olarak okutulmaktadır (Nazik, 2017).

  1. Coğrafya Bilimi ve Coğrafyacılar Açısından Tıbbi Coğrafyanın Önemi

Ülkemiz, başta Alp Himalaya deprem kuşağında olmasından ve aynı zamanda kısa mesafelerde değişiklik gösteren sıcaklık, yağış ve topografik şekillerden dolayı insan yaşamını zaman zaman zora sokacak olaylara maruz kalabilmektedir. Çok açıktır ki ülkemiz bir afet ülkesidir (Harita 1.) Bu durum dikkate alındığında Tıbbi Coğrafya çalışmalarının ülkemizin canlı yaşamına ve ekonomisine katkısı ve öneminin büyük olduğu anlaşılmaktadır. Doğa süreçleri ülke ekonomisini çok kırılgan hale getirebilir. Bu duruma çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; ülkemizde iklim değişikliğine bağlı olarak sel afetlerinin neden olduğu ekonomik kayıplar depremlerin neden olduğu ekonomik kayıplara eşittir (NatGeo, 2013). Yaşadığımız dünyada 1960’lı yıllardan günümüze son 40 yılda can kaybının 100’den fazla olduğu afetlerin bilançosuna göre, 202 sel, 153 tropikal fırtına, 102 deprem, 54 heyelan, 21 kuraklık, 12 volkanik patlama ve 9 tsunami meydana gelmiştir. Son 40 yılda bu afetlerden hayatını kaybeden insan sayısı 1,5 milyondur ve ölenlerin 1 milyondan fazlası az gelişmiş ülkelerde yaşamıştır (Özey, 2011). Doğa olaylarının afet boyutlarına ulaşması süphesiz bir halk sağlığı problemidir.

Harita 1. Türkiye Deprem Tehlike Haritası (AFAD, 2018).

Küresel iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgelerden birisi de Akdeniz Havzası’nda bulunan ülkelerdir (Şen, 2013 ve Şen, 2014). Ülkemiz, bu havzada yer aldığından dolayı olumsuz yönde etkilenecek ülkeler arasındadır. Küresel iklim değişikliğinin gelecekteki etkilerinin anlaşılması ve bu durum için uyum ve zarar azaltma çalışmalarında coğrafyacılara büyük sorumluluklar düşmektedir. Özellikle artan insan nüfusu karşısında yaşanacak sağlık problemlerini öngörüp planlamaların coğrafi boyutuyla hazırlanması gerekmektedir. Dolayısıyla bugünden itibaren coğrafi çalışmalar toplum sağlığının korunmasına katkı sağlayacak çalışmaları da içermelidir. Böylece modern coğrafya biliminin günümüz çevre ve toplum sorunları için gereken çözümü sunabileceği bir kez daha gösterilmiş olacaktır. Bunun için öncelikle tıbbi coğrafya dersleri üniversitelerimizde zorunlu ders olarak okutulmalı ve öğrencilere ilgili kurumlarda uygulama ve staj imkanları sağlanmalıdır. Sağlık Bakanlığı bünyesinde tıbbi coğrafya ile ilgili kurul ve komisyonlar kurulmalı veya mevcut kurullara coğrafyacılarında dahil edilmesi gerekmektedir (Nazik, 2017). Aynı zamanda diğer meslek elemanları ve kuruluşlarla iş birliği sağlanmalı ve ortak çalışmalar yapılmalıdır (Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Ulusal Kanser Danışma Kurulu’nda 2003 yılından beri jeoloji mühendisleri görev yapmaktadır).

  1. Tıbbi Coğrafya Perspektifinde Doğa Olaylarının İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkilerine Örnekler

Küresel iklim değişikliğinin konuşulduğu ve bu duruma uyum sağlamaya çalışıldığı bir dönemin içinde yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız Dünya’nın küresel olarak ısınması vektörlerle bulaşan birçok hastalığın daha da yayılması tehdidini oluşturmaktadır. İklim değişikliği yalnızca hastalık bulaştıran vektörlerin ekolojisinde değişimlere yol açmamakta, aynı zamanda birçok meteorolojik afetin de yaşanmasına neden olmaktadır. İklim değişikliğine bağlı meydana gelen kuraklık ve sellere daha sık rastlamaktayız. Kuraklık ve seller birbirinin zıttı gibi görünse de aslında insanlık için benzer sorunlar oluşturmaktadır. Her iki koşulda da temiz suya olan erişimi kısıtlamaktadır. Böyle bir durum ise sağlık koşullarının azalmasına ve bulaşıcı hastalıkların daha da kolay yayılmasına yol açmaktadır (Ölgen, 2010). Nüfusun hızla artması ve buna paralel olarak yerleşme alanlarının genişlemesiyle de bu koşullara maruz kalabilecek insan sayısı ve riski de artmaktadır.

Kadıoğlu (2008), 1990-2000 arasında meydana gelen doğal afetlerin sayısının, 1900-1940 yıllarında meydana gelenlerden doğal afetlerden 7 kat daha fazla olduğunu belirtmiştir. Bu afetlerin neden olduğu sağlık problemleri kadınlar ve çocuklar üzerinde daha belirgindir (Atay vd. 2012). 1991 yılında Bangladeş’te meydana gelen ve 140 bin kişinin öldüğü kasırgada, kadınların ölüm oranının erkeklere oranla 4 kat, 10 yaş altı çocukların ölüm oranının ise erkeklere oranla 6 kat fazla olduğu görülmüştür (Akalın, 2013). Türkiye’de 1999 yılında yaşanan deprem, ardında 17.000 ölü ve binlerce yaralı bırakmıştır. 2004 yılında Güneydoğu Asya’da meydana gelen deprem ve hemen peşi sıra yaşanan tsunami nedeniyle yaklaşık 300 bin kişi hayatını kaybetmiştir (Özey, 2011).

Tarih boyunca kitlesel ölümlere ve salgın hastalıklara neden olmuş birçok büyük seller, kuraklıklar ve kıtlıklar gibi felaketler yaşanmıştır. Şüphesiz bu karmaşık ve büyük çaplı felaketlerden en büyük darbeyi yoksul toplumlar almıştır. Günümüzde afetlerin daha sık meydana gelmesi, gelişmiş, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke ayrımı yapmaksızın tüm ülke toplumları üzerinde yıkıcı bir etki yaratmaktadır. Örneğin, meydana gelen seller sonucu, sel sularının insan ve hayvan atıklarıyla temas edip kullanım ve içme sularına karışması, kolera, tifo ve ishal gibi hastalıklarda artışların görülmesine sebep olabilmektedir (Akalın, 2013). Batman ilinde 2006 yılında meydana gelen bir sel felaketi sonrasında 2 hafta boyunca 483 kişi ishal hastalığına yakalanmıştır. 11 kişinin hayatını kaybettiği bu sel felaketinde ölenlerin 8’i çocuklar olmuştur (Akgün, 2009). Kuraklık nedeniyle azalan su kaynakları su ve gıda kirlenmesine neden olmakta; bu durumda da bulaşıcı hastalıklar yaygınlaşabilmektedir.

  • Olağan Dışı Yağışların İnsan Sağlığına Etkileri

El Nino gibi fenomen bir doğa olayının yaşandığı dönemlerde meydana gelen yağışlarla hastalık yayan sivrisinek popülasyonu arasında sağlam ilişkiler vardır. 1982 yılında şiddetli El Nino olayından sonra Ekvador, Peru ve Bolivya’da sıtma vakalarının yaşanması, aynı yılda Venezuella ve Kolombiya’daki sıtma vakalarındaki artışların yaşanması bu görüşü desteklemektedir. Bu bakımdan Guyana, Kolombiya, Peru ve Venezuella’da El Nino ile sıtma vakaları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişkilerin olduğu söylenebilir (Akalın, 2012).

Ekstrem yağışlar yeraltı sularına ve şehir içme suyu şebekelerine karışmak suretiyle içme sularını kirletebilmektedir (Korkanç ve Korknaç, 2006). Şehir şebeke sularının Kriptosporidyum, Kolera, Coli Basili, Tifo, ve Hepatit A gibi virüslerle kirletilmesiyle ishal vakaları meydana gelebilmektedir. Olağan dışı yağışların görüldüğü bölgelerde bulaşıcı hastalık yayan bazı sivrisinekler için yaşama ve üreme yerleri de oluşmuş olmaktadır. Yağışlar sonrası oluşan durgun sularda vektörler kolaylıkla çoğalıp gelişebilmektedir. Buradan da anlaşılmaktadır ki hastalık yayılım koşulları ve jeomorfoloji arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Topografik eğimin 0° – 2° ya da altında olduğu sahalar suların toplanma/göllenme sahalarıdır (Turoğlu, 2010). Böyle alanlarda suların yerde kalma süresi ile hastalıkların artmasında paralellik gözlenebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şekil 1. ABD’nin Teksas eyalatinde bulunan Houston şehrinde 2017 yılında etkili olan kasırga sonrası San Jacinto Nehri’nde meydana gelen bir taşkının öncesi ve sonrası ait drone görüntüsü. Taşkın sonrası binlerce ev zarar görürken, 30.000’den fazla insan yer değiştirmek zorunda kalmıştır.

  • Sıcaklık Artışının İnsan Sağlığına Etkileri

Sıcaklıkların yükselmesi enfeksiyona sebep olan mikropların gelişmesi için uygun ortamlar oluşturur. 1997 yılında meydana gelen El Nino’nun etkisiyle Peru’nun başkenti Lima’da mevsim normallerin üzerinde sıcaklıklar yaşanmıştır. Bu dönemdeki ishal ve vücudun aşırı su kaybetmesi nedeniyle meydana gelen rahatsızlıklar nedeniyle hastanelere başvuranların sayısında büyük artış gözlemlenmiştir. Günlük verilerden oluşturularak yapılan zaman serileri analizinde, Lima’da her 10 C°’lik sıcaklık artısının hastaneye başvuranların sayısını % 8 oranında arttırdığı ortaya çıkmıştır (Akalın, 2012).

Uzun süre sıcak havaya maruz kalınması, sıcaklıktan kaynaklanan bitkinlik, sıcaklık krampları, kalp krizi ve ölümlerin yaşanmasına sebep olmaktadır. ABD’de ekstrem sıcakların sebep olduğu ölüm olayları, diğer iklim ekstremlerinin sebep olduğu ölüm olaylarının toplamından daha fazla can kaybına yol açmaktadır. ABD’de yılda ortalama 688 kişi sıcaklığa bağlı rahatsızlıklar nedeniyle hayatını kaybetmektedir (Akalın, 2013). ABD’nin Şikago kentinde 1995 yılında meydana gelen ekstrem sıcaklıklar nedeniyle 514 kişi hayatını kaybederken 3300’den fazla kişi acil sağlık merkezlerine başvurmuştur. Kentte 12-20 Temmuz tarihleri arasında sıcaklık değerleri 34-40 C° arasında olurken 15 Temmuzda maksimum değer olan 41 C° değere kadar ulaşmıştır. Şikago kentindeki sıcak hava dalgasına benzer bir olay daha önce de Yunanistan’ın başkenti Atina’da meydana gelmiştir. 1987’de Atina’da sıcak hava dalgası nedeniyle 926 kişi hayatını kaybetmiştir. Yine bu dönemdeki yaklaşık 2000 kişinin ölüm olayı sıcak hava dalgasıyla ilişkilendirilmiştir. Hindistan’da 1998 yılının Temmuz ayından itibaren 10 hafta boyunca sıcak hava dalgası yaşanmıştır. Bu sıcak hava dalgası sebebiyle 2600 kişinin öldüğü tahmin edilmektedir (Şekil 1). Bu dönemde maden ocaklarında sıcaklıklar 49-50 C° ulaşmıştır. Madenlerde çalışan işçilerden 1300 kişi yaşanan sıcaklıklardan dolayı hayatını kaybetmiştir (Akalın, 2013).

Şekil 2. Yüksek sıcaklıklara maruz kalmak

Yüksek sıcaklıklar, değişen yağış  rejimi ve yüksek nem vektörle taşınan ya da su ve yiyeceklerle bulaşan hastalıkların hızla yayılmasına neden olmaktadır. Vektörle taşınan hastalıklar nedeni ile her yıl 1.1 milyon, ishalli hastalıklar nedeni ile de 2.2 milyon insan hayatını kaybetmektedir. Araştırmalar, 2030’a kadar Afrika’da 170 milyon insanın sıtma riski ile, 2080’e kadar da tüm dünyada 2 milyar insanın eklem ağrısı riski ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir (Atay vd., 2012).

  • Şehirleşme ve İnsan Sağlığına Etkileri

Dünyada şehirleşme oranları ve şehir alanlarında yaşayan insan sayısı git gide artmaktadır. Hızlı ve plansız şehirleşme beraberinde sağlıksız çevre koşullarını da getirmektedir. Şehir alanları genellikle düzlük sahalara, sulak alanlara kurulduğundan sel ve taşkın gibi afetlere daha çok maruz kalmaktadır. Olası bir sel felaketi sonrası oluşan senaryoya göre kirlenen şebeke sularının sebep olacağı salgın hastalıklar nüfusun yoğun olduğu şehirlerde çok daha çabuk yayılabilecek, daha yıkıcı etkilere sebep olabilecek ve bu hastalıkların kontrolü şehirlerde oldukça zorlaşacaktır (Akalın, 2013). Plansız ve kaçak yapılaşmalar şehir alanlarındaki yeşil alanların yok olmasına sebep olmaktadır (Şekil 3). İşte bu da şehir alanların ısısını çevresindeki kırsal alanlara göre çok daha fazla yükselten bir durumdur (Gönençgil, 2008) (Şekil 4). Bunun sonucunda şehirde yaşayan insanların maruz kaldığı sıcaklık değerleri kişinin ısı konforunun çok üzerinde olacaktır.

Şekil 3. Plansız ve aşırı çarpık şehirleşmeye bir örnek, İstanbul.

Şekil 4. Şehirleşmenin yoğun olduğu alanlarda sıcaklık değerleri çevresine göre daha fazladır.

5.4. Ulaşım Sistemleri ve İnsan Sağlığına Etkileri

Dünyada ve ülkemizde ulaşım sistemleri giderek gelişmekte ve bulunduğumuz yerden farklı bir yere çok daha hızlı ve kolay bir şekilde gidebilmekteyiz. Fakat bu durum beraberinde birçok bulaşıcı hastalığın da hiç olmadığı kadar hızlı yayılmasına ve kısa surede küresel ölçekte salgınlar oluşturmasına yol açmaktadır. Çok yakın geçmişte şahit olduğumuz domuz gribi salgını, kuş gribi salgını, ebola vb. hastalıklar bu görüşü destekler niteliktedir.

Günümüzde ve yakın gelecekte yaşanması muhtemel ekstrem doğa olaylarının insan sağlığına dolaylı etkileri olacak hastalıklar; Hava kirliliğinin sebep olduğu solunum yolu rahatsızlıklar, polen mevsimlerinin uzaması nedeniyle artan alerjen hastalıklar, vektörler ve kemirici hayvanlardan bulaşan hastalıklar, su/gıda kirlenmesinden kaynaklanan bulaşıcı hastalıklar ve mental hastalıklardır. Yukarıda bahsi geçen tüm olaylar, beraberinde büyük çevre tahribatına ve insanlığın yaşamını sekteye uğratacak ölçüde hastalık, yaralanma ve ekonomik kayıplara da neden olmuştur.

Yukarıdaki örnek ve açıklamalardan anlaşılıyor ki doğa olayları ve insan sağlığı arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Tıbbi coğrafya çalışmaları bu ilişikileri ortaya koymaya çalışır ve bu çalışmalar aracılığıyla da mekansal planlamalar yapar. Böylesi bir alanı bellirli bir kalıba sokmak gereksizdir. Coğrafyanın hem fiziki hem de beşeri geleneğinin kesiştiği noktada bulunur ve her iki alana ait veri ve yöntemi kullanır. Böyle olması nedeniyle de gelecek için çok umut ve önem vadeden bir coğrafya çalışma alanıdır.

 

KAYNAKLAR

Akgün, D., ‘’Batman’da Sel Sonrası Hastalık Sürveyans Çalışmalarının Değerlendirilmesi’’, Dicle Tıp Dergisi, Cilt: 36, Sayı: 1, syf. 1-7, Diyarbakır, 2009.

Akalın, M., ‘’El Nino Doneminde Yasanan Ekstrem Hava Olaylarının Bulasıcı Hastalıklar Üzerindeki Etkileri’’, Ankara Üniversitesi Çevrebilimleri Dergisi, Sayı:2, syf. 55-64, Ankara, 2012.

Akalın, M., ‘’İklim Değişikliğinin İnsan Sağlığına Olası Etkileri: Ankara Ölçeğinde Sağlık Çalışanlarının Bu Konudaki Farkındalık Düzeylerinin Araştırılması’’, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2013.

Atabey, E., ‘’Jeolojik Unsurlar ve Halk Sağlığı’’, T.C. Sağlık Bakanlığı Tıbbi Jeoloji Alt Kurulu, 2009.

Atay, H., Arzu, T. Demir, Ö. Ve Balta, İ., ‘’İklim Değişikliğinin Sağlık Üzerine Etkileri. İklim ve Sağlık Arasındaki İlişkilere Genel Bakış: Hastalıklar, Hassas Gruplar, Adaptasyon ve Öneriler’’, Meteoroloji Genel Müdürlüğü Araştırma Dairesi Başkanlığı Klimatoloji Şube Müdürlüğü, Ankara, 2012.

Gönençgil, B., ‘’Doğal Süreçler Açısından İklim Değişikliği ve İnsan’’, Çantay Yayınevi, İstanbul, 2008.

Ilgaz, M., ‘’Risk Altındaki Topraklar’’, National Geographic Türkiye, İstanbul, Eylül 2013.

Kadıoğlu, M., ‘’Sel, Heyelan ve Çığ için Risk Yönetimi’’; Kadıoğlu, M. ve Özdamar, E., (editörler), “Afet Zararlarını Azaltmanın Temel İlkeleri”; s. 251-276, JICA Türkiye Ofisi Yayınları No: 2, Ankara, 2008.

Korkanç, S. Y. ve Korkanç, M., ‘’Sel ve Taşkınların İnsan Hayatı Üzerindeki Etkileri’’, ZKÜ Bartın Orman Fakültesi Dergisi, Cilt:8, Sayı:9, syf.42-45, Zonguldak, 2006.

Korkut, C., ‘’Tıbbi Coğrafyaya Giriş’’, Tepekule Kitaplığı, İzmir, 1998.

Nazik, L., ‘’Tıbbi Coğrafya; Gelişimi, Araştırma Yöntemleri, Türkiye’deki Durumu’’, Jeomorfoloji Derneği Bülteni, Sayı 1. syf. 30, İstanbul, 2017.

Ölgen, M.K., ‘’Tıbbi Coğrafya: Tanımı, İçeriği ve Coğrafi Teknolojilerle İlişkisi Dr. Eren Akcicek’e Armağan’’, syf.143-165. İzmir, 2010.

Özey, R., ‘’Afetler Coğrafyası’’, Aktif Kitapevi, 2. Baskı, 2011.

Şen. Ö. L.,, Türkeş, M. vd., ‘’İklim Değişikliğinde Son Gelişmeler IPCC Raporu’’, İstanbul Politikalar Merkezi, İstanbul, 2013.

Şen, Ö. L., vd., ‘’Türkiye’de İklim Değişikliği ve Olası Etkileri’’, 2014.

Timor, A. N., ‘’Tıbbi Coğrafya: Kapsamı ve Amacı’’, Coğrafya Bölümü Dergisi, syf. 303-319, İstanbul, 1996.

Turoğlu, H., ‘’8-10 Eylül 2009 Tarihlerindeki Yağışların Silivri-Selimpaşa Sahil Kuşağında Sel ve Taşkınlar’’, II. Ulusal Taşkın Sempozyumu Kitabı, syf. 31-43, Afyon, 2010.

İnternet Kaynakları

AFAD, Türkiye Deprem Tehlikesi Haritası, 2018 https://www.afad.gov.tr/tr/26539/Yeni-Deprem-Tehlike-Haritasi-Yayimlandi (Harita 1)

Grant, B, https://www.instagram.com/p/BYtsg8bAe7v/ , 2017. (Şekil 1.)

http://www.akhisarhaber.com/turkiye-sicak-hava-dalgasinin-etkisinde-kalmaya-devam-ediyor-33551h.htm (Şekil 2 )

https://gazetemanifesto.com/2018/topbastan-itiraf-hicbirine-ben-imza-atmadim-155597/ (Şekil 3)

https://cografyahocasi.com/sozluk/sehir-isi-adasi.html (Şekil 4)

 

[1] İstanbul Üniversitesi Fiziki Coğrafya ABD Yüksek Lisans Öğrencisi
Özel Vatan Okulları Coğrafya Öğretmeni

Peki Nedir Bu Eksen Eğikliği?



PEKİ NEDİR BU EKSEN EĞİKLİĞİ?

Ozan İLTER [1]

Hemen herkesin lise yıllarındaki coğrafya derslerinden anımsadığı bir kavram, eksen eğikliği… Çok kişinin aklında 23°27’ lık bir açı ve mevsimlerin oluşumu kalmıştır. Ancak es geçilen o kadar çok nokta var ki…

Neden var eksen eğikliği, sadece Dünya’da mı var? Jüpiter, Mars, diğer gezegenler..? Hiç mi değişmez ve tabii uzun vadede çevreye, insana etkileri neler?..

Eksen eğikliğinin hikayesini anlamak için Dünya’nın emekleme dönemlerine gitmek gerekir. Ve o dönemlerde Dünya’nın artık olmayan ikiziyle tanışmak gerekir.

Onun adı Theia…

Yunan mitolojisinde tanrıça anlamına geliyor ki gerçekten de öyle. O olmasa eksen eğikliği, mevsimler ve hatta bugünkü biyoçeşitlilik olmayacaktı.

Dönelim konumuza…

Theia’nın, Dünya’nın ilk oluşum aşamalarında Dünya’nın ikizi olduğuna ve daha sonra yaşanan bir çarpışmayla, eksen eğikliğine yol açtığına inanılıyor. Öyle ki Dünya çekirdeğinin olması gerekenden çok büyük oluşunu bu teori destekliyor, çünkü çarpışma sırasında iki gezegenin manto ve çekirdeklerinin birleştiği düşünülüyor.

Ay ve eksen eğikliğini oluşturduğu düşünülen çarpışma (Giant-İmpact Hypothesis)

Benzer çarpışmalar diğer gezegenlerin de başına gelmiş olmalı, çünkü farklı açılarda olmakla birlikte onların da eksen eğiklikleri var (Merkür hariç diyebiliriz). Uranüs gibi yan duranlar ve Venüs gibi ters dönenlerse sözün bittiği nokta!

Gezegenler, eğiklik düzeyleri, eksen hareketi süreleri ve dönüş yönleri.

Ay’ın varlığı da bu çarpışmaya dayandırılıyor, çünkü çarpışmanın enkazının yol arkadaşımız Ay’ı oluşturduğu düşünülüyor. Ay çekirdeğinin büyüklüğü ve Ay’ın jeolojik özellikleri de bu düşünceyi destekliyor.

Peki Ay ve eksen eğikliği arasında bir bağ var mı? Olmaz mı… Çarpışmanın ürünü olan Ay, çekimiyle eksen eğikliğini belirli bir dengede tutuyor. Her ne kadar Lise Coğrafya kitaplarında iddia edildiği gibi eksen eğikliği sürekli 23° 27’ olarak kalmayıp 21 derece ile 24 derece arasında uzun dönemli salınımlar yapsa da, Ay’ın çekimi sayesinde bu salınımlar belirli ölçülerle sınırlı kalıyor.

Peki ya Ay olmazsa? Öyle bir olasılık var mı?

Maalesef olasılık değil, gerçeğin ta kendisi. Ay’ın Dünya’da oluşturduğu gel-gitler, Dünya’ya fren etkisi yaptırıyor ve Dünya’nın kendi ekseninde dönme hızını yavaşlatıyor. Yanlış duymadınız Dünya yavaşlıyor! Yaklaşık her 50 bin yılsa 1 saniye…

Yani dinozorlar döneminde bir günün süresi daha kısaydı, onların öncesinde daha da kısa…

Dünya’nın kendi ekseninde dönüş hızının yavaşlaması demek, çekim etkisinin azalması demek. Bu da Ay bizi terk ediyor demek! Yılda yaklaşık 3 cm…

Bu durum uzun vadede eksen eğikliği dengesini bozabilir, ancak henüz erken…

Yazımızın başında eksen eğikliğini mevsimlerin oluşumundan tanıyoruz demişken, sahi biz yaza ne zaman giriyorduk? 21 Haziran değil mi? Hep öyle mi kalacak?

Uzun vadede hayır. Çünkü Dünya’nın çok bilinmeyen “Presesyon” isimli bir hareketi var. Kutup noktasının uzun bir süreçte kendi ekseninde 360 derece dönmesi. Tıpkı bir topaç gibi…

Bu hareket yaklaşık 26 bin yılda tamamlanıyor. Yani 13 bin yıl sonra eksen eğikliği bugünkünün tersi yönünde! Yani 21 Haziran Kuzey Yarım Küre’de kış başlangıcı! Bildiğiniz mevsimleri tersine çevirin, sanki günümüzün Güney Yarım Küresinde yaşıyormuş gibi!

Bildiğiniz Kutup Yıldızı’nı da unutun (Polaris) ve yenisiyle (Vega) tanışın…

Görünüşe göre, Dünya’da henüz yeni bir canlı olan insan eğer varlığını uzunca bir süre devam ettirebilirse, gezegenimizin ne kadar da değişken koşullara sahip olduğuna tanıklık edecek…

 

 

KAYNAKLAR

Erinç,S.,1996, “Klimatoloji ve Metodları”, 11

BBC Power Of The Planet “Rare Earth”

National Geographic Naked Science “Moon Mysteries”

https://bookofresearch.files.wordpress.com/2015/02/article-2650130-1e886af500000578-562_634x255.jpg

https://www.youtube.com/watch?v=UM7lDMGnQks

http://dergipark.gov.tr/download/article-file/56738

[1] Özel Karşıyaka Örnekköy Uğur Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni
Coğrafya Eğitimi Derneği Yönetim Kurulu Üyesi

Zeytin Sineğinin Zararlarının Azaltılması Mümkün Mü?



ZEYTİN SİNEĞİNİN ZARARLARININ AZALTILMASI MÜMKÜN MÜ?

Kemal AKALIN [1]

 Son günlerde sosyal medyada tartışılan çok önemli bir konu var. Çok önemli diyoruz, çünkü gerek yaşadığım bölge olan Marmara Bölgesi için gerekse ülkemiz için çok önemli bir alanda gerçekleşmekte bu tartışma.

Tartışmanın ana konusu tarımsal faaliyetlerin en önemlilerinden olan zeytincilik. Yani zeytincilikle uğraşan çiftçilerin büyük bir sorunu olan zeytin sineği ile mücadele.

Kadim zamanlardan beri zeytin tarımı yapan üreticilerin yaptığı bir uygulama, zeytin sineği ile mücadelede önemli bir yöntem olarak kullanılırken son yıllarda zeytin sineğinin tekrar üreticileri zor duruma düşürmesi, üretimi ve kazançlarını azaltması, bu uygulanan yöntemin doğru olup olmadığını tekrar gündeme getirdi.

Nedir bu yöntem? Bu yöntem zeytin sineğiyle mücadelede incir ağacı kullanılmasıdır.

Zeytin sineği, zeytin yetiştiricilerinin baş düşmanı. Meyvenin olgunlaşma döneminde ağaçları adeta istila ederek büyük zarar veren sinekten korunmanın yolu basit: Her bahçeye birkaç adet incir ağacı dikmek. İşte kadim dönemlerden beri zeytin üreticilerinin zeytin sineği ile mücadele yöntemi bu: incir ağacı.

Bu yöntemin doğru, uygulanabilir ve geçerli bir yöntem olup olmadığını araştırmak üzere bir çalışma ortaya koyduk. Bu çalışma ile bölge üreticilerine bazı sorular sorarak bu yöntemin geçerli ve uygulanan bir yöntem olup olmadığını araştırdık.

Türkiye’de geniş alanlarda zeytin tarımı yapılmaktadır. Zeytin ağacı ülkemiz iklimine uyum sağlamış ve çok eski dönemlerden bu yana tarımı yapılan bir kültür bitkisidir. Son yıllarda zeytin üretim alanlarında bir sorun tekrar baş göstermiştir. Bu sorun da zeytin sineğidir. Peki kimyasal bir yöntem olan ilaçlara başvurmadan bu sorunu nasıl çözebiliriz? Kimyasal uygulamalar yani ilaçlama belki geçici olarak sorunu örtmemize yarayacaktır ama uzun vadede ve sürdürülebilir bir mücadele için ne yapılması gerekiyor?

KNG Çok Programlı Anadolu Lisesi öğrencilerinin bir projesi bu konuda önemli bulgulara ulaşıyor. Zeytin ağacı ile incir ağacı, olgunlaşma dönemleri farklı olsa da aynı dönemde meyve vermeye başlar. Bu dönem zeytin sineğinin üremeye başladığı zamandır. Zeytin sineğinin, zeytin meyvesine zarar vereceği dönemlerde, iyice olgunlaşan incir ağaçlarının meyveleri bal döker. İncirin balı, zeytin sineğine cazip gelir ve zeytin yerine incir meyvesini tercih eder. Zeytinliklerdeki incir ağaçları, tıpkı bir paratoner gibi zeytin sineklerini üzerine çeker. İncir balını yiyen zeytin sinekleri bir süre sonra zehirlenerek ölür. Mübadele öncesinde Anadolu’nun Ege kıyılarında yaşayan Yunanlıların her zeytin tarlasına 3-4 adet incir ağacı dikmiş olmasının sebebi budur. Oysa bizim yeni nesil zeytin üreticilerimizin birçoğu bu gerçeği bilmediklerinden zeytin bahçelerindeki incir ağaçlarını sinek topluyor diye kesmişlerdir.*

Öğrenciler bulgularına saha araştırması yöntemi ile ulaşmışlar.

Öncelikle Tekirdağ ilimizde zeytin üretimi yapılan alanlar tespit edilmiş ve ağırlıklı olarak Şarköy ilçesi ve çevresi, Mürefte, Hoşköy, Gaziköy ve Uçmakdere sahil bandı olduğu görülmüştür. Tekirdağ’da zeytinlik alan 35.681 dekar sofralık ve 4.200 dekar yağlık olmak üzere toplam 45.566 dekardır. Zeytin üretimi ise 9.885 ton sofralık ve 1.298 ton yağlık olmak üzere toplam11.183 tondur. İlimizde toplam 1.000.000 zeytin ağacı vardır.( 2 )

Çalışmada bahsedilen sahalardaki zeytin üreticileri ile aşağıdaki sorular sorularak yanıtlar alınmış.

 

 

 

 

(Görsel 1)

 

 

 


(Görsel 2)

Buna göre,

Üreticilerin %99’unun zeytinliklerinde zeytin sineğine rastladıkları belirlenmiş.

Zeytin sineği ile mücadelede %93 oranında kimyasal yöntemle mücadele ettikleri belirtilmiş.

Üreticilerin %67’si kullandıkları yöntemin zeytinlere zarar vermediğini belirtmiş, yine %75’i kullandıkları yöntemin verimli olduğunu söylemiş. Burada bir parantez açmak gerekirse, üreticilerin çok önemli bir kısmı, verimsiz olduğunu bildiği halde kullandıkları mücadele yöntemini kullanmaya devam etmektedirler ki bu da bölgede çok ciddi bir bilgilendirme çalışması yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Yukarıdaki yargımı destekleyen bir diğer sonuç da üreticilere sorulan “Kullandığınız yöntemin maliyeti nedir?” sorusuna %75 oranında “çok” cevabıdır. Üreticilerin sadece %7’si mücadele maliyetini “az” olarak nitelendirmektedir.

Çalışmanın yapıldığı 2019 nisan ayı itibarıyla üreticilerin %75’i daha önceki yıllarda zeytin üretim miktarının daha fazla olduğunu belirtmiştir. Ancak araştırma konusu olan zeytin sineğinin bu yıl daha fazla olduğunu belirten üretici sayısı ise % 72’dir. Yine bir parantez açarak bu yıl zeytin sineğinin fazla olmasının nedenlerini sorguladığımızda birinci nedenin bu yıl kışın sineğin ölmesini sağlayacak kadar soğuk geçmemesi olduğu belirtilmiştir.

Üreticilerin %56’sı zeytin sahalarında incir ağacı olduğunu belirtmişlerdir. Daha önceki yıllarda zeytin sahanızda incir ağacı sorusuna cevap verenlerin oranı ise sadece %10’da kalmış olması üreticilerin yakın dönemlerde de zeytin sahalarına incir ağacı diktiğini göstermektedir. Ancak araştırmamızın can alıcı noktasını oluşturan “Bu yöntemin verimliliği nedir?” sorusuna “verimli “ diyenlerin oranı sadece % 22’de kalmıştır. Bu da üreticilerimizin, zannedilenin aksine bu yöntemi kullanmadığını ortaya koymaktadır. Zaten üreticilerimizin yarısından fazlası bu yöntemi uygulayan ve yöntemin işe yaradığına tanık olan başka bir üretici de tanımıyor.

Peki üreticilerimiz bu mücadele için ne kullanıyor. Bu soruyu da sorduk ve pek çoğunun kimyasal ilaçlama yaptığı, DAP Gübresi denen ilaçlama yöntemini ve organik gübre kullandığı, bordo bulamacı ve kireçleme yaptığı sonucuna ulaştık.

 

 

 


(Görsel 3)

Üreticilerimize incir ağacı yöntemini neden kullanmadıklarını da sorduk. Verilen cevaplar, gereksiz ve hatta zararlı olduğu, bu yöntemin faydalı olduğuna katılmadığı ve bu yöntemin etkisiz olduğu, buna bağlı olarak da zeytin sahalarında “sineği arttırdığı” gerekçesiyle incir ağaçlarını söktükleri şeklinde olmuştur.

Bir diğer cevap da zeytin sineğinin incir ağacının tatlı maddelerinden beslenmesi ile zannedilenin aksine daha iyi beslendiği ve böylece daha da güçlendiği şeklindedir.

Üreticilerimiz zeytin sineğinin son yıllarda fazla olmasının nedenlerini şu şekilde ortaya koymuşlardır:

-Başta kışların yeteri kadar soğuk geçmediği yıllarda sinek larvalarının çoğalması önemli bir etken olarak belirtilmiştir.

-Yine belirtilen önemli nedenlerden birinin kullanılan ilaçlardaki etken maddelerin arıcılık yapanların isteğine bağlı olarak yetkili birimler tarafından azaltılması ve bir anlamda etkilerinin azalmış olmasıdır. Buna bağlı olarak daha fazla ilaç atılmasıyla bile sorun çözülememektedir.

-Yine sorunun kaynağı olarak belirtilen bir diğer etken de bölgedeki zeytin sahalarının bölge dışından yazlıklara tatil için gelen kişilerce alınması ve bu zeytinliklerin bakımının yeteri kadar ve zamanında yapılmıyor oluşudur. Bakımı zamanında yapılmayan zeytinlikler adeta bir sinek üretim merkezi haline gelmekte ve çevrelerine de zarar vermektedirler. Bu durumla mücadele etmenin en önemli yolunun her ne şekilde mücadele edilecekse yapılacak işlemin zamanında ve kurallara uygun şekilde yapılmasının gerekli olduğu belirtilmiştir.

Çalışma sonunda çıkan sonuçlardan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki bölgedeki zeytin üreticileri zararlarını bilmelerine rağmen, pahalı olmasının yanında çok da etkili bir yöntem olmamasına rağmen kimyasal ilaçtan vazgeçmiyorlar. Eskiden uygulandığı bilinen “İncir Ağacı” yöntemini kullanmıyorlar ve herhangi bir yararı olduğunu düşünmüyorlar.

*http://www.ulusaltarim.com/7520/Zeytin-sinegiyle-mucadelede-incir-agaci

[1] Kadriye Nazif Gölge Çok Programlı Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni
Coğrafya Eğitimi Derneği Üyesi

Coğrafya Eğitiminde Oryantiring Etkinliklerinin Kullanımı



COĞRAFYA EĞİTİMİNDE ORYANTİRİNG ETKİNLİKLERİNİN KULLANIMI

Gürhan CANDAN [1] 

Coğrafya Eğitimi ve Öğretiminde Saha Çalışmalarının Önemi 

Saha çalışması açık alanda disiplinler arası bir yaklaşımla gerçekleştirilen veri toplama ve bilgi derleme işlemidir. Birçok sektörde saha çalışması yapılmaktadır. Ancak burada sözü geçen saha çalışmasından kasıt, uygulamaya dönük eğitici ve öğretici faaliyetler bütünü şeklinde düşünülebilir.

“Coğrafya, konusu yani inceleme alanı gereği sınıf dışındaki gerçek hayata, gözleme ve uygulamaya dönük bir bilimdir. Coğrafyanın konusunu oluşturan beşeri veya fiziki pek çok konunun araştırılması veya istenilen düzeyde öğrenilmesi için hayatın içerisinde yapılacak çeşitli çalışma ve uygulamalara yani saha çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır (Panelli ve Welsh,2005; Hupy,2011).”, “Saha çalışması coğrafyanın en önemli öğretim metotlarından biridir ve bir anlamda kalbidir (Gold,vd.,1991;Fuller,vd.,2006).”, “Kısacası, coğrafya bilimini ve eğitimini saha çalışmasından ayrı düşünmek mümkün değildir (Tuna, 2013).”, “Zira saha çalışması coğrafya ilminin ve coğrafyacının laboratuvarıdır ve coğrafyacıların temel karakteristik bir özelliğidir(Doğanay, 2002).”, “Bu nedenle, saha çalışmaları coğrafya eğitiminde teorik olarak işlenen konuların pekiştirilmesini sağlamaktadır. (Gök ve Girgin, 2001).”, “…… ve bu yönüyle sınıftaki öğrenme ile dışarıdaki pekiştirme arasında bir köprü görevi görmektedir (Mullens, vs.,2012).”

Yukarıdaki uzman görüşlerine ve coğrafyacıların aldıkları eğitimlerden elde ettikleri olumlu kazanımlara dayanarak, saha çalışmalarının gerekliliğinin tartışılmaz olduğu görülmektedir. Oryantiring etkinliklerinin coğrafya becerilerini geliştirmeye yönelik ve uygulamaya dönük bir ders etkinliği olması, bu etkinliğin bir saha çalışması olarak tanımlanmasını sağlayabilir.

İngilizce orienteering, İsveççe orientering şeklinde yazılan oryantiring, Türk Dil Kurumu Sözlüğüne “yönbul” olarak girmiştir. Son zamanlarda ülkemizde hızla tanınan ve yaygınlaşan bu etkinliğin geçmişi aslında 1800 lü yılların sonuna kadar dayanır. Uluslararası Oryantiring Federasyonu’nun kuruluş yılı ise 1961’dir. İlk olarak İskandinav ülkelerinde askeri eğitim amacıyla uygulanan bu etkinlikte amaç, zamana karşı yarışarak yer, yön ve hedef bulmaktır. Dolayısıyla bu etkinliğin doğasında pusula ve harita kullanımı vardır. Bir yandan doğasına işlemiş olan bu pusula kullanma ve harita okuma becerisinin gerekliliği, diğer yandan yer – yön bulma zorunluluğu onu coğrafyayla ilişkili hale getirmiştir. Zamana karşı yarışılıyor olması hızlı karar alma mecburiyeti doğurmakta, harita okuma becerisine ve strateji geliştirme yeteneğine sahip olanları bir adım öne geçirmektedir.

Farklı çeşitleri (koşu, kayak, dağ bisikleti ve engelli oryantiringi) olan bu etkinliğin farklı uzunlukta etapları vardır. Ülkemizde ilk olarak 1970 lerde başlayan oryantiring etkinlikleri eğitici ve eğlenceli yönleri nedeniyle 90lı yılların sonunda ordu dışında da uygulama alanları bulmuştur.

 

 

 

 

 


Fotoğraf 1 ve 2. Farklı oryantiring türleri

Oryantiring müsabakasına katılacak yarışmacılar sınırları belirlenmiş bir alanda toplanır ve start sırasının kendilerine gelmesini bu alanda bekler. Sıra kendilerine geldiklerinde önceden üzerine hedeflerin işaretlendiği haritalar verilir. Bu haritalar büyük ölçekli olup konu içeriği açısından da son derece detaylıdır. Bu haritaların lejandlarında küçük bir çalı topluluğundan arazide tek başına duran ağaca kadar, amaca yönelik çok sayıda işaret bulunmaktadır. Start işaretiyle birlikte yarış başlar ve bir yandan harita incelenerek diğer yandan koşarak adrenalin eşliğinde karar verme süreci başlar.

Harita 1. Oryantiring haritası örneği

 

 Oryantiring, özellikle gelişmiş Avrupa ülkelerinde eğitim alanında yaygın ve prestijli bir ders etkinliğidir. Öyle ki bazı ülkelerde seçmeli ders olarak okutulmakta ve oryantiring müsabakalarında elde edilen puanlar ders notlarına katkı sağlamaktadır.

 

 

 

 

Fotoğraf 4. Kuzey Avrupa’dan lise öğrencilerinin oryantiring yarışmasından bir görüntü                                                                        

Almanya’da bazı okullarda, ilkokul düzeyindeki çocuklarla gerçekleştirilen uygulama ise oldukça çarpıcıdır. Çocuklara köy- kasaba içinde oryantiring etkinliği gerçekleştirilmekte, her hedefte yeni görevler verilerek çocukların yaşadıkları yeri öğrenmeleri sağlanmaktadır. Bununla beraber çeşitli beceriler kazandırılmaktadır. Örneğin; okuldan başlatılan etkinlik sonrasında birinci hedef olarak belediye binasının bir noktası belirlenmekte böylece belediye kavramı ve onun konumu öğretilmektedir. Çocuklar belediyeye vardıklarında görevlerini yazılı olarak almaktadır: ikinci hedef 542197 numaralı telefonu ankesörlü kulübeden aramak ve üçüncü hedefi öğrenmektir. Burada amaç, küçük yaştaki bir öğrenciye ankesörlü telefondan telefon edebilme becerisini kazandırmaktır. Telefondaki kişi öğrencilere üçüncü hedefi yazdırmaktadır; üçüncü hedef bir adrestir ve “adres nasıl bulunur?” öğretilmeye çalışılmaktadır. Çocuklar verilen adresin posta kutusundaki kağıttan dördüncü hedefin ne olduğunu öğrenmektedirler. Etkinlik sona erene kadar buna benzer görevler verilmektedir.

Görüldüğü üzere ilkokuldan üniversiteye kadar eğitimin her kademesinde oryantiring uygulamaları kullanılabilmektedir. “Oryantiring ilkokuldan üniversiteye kadar eğitimin neredeyse tüm basamaklarında uygulanabilecek bir spordur (Tanrıkulu,M.,2011).” Hatta örnekler bununla da sınırlı değildir. Çünkü oryantiring uygulamaları kırsal araziden tutun bir yerleşim yerinin (köy, kasaba, şehir vs…) içi, bir kampüs, hatta bir binanın içine kadar birçok yerde gerçekleştirilebilir.

           

Fotoğraf 5. Bina içinde gerçekleştirilen oryantiring uygulamasında yön bulmaya çalışan öğrenciler

Fotoğraf 6. Öğrenciler bina kat planı üzerine işaretlenen hedeflerin yönünü tayin etmeye çalışırken.

 

 

 

 

 

 

Fotoğraf 7 ve 8. Ege Üniversitesi kampüsünde gerçekleştirilen bir oryantiring dostluk müsabakası

 

Oryantiring Etkinliğinin Eğitim ve Öğretim İle İlişkisi

Oryantiring etkinliğinin eğitim yöntemleri ile ilişkilendirilmesi adına söylenebilecek çokça söz vardır. Ancak ilk akla gelenlerden biri “aktif öğrenmedir”.

Aktif öğrenme;

  • öğrenene öğrenme sürecinin çeşitli yönleriyle ilgili karar alma fırsatlarının verildiği,
  • öğrencinin öğrenme sırasında zihinsel yeteneklerini kullanmaya zorlandığı bir öğrenme sürecidir.

Aktif öğrenme çağdaş öğretim yöntemlerinin çekirdeğini oluşturur. Öğrencilere konuşma, dinleme, okuma, yazma ve düşünme imkanları sağlar. Ders içeriği, uygulama gerektiren etkinliklerle öğrenilir.

Ayrıca, en iyi öğrenilen şeyler, bireylerin kendi kendilerine yaparak öğrendikleri şeylerdir. ( Armutlu ve Akçay, 2012). Okuduklarının %10unu, duyduklarının %20 sini, gördüklerinin %30 unu öğrenen bireyler, yaparak ve yaşayarak katıldıklarının ise %90 ını öğrenmektedirler (Pastore,2003).

Oyantiring etkinlikleri öğrencilere yaparak yaşayarak öğrenme fırsatı verir, coğrafya dersinin ilgili kazanımlarını kolay ve eğlenceli bir şekilde kavramalarının önünü açar, öğrenilenlerin kalıcılığı artar.

Aktif öğrenmenin çok sayıda amacı vardır. Bu amaçlardan; bilimsel düşünmeyi öğretmek, bilgi kaynağına ulaşmayı öğretmek, problem çözme becerileri kazandırmak, iletişim becerileri kazandırmak, akıl, bilgi ve teknoloji üretebilmeyi sağlamak, yönetici ve girişimci insan olmayı öğretmek, sosyal becerileri geliştirmek, oryantiring etkinliğinin öğrencilere kattığı olumlu özellikler ile örtüşmektedir.

Aktif öğrenmenin koşulları ise; öğrencinin öğrenme ile ilgili kararlar alması, öğrenenin zihinsel yeteneklerini kullanması ve sosyal etkileşimin olmasından geçer. Bu da demek oluyor ki, öğrenci oryantiring etkinliklerine dahil olduğunda, kararlar alarak, zihinsel yeteneklerini kullanarak ve sosyal olarak çevresiyle etkileşime girerek bir anlamda aktif öğrenmenin koşullarını yerine getirmiş olmaktadır. Aktif öğrenmede uygulanan çok sayıda yöntem olduğu da unutulmamalıdır.

İşbirlikli öğrenme, keşfederek öğrenme, kavram haritası, problem çözme, örnek olay inceleme, araştırma yoluyla öğrenme, soru cevap, eğitimsel oyunlar, tartışma, bunlardan bazılarıdır ve bunların sayıları her gün artmaktadır.

Oryantiring etkinliği ile öğrenme arsındaki ilişki incelendiğinde akla gelen kavramlardan bir diğeri de “oyun temelli eğitimdir”.

Oyun temelli eğitimin; öğrenmeyi kolaylaştırma, birden fazla duyuyu öğrenme sürecine katma, çekingen ve güvensiz öğrencilerin oyun grubu içinde kendilerini daha rahat hissetmelerini sağlama, yaratıcı tutum ve davranış geliştirme, derse güdülenme, başkaları ile iş yapabilme özelliklerini geliştirme gibi birçok avantajı bulunmaktadır. Oryantiring, bir spor olduğu kadar bir oyundur da. Bu “oyun” da öğrenciler iyi ve eğlenceli zaman geçirerek aynı zamanda coğrafya becerilerini de geliştirme fırsatı bulmaktadır.

Coğrafya Eğitimi ve Öğretiminde Oryantiring

 Yer ve yön bulabilme becerisi ile mesafe ve mekan algısı insanların günlük hayatta kullandıkları ve ihtiyaç duydukları kavramların başında gelmektedir. Bu ihtiyaçların giderilmesinde haritalar önemlidir ve bunların giderilmesi iyi bir harita okuryazarlığı ile olanaklıdır. “Clarke ve Weeden’e göre (Aktaran: Koç ve Karatekin, 2015) harita okuryazarlığı, haritaları günlük yaşamda kullanma ve haritaları anlama yeteneğidir. Harita okuryazarlığı bilgi, anlama, uygulama, analiz, sentez ve değerlendirme basamaklarından oluşmaktadır”. “Coğrafya dersinde yüzlerce, binlerce kelime ile ifade edilebilecek bilgiyi haritalar yardımı ile kolay ve anlaşılır biçimde açıklamak mümkündür (Koç ve Karatekin,2015).

Bu nedenle eğitim programlarında harita okuryazarlığı becerilerinin gelişimine katkı sağlayacak etkinliklerin artırılması önemlidir.u noktada oryantiring sporu önemli bir işlev üstlenebilir, aktif öğrenmenin önemli bir enstrümanı olabilir. Uygulamaya dönük bir eğitim öğretim faaliyeti olması yönüyle oryantiring, coğrafyada bir saha çalışması olarak kabul edilebilir. “Oryantiring sporu haritaları okuyabilmeyi, coğrafi bilgileri sorgulamayı, yorumlamayı ve değerlendirme becerilerini kazandırmayı kolaylaştırabilir ve buna katkı sağlayabilir (Tuna,F., ve İncekara,S.,2010)”.

Uygulanmasının kolay olması, uygulayıcının inisiyatifine bağlı olarak zorluk derecesinin belirlenebilmesi, oryantiring etkinliğinin geniş yelpazede bir yaş grubuna hitap edebilmesine olanak tanımaktadır. Ancak bunun için donanımlı coğrafya öğretmenlerine ihtiyaç olduğu açıktır. Bu donanımlardan bazıları; pusula ve gps kullanma bilgi ve becerisine sahip olmaktır. “Harita ve pusula kavramları ilk ve orta öğretim müfredatında coğrafyanın kapsamındadır. Bu yüzden bu kavramları bireylere coğrafya öğretmenleri iyi verebilir. Üniversitelerde de yine bu kavramlar coğrafya bölümleri tarafından daha iyi verilebilir (Tanrıkulu,M.,2011)”. Üniversitelerin coğrafya eğitimi veren bölümlerinin oryantiring sporuna daha fazla önem vermeleri, kartoğrafya derslerinde oryantiring, pusula ve gps kullanımı gibi uygulamalara yer vermeleri iyi bir uygulama olabilir.

Günümüzde Türkiye’deki mevcut coğrafya eğitimi ve öğretiminde öğrencilerin ve öğretmenlerin sınıf dışı etkinliklerle dersi pekiştirmeye ihtiyaç duydukları bir gerçektir. Oryantiring uygulamaları bu pekiştirme araçlarından biridir. Bu etkinlik, coğrafya kazanımlarının* pekiştirilmesine katkı sağlayabileceği gibi coğrafya dersine olan ilgi ve motivasyonu artırabilir. Diğer yandan coğrafya dersi için kullanılabilecek farklı saha çalışmaları için bir örnek çalışma oluşturabilir. Bu nedenle oryantiring etkinlik detaylarının coğrafya akademisyenleri ve coğrafya öğretmenleri tarafından öğrenilmesi ve öğretilmesi, yaygın bir ders etkinliği olarak kullanılması yararlı olabilir.

*İlgili coğrafya kazanımları:

9.1.5.Koordinat sistemini kullanarak zaman ve yere ait özellikler hakkında çıkarımlarda bulunur.

9.1.6.Haritayı oluşturan unsurlardan yararlanarak harita kullanır.

         b)Farklı harita türlerine ve farklı kullanım amaçlarına yer verilir.

         c)Ölçek ile uzunluk ve alan ilişkilerinde basit örneklere yer verilir.

9.1.7.Bilgileri haritalara aktarmada kullanılan yöntem ve teknikleri açıklar.

         c)Mekansal verilerin haritaya aktarımında nokta, çizgi ve alan gösterimlerinden yararlanılması sağlanır.

9.1.8.Haritalarda yer şekillerinin gösteriminde kullanılan yöntem ve teknikleri açıklar.

         a)Eş yükselti eğrilerinin özelliklerine yer verilir.

         b)Eş yükselti eğrileri ile çizilmiş haritalar üzerinde yer şekillerinin ayırt edilmesine yer verilir.

 

KAYNAKLAR

Armutlu,H.,Akçay,M.(2012). Uzaktan Eğitimde Kaynak Yönetimi, Akademik Bilişim Konferansı, 1-3 Şubat 2012, Uşak.

Doğanay,Y.,Girgin,M.(2011). Ortaöğretim Coğrafya Programında Deney ve Gezi-Gözlemin Önemi, Doğu Coğrafya Dergisi, 7(6), 61-73.

Fuller,I.(2006). International Perspectives on The Effectiveness of Geography Fieldwork for Learning. Journal of Geography in Higher Education, 30(1), 89-101.

Gold,J.R.,Jenkins,A.,Lee,R.,Monk,J.,Riley,J.,Shepherd,I.D.,Unwin,D.J.(1991). Theaching Geography in Higher Education, Oxford: Blackwell.

Gök,Y.,Girgin,M.(2011). Ortaöğretim Coğrafya Programında Deney ve Gezi-Gözlemin Önemi, Doğu Coğrafya Dergisi, 7(6), 61-73.

Hupy,J.P.(2011). Theaching Geographic Concepts Trough Fieldwork and Completition, Journal of Geography, 110(3), 131-135.

Mullens,J.B.,Bristow,R.S.,Cuper,P.(2012). Examining Trends in International Study: A Survey of Faculty-Led Field Courses Within American Departments of Geography, Journal of Geography In Higher Education, 36(2), 223-237.

Panelli,R.,Welsh,R.V.(2005). Teaching Research Trough Field Studies: A Cumulative Opportunity for Teaching Methodology to Human Geography Undergraduates, Journal of Geography in Higher Education 29(2), 255-277.

Pastore,R.S.(2003). Dale’s Cone of Experience, Priciples of Teaching.

http://theacherworld.com/potdale.html

Tanrıkulu,M.(2011). Harita Ve Pusulanın Farklı Bir Kullanım Alanı: Oryantiring, Milli Eğitim, 191, 120-126.

Tuna,F.,İncekara,S.(2010). Coğrafya Eğitiminde Beceriler. Coğrafya Eğitiminde Kavram Ve Değişimler: Pegem Akademi, Ankara.

Tuna,F.(2013). Coğrafya Eğitiminde Saha Çalışmaları, Özey, R., Tuna, F., Bilgen, N.,(Ed.), 21. Yüzyılda Değişen Yaklaşımlar Ve Yükseköğretimde Coğrafya Eğitimi, Ankara: Pegem Akademi, 219-238.

Koç,H. Ve Karatekin,K.(2015). Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Harita Okuryazarlık Düzeylerinin Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 16, (USBES Özel Sayı 2), 1522-1542

[1] Uğur Okulları Coğrafya Ege-Akdeniz Bölge Sorumlusu
Coğrafya Eğitimi Derneği Yönetim Kurulu Üyesi

Nüfus Piramitleri, ÖSYM, Coğrafya Öğretmenleri



NÜFUS PİRAMİTLERİ, ÖSYM, COĞRAFYA ÖĞRETMENLERİ

Barış BAYRAKTAR [1]

Ülkemizde eğitim öğretim faaliyetleri maalesef ÖSYM ve onun yaptığı sınavlara göre değerlendirilir oldu. Başarı ya da başarısızlığımızın temel ölçü aracı bu sınavlar olageldi uzun süredir. Biz coğrafya öğretmenleri de bu rüzgârdan fazlasıyla etkilenmekteyiz. Bazı konular (topoğrafya haritaları, nüfus piramitleri vs.) ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda sıkça soru çıkan alanlarımız. Hele hele Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi’nde çıkan bazı sorular biz coğrafya öğretmenlerinin kafasında yıkılması gereken bazı klişeleri yıkmak için önemli bir fırsat olarak karşımızda duruyor olsa da maalesef camiamız içinde bu klişelerde ısrar eden önemli bir kitle de yok değil. Bu bağlamda gerek sosyal medya platformlarında gerekse biz öğretmenlerin kendi aramızda oluşturduğumuz Whatsapp gruplarında, deyim yerindeyse temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen, ÖSYM’nin 2017 YGS’de sorduğu nüfus piramidi sorusu ve üzerine gelişen tartışmalar bu yazının yazılma nedenidir.

Sözünü ettiğim, yukarıdaki soru. Coğrafya öğretmenleri arasında, soruda sorulan ve ölçülmek istenen beceriden bağımsız bir şekilde, “Bir ülkenin nüfus piramidi nasıl olurda 1950’de kenarları içe çökük üçgen iken 2000 yılında düzgün üçgen piramide dönüşür? Bu yıllardır anlattığımız şeylerle tamamen ters bir durum oluşturuyor” diyen ve epeyce destekçi toplayan bir grubu ortaya çıkardı. Aralarında benimde olduğum daha azınlıkta kalmış bir diğer grup ise “Olması gereken budur. Yıllardır MEB ders kitapları ve sınavlara hazırlık için basılan yardımcı kaynaklar öğrencileri yanlış yönlendiriyorlar” diyerek tartışmanın karşı blokunu oluşturdular. Bu girizgâhtan sonra gelelim asıl meseleye…

Değerli meslektaşlarım öncelikle hiçbir grafik, tablo, diyagram vd. şeylere bakarak ülkelerin gelişmişlik seviyeleri hakkında iddialı sözler edilemeyeceğini söyleyerek başlayayım konuya. Elbette genel geçer bazı çıkarımlarda bulunabiliriz ancak kesin olarak konuşmak çoğu zaman konuşanı yanıltır. Bu yüzden temkinli sözler etmekte yarar var. Öncelikle bir nüfus piramidinden doğrudan ulaşabilecek bilgiler nelerdir bunlara odaklanalım:

  • Nüfusun yaş gruplarına dağılım miktar ve oranları,
  • Nüfusun cinsiyetlere dağılım miktar ve oranları,
  • Çalışma çağındaki nüfusun miktar ve oranları,
  • Bağımlı nüfusun miktar ve oranları,
  • Çocuk ve yaşlı bağımlı nüfusun ayrı ayrı miktar ve oranları,
  • Toplam nüfus miktarı gibi veriler ilk elden bu grafiklerden ulaşılabilecek bilgilerdir.

Oysa biz coğrafyacılar bir nüfus piramidine baktığımızda yalnız yukarıda sıraladığım istatistiksel verileri görmeyiz. Bu durumu AÜ DTCF Coğrafya Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ertuğrul Murat ÖZGÜR ders notlarında şu şekilde belirtiyor: Nüfus piramitleri ait olduğu yerin bir anlamda sosyoekonomik ve tarihsel fotoğrafıdır ve bu fotoğraf her yerde farklı ve kendine özgü bir görünüm sunabilir.[2] Nedir bu sosyoekonomik göstergeler? Derslerimizde sıkça kullandığımız gelişmişlik ve geri kalmışlık göstergeleri diyebiliriz genel anlamda ancak bir kez daha hatırlatayım, bu tür ifadeleri kullanırken temkinli olmakta yarar var. Bunu ısrarla söylememin nedeni şudur: Gelişmişlik! Kime göre? Neye göre gelişmişlik? Biz gelişmişlik deyince batı merkezli bir gelişmişlik algısından hareket ediyoruz. Sanayileşme sürecini tamamlamış toplumları gelişmiş diğerlerini geri kalmış ya da gelişmekte olanlar diye tarif ediyoruz. Bu tamamen batı merkezli bir anlayıştır. Brezilya’da, Amazon ormanlarında 5 binin üzerinde dünyanın geri kalanından habersiz, avcı, toplayıcı ya da çapa tarımı yapan topluluklar var. Bu kabilelere göre gelişmişlik algısıyla bize göre gelişmişlik algısı aynı mıdır? Cep telefonu, uzayda fır dolanan uydular, fiber optik kablolarla sağlanan internet bizim için bir gelişmişlik algısı iken onlar için eminim hiçbir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla gelişmişlik derken kendi algımıza göre gelişmişlikten söz ettiğimizi unutmamakta yarar var. Buraya kadar olan kısımdan anlaşılacağı üzere yapılan bu tür değerlendirmeler öznel nitelik taşırlar. Bu durumda daha genel geçer ifadelere, nesnel değerlendirmelere ihtiyaç olduğu açıktır.

Türk Dil Kurumu web sitesinde ilkel ve gelişmiş sözcüklerini şöyle tanımlanmaktadır.

İlkel: İlk durumunda kalmış olan, gelişmesinin başında bulunan, iptidai, primitif. Basit, karmaşık olmayan.

Gelişmiş: Gelişme gösteren, ümranlı[3]

Bu tanımlar şöyle değerlendirilmelidir. Üretim ve tüketim ilişkileri, üretim tarzı ve teknolojik bakımdan ilerleme kaydetmemiş toplumlar ilkel; üretim ve tüketim ilişkileri, üretim tarzı ve teknolojik bakımdan bir önceki toplumsal aşamanın üzerine koymuş ve modern dünyanın tüm ekonomik-toplumsal aşamalarından geçmiş topluluklar gelişmiş toplumlar olarak kabul edilmelidir. Bu bağlamda Antikite toplumu köle emeğine ve tarım ekonomisine dayanan, başlangıçta şehir devletleri şeklinde örgütlenmişken ilerleyen süreçte Roma ve İskender İmparatorlukları gibi merkezi krallıklar yaratmıştı. Sonrasında feodalite dönemi gene tarım ekonomisine dayanıyordu ancak köleci toplumun yerini topraksız köylü emeğine terk ettiği bir soylular düzenine sahipti. Bu düzen içinde Katolik Kilisesi inanılmaz büyük bir yer işgal ediyor; siyaset ve ekonomi üzerinde büyük bir tahakküm kurmuş bulunuyordu. Bunu takiben coğrafi keşiflerle kurulan sömürge ve koloni ekonomisi feodalite ve kiliseyi zayıflattı. Başlangıçta yeniden merkezi krallıklar güçlendi. Uluslararası ticaretle zenginleşen burjuvazi bu dönemde yavaş yavaş filizlendi. Yalnız ekonomik alanda değil kültür, edebiyat, felsefe ve sanat alanında çağının devrimci sınıfı rolünü üstlendi. Rönesans ve Reform hareketleri ile yönetimde söz sahibi olmak istediğini açıkça ortaya koydu. Aradan geçen iki yüz yılda gerçekleşen Sanayi Devrimi üretim ve tüketim ilişkilerini baştan sona yeniden düzenledi. Krallıklar yerlerini ulus devletlere ve burjuva demokrasisine bıraktı. Ulusal pazarlar öne çıktı. Artık ne kölelik ne de topraksız köylülük (serflik) kavramları kaldı. Artık üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi ve emeğini satarak geçinen işçi sınıfı (proleterya) modern çağın hâkim iki sınıfı olarak ortaya çıktı. Buna göre Antikite toplumu, Feodal toplum, Sanayi Devrimi ve ulus devlet modeli toplumsal gelişmişlik aşamaları olarak doğru sıralamayı oluşturur diyebiliriz. Bu aşamaların her birini tamamlamış toplum ve devletler günümüzün en gelişmişleri iken bu aşamaları tamamlamamış ya da bu aşamalara henüz adım atmış toplum ve devletleri ise ya gelişmemiş ya da gelişmekte olan toplumlar diye adlandırmak doğru olandır.

Bu durumda Afrika’nın birçok devlet ve toplumu ile Amazon kabileleri kaçınılmaz olarak ilkel ya da gelişmemiş olarak kabul edilmelidir. Sanayi Devrimi’nin başlayıp yayıldığı Kuzeybatı Avrupa ile Kuzey Amerika ve onları sonradan takip eden Rusya, Japonya, Güney Kore gibi ülkeler ve toplumları ise cağımızın en gelişmişleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz de nüfus piramitleri üzerinden ülkelerin gelişmişlik ve geri kalmışlık seviyeleri üzerine yorum yaparken kaçınılmaz olarak bu aşamaları tamamlayıp tamamlamadıklarına bakmak durumundayız.

Nüfus piramitlerini sınıflandırırken Özgür, “Nüfusun yaş bileşimine yansıyan ortak etmenler söz konusu ise de, bu etmenlerin etki derecesi ve zamanındaki farklılıklar, çok değişik nüfus piramitlerinin ortaya çıkmasına yol açar. Ülke ölçeğinde yapılacak genellemeler sonucunda 4 ayrı karakterdeki nüfus piramidinden bahsedilebilir. Bu tipler: gelişen (progressive), gerileyen (regressive), durağan (stationary) ve orta tip (intermediate) gibi isimlerle anılmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, nüfus piramitleri ait olduğu yerin bir anlamda sosyoekonomik ve tarihsel fotoğrafıdır ve bu fotoğraf her yerde farklı ve kendine özgü bir görünüm sunabilir.”[4] İfadelerini kullanır.

Nüfus piramitleri konusunda yabancı kaynaklara baktığımızda gelişmişlik ya da geri kalmışlık ifadeleri kıskacından görece kurtulunmuş, bunun yerine sanayi öncesi, sanayileşme sürecindeki ve sanayileşme sürecini tamamlamış ülke ya da toplumlar gibi ifadeler kullanıldığını görüyoruz. Örneğin aşağıdaki grafikler incelendiğinde ülkemizde yaygın kullanılanlardan biraz daha farklı bir yol izlendiği görülür. [5]

Grafiğe dikkat ederseniz 1. Aşama için kenarları içe çökük üçgenimsi piramit kullanılmış ve örnek ülke olarak da Nijer seçilmiştir. Bunun son derece akla uygun, tutarlı nedenleri vardır. Bu aşama sanayi öncesi toplumları ifade eder. Bu tür ülkelerde en temel sorun gıda ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği gibi nedenlerle ortalama insan ömrünün oldukça kısa olmasıdır. Genellikle ortalama ömür 40 yıl ve daha azdır. Ortalama ömrün bu kadar kısa olduğu bir toplumda, toplumun sürekliliğini, neslin devamlılığını sağlamak son derece güçtür. Bu nedenle doğurganlık oranları son derece yüksektir. Afrika ya da Amazon yerlilerini konu alan belgeselleri gözünüzün önüne getirin lütfen. Köy içinde oraya buraya koşturan onlarca çocuk vardır. Onların genç anneleri, köyde kalmış ve bilge kişi konumunda, çoğunlukla aynı zamanda şaman olan bir ya da birkaç yaşlı kadın-erkek ve ava gitmiş genç erkekler. Yani yaşlı nüfus yok denecek kadar az ve orta yaş grubu aynı şekilde çocuk nüfusa göre son derece azdır. Böyle bir toplumda, topluluğun kendini var etmesi ve neslin kendini bir sonraki nesle aktarması ancak aşırı doğurganlıkla mümkündür. Aşırı doğurganlığa karşın nüfus artış hızı aşırı değildir çünkü gerek çocuklarda gerekse üst yaş gruplarında ölüm oranları son derece yüksektir. İstikrarlı ancak yavaş bir artış söz konusudur. Bu durumu aşağıdaki grafikte, gene 1. Aşamanın alt kısmında yazılmış olan “istikrarlı veya yavaş artış”[6] ifadesinde görüyoruz.

  1. aşamada yüksek doğurganlık devam etmekle birlikte ölüm oranlarındaki azalma göze çarpmaktadır. Bu nedenle çocuk yaş gruplarından genç, olgun ve yaşlı diyebileceğimiz yaş gruplarına daha fazla insanın aktarıldığını, bu nedenle içe çökük üçgen piramidin yavaş yavaş düzgün üçgen piramide dönüştüğünü görüyoruz. Bu aşama bir öncekine göre daha ileri, tartışmamızdaki deyimiyle, daha ileri bir gelişmişlik seviyesini gösterir. Zira üst yaş gruplarına daha fazla insan katılmış yani ortalama ömür uzamıştır. Bunu anlamak için piramidin en tepe kısmına bakmak yeterli olacaktır çoğu zaman. Özellikle 65 yaş üstü gruba daha fazla insanın katılması sağlık hizmetlerinin geliştiğini; bu ise sosyoekonomik anlamda daha ileri bir seviyeye ulaşıldığını bize kanıtlar. Bir önceki aşamayla benzer olarak yüksek doğurganlık görülürken o aşamadan farklı olarak nüfus artış hızı çok fazladır. Bu durum ölüm oranlarının azalmasına dayanır ve yukarıdaki görselde, 2. aşamada “çok hızlı artış” (very rapid increase) şeklinde ortaya konmuştur. Bu aşama sanayileşme sürecinin başındaki toplumları ifade eder diyebiliriz.
  2. Aşamaya gelindiğinde nüfus miktarı belirli bir büyüklüğe ulaşmış, ekonomik gelişimde belirli bir mesafe kat edilmiştir. Dolayısıyla toplum artık çoğu zaman kendiliğinden bazı durumlarda da devlet politikalarıyla yeni koşullara adapte olur. Kadınların iş hayatına daha fazla katılımı, kentleşme olgusu, kentte çocuk yetiştirmenin zorlukları gibi birçok koşul nedeniyle doğurganlık belirli bir noktada sabitlenir. Bu nokta her ülkeye göre farklı oranlarda gerçekleşebilir. Dolayısıyla bu durumda tabandan başlayarak yukarıya doğru piramidin kenarları dik bir duvar gibi görünmeye başlar. Bu eğilim uzun süre devam eder ki bu aşamaya dengelenme aşaması da denilebilir. Hatta Türkiye gibi bazı ülkelerde bu aşamadan önce piramidin tabanında görülen hızlı bir daralma da göze çarpar. Bu aşama artık nüfusun durağanlaştığı aşamadır. Sanayileşme ve kentleşme halen devam etmektedir. Ortalama yaşam süresi uzamış ve halen uzamaya, yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki payı artmaya devam etmektedir. Öte yandan 15 yaş altı nüfusun toplam nüfus içindeki payı ise giderek azalmaktadır. Ülkemizin uzun süredir bu aşamada olduğunu söylesek sanırım yanlış söylemiş olmayız.
  3. Aşamaya gelindiğinde artık o ülkenin sosyoekonomik gelişim sürecini tamamladığını söyleyebiliriz genel olarak. Doğurganlık oldukça düşük seviyelerde sabitlenmiş, olgun ve yaşlı nüfus oranı artmış, ortalama ömür uzamış, her yaş grubunda ölüm oranları azalmıştır. Özgür, bu aşamaya orta tip (intermediate) demektedir. Bu aşama artık ileri düzeyde sanayileşmiş toplumlarda sıkça karşımıza çıkan bir grafik türüdür. Yani sanayileşmesini tamamlamış toplumlara özgüdür.

Biz coğrafya öğretmenleri genellikle bu aşamaya “arıkovanı” deriz ki bana göre bu da yanlıştır. Arıkovanı aşaması bunun bir sonraki aşamasıdır. Oysa aşağıdaki görselde de görüldüğü üzere arı kovanı hem yukarıdan hem de tabandan daralan bir yapıya sahiptir. Arıkovanı aşaması diyebilmemiz için bir sonraki aşamaya geçilmeli ve oldukça düşük doğurganlık sonucunda 15 yaş altı nüfus azalmalıdır. Kısacası arı kovanı piramidi 4. Aşamanın daha ileri bir aşamasıdır. Şayet piramidin arı kovanına benzemesine yol açan düşük doğurganlık çok uzun yıllar devam ederse söz konusu ülke genç ve üretken nüfus ihtiyacını karşılayabilmek için doğurganlığı teşvik eden nüfus politikaları izleyebilir. Şayet bu politikalar sonuç verirse piramidin tabanı önceki yıllara göre genişleme eğilimi gösterecektir ki bu durumda biz coğrafya öğretmenleri arasında “çan şekilli piramit” denilen ve gene sanayileşme sürecini tamamlamış toplumları karakterize eden piramit türü ortaya çıkacaktır. Yukarıdaki ikinci grafiğin son aşamasına dikkat ederseniz bu durum için “henüz görülmemiş” tabiri kullanılmıştır. Yani bu çan şekilli piramit dediğimiz durum gelecekte muhtemelen karşımıza çıkabilecek bir durumdur.

[9]                   [10]

Değerli meslektaşlarım, konumuz her ne olursa olsun bizler öğretmen ve akademisyenler olarak elbette kendi dünya görüşlerimize sahibiz. Dolayısıyla bazı konuları ele alırken dünya görüşlerimizin etkisinden sıyrılmak ve nesnel bilgileri öğrencilerimizle paylaşmakta sorunlar yaşayabiliyoruz. Bu durum üzerinde öznel düşüncelerimiz ne kadar etkili oluyorsa bir o kadar da önceden öğrenilmiş yanlış bilgileri hayatımızdan çıkarmamakta gösterdiğimiz ısrar (ileriye ket vurma) etkili olmaktadır. Maalesef ülkemizde dershanecilik ve dershane yayıncılığı denen sektör birçok yanlış klişe bilgi türetmiştir. Birçoğumuzun geçmişinde de bu sektör şu ya da bu düzeyde yer aldığı için bu klişeler hayatlarımızda önemli yer işgal etmektedir. Bu klişelerden kendimizi kurtarmadığımız sürece bu tür sonu olmayan tartışmalardan da kendimizi kurtaramayacağız. Bu durumu konumuzla ele alırsak, öncelikle öğretmen olarak bizler bir grafikteki sayısal verilere yoğunlaşmalıyız. Sayısal veriler kesin verilerdir ve tartışmaya yer bırakmaz. Sonrasında bu verilerin yorumlarını yaparken nelere dikkat etmemiz gerektiği konusunda kendimize bir değerlendirme ölçütleri belirlersek (örneğin doğurganlığın azalması mı yoksa yaşlı nüfus oranının artması mı gelişmişliğin daha iyi bir göstergesidir?) muhtemelen yorumlarken yaptığımız hataları en aza indiririz. Bu bağlamda tartışmaktan kaçmamak, zayıf yanlarımızı açık yüreklilikle ortaya koymak, meslektaşlarımıza ve alanımıza yön veren akademisyenlerimize kulak kabartmak, yalnız yerli kaynaklardan değil yabancı kaynaklardan da sık sık yararlanmak hepimizin ve ülkemizin faydasına olacaktır. Bu ülke ve onun kaynaklarının bizlerin gelecek kuşaklara olan mirasımız değil onlara borcumuz olduğu bilincinden hareket edersek hepimiz en iyiyi ve en doğruyu hayata geçirmekle yükümlüyüz.

 

KAYNAKLAR:

Özgür, E. M. COG 108 Nüfus Coğrafyası Ders Notları. Ankara. 2011

https://jemimacooper.files.wordpress.com/2012/03/picture-6.png (Görselin orijinalinden çeviri yazar tarafından yapılmıştır)

https://en.wikipedia.org/wiki/Demographic_transition

https://ourworldindata.org/world-population-growth

https://tr.depositphotos.com/140329268/stock-illustration-beehive-icon-in-outline-style.html

https://cografyahocasi.com/10-sinif/nufus-piramitleri-ve-ozellikleri.html#prettyPhoto

[1] Yıldız Entegre Mesleki ve Teknik Anadolu Coğrafya Öğretmeni

[2] COG 108 Nüfus Coğrafyası Ders Notları. Ankara. 2011. s.104-105

[3] http://sozluk.gov.tr/

[4] COG 108 Nüfus Coğrafyası Ders Notları. Ankara. 2011. s.104-105

[5] https://jemimacooper.files.wordpress.com/2012/03/picture-6.png

[6] https://en.wikipedia.org/wiki/Demographic_transition

[7] https://en.wikipedia.org/wiki/Demographic_transition

[8] https://ourworldindata.org/world-population-growth

[9] https://tr.depositphotos.com/140329268/stock-illustration-beehive-icon-in-outline-style.html

[10] https://cografyahocasi.com/10-sinif/nufus-piramitleri-ve-ozellikleri.html#prettyPhoto

İbn Haldun ve Ali Şeriati’ye Göre Çevresel Belirlenimcilik



İBN HALDUN VE ALİ ŞERİATİ'YE GÖRE ÇEVRESEL BELİRLENİMCİLİK (DETERMİNİZM)

Ahmet ÖZKAYA [1]

Çevresel determinizm (belirlenimcilik) coğrafya başta olmak üzere doğa bilimleri ve sosyal bilimlerde etkisini güçlü bir şekilde hissettirmiştir. Çevresel belirlenimcilik (determinizm) teorisinin dayanağı ilk Çağ’a kadar gitmekle birlikte asıl kimliğini coğrafyanın kurumsallaşmasıyla birlikte kazanmıştır. Bu durumdan önce Darwin’in ilk kez 1859’da yayımlanan On the Origin of Species (Türlerin Kökeni) kitabında da çevresel belirlenimcilik ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Doğa bilimleri ve sosyal bilimlerde etkili olan ve üzerinde tartışılan çevresel belirlenimcilik kısaca şu görüşü savunur: İnsan davranışlarının, karakterlerinin, oluşmasını doğa belirler. Benzer fiziki çevreler benzer kültürler ortaya çıkarır.

Bu yazıda İslam dünyasının iki önemli ismi olan İbn-i Haldun ve Ali Şeriati’nin çevresel belirlenimcilik hakkındaki görüşlerini birbiriyle karşılaştırmak ve bu karşılaştırmayı yaparken de her iki sosyoloğun yaşadığı dönemleri de göz önüne alarak bir değerlendirme yapmaktır. Her iki ismin çevresel belirlenimcilik hakkındaki görüşlerini belirtmeden önce hayatları hakkında kısaca bilgi verilecektir.

İbn-i Haldun 27 Mayıs 1332’de Tunus’da doğar. Modern historiyografi, (tarih yazımı) sosyoloji (toplum-bilim) ve iktisatın öncülerinden kabul edilir. 14. yüzyılın düşünürü, devlet adamı, toplumbilimcisi ve tarihçisi olan İbn-i Haldun köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim almıştır. İbn-i Haldun bulunduğu dönemi çok iyi belgelemiştir. Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu’l-İber ve Mukaddime’yi yazdı. Mukaddime kitabı 6 bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla şöyledir:

  1. Bölüm: İklimlerin ve beslenmenin insan yaşamı ve uygarlıklar üzerindeki etkileri.
  2. Bölüm: Göçebe ve yerleşik düzen yaşayan insanların karşılaştırılması ve iki kültür arasındaki çatışmaların sosyal sonuçları.
  3. Bölüm: Devletlerin doğuşu ve çöküşü, saltanat, hilafet ve krallık yapmanın koşulları ve kuralları.
  4. Bölüm: Köy ve kasaba hayatı ile imar faaliyetleri ve bunun İslam devleti ile ilgisi.
  5. Bölüm: Dönemin ana meslekleri, geçim araçları, sanat, ticaret, tarım ve inşaat gibi ekonomik faaliyetler.
  6. Bölüm: Bilimlerin sınıflandırılması, eğitim yöntemleri.

Görsel 1: İbn Haldun’un resminden bir görünüm. (Url-1).

Eserin birinci bölümü coğrafya açısından büyük önem taşımaktadır. İbn-i Haldun bu bölümde insan yaşamına iklimlerin önemli etkileri olduğunu ve her iklim bölgesinin insan yaşamı üzerine farklı farklı etki ettiğini belirtmiştir. Haldun kitabında iklimleri bölgelere ayırır ve her iklim tipinin farklı insan karakteri ortaya çıkardığını belirtir. Eserin birinci bölümünde Sudanlılar ile ilgili olarak şunları söyler: “Sudanlıların tabiatlarında umumiyetle hafiflik, kararsızlık, kaygusuzluk (endişesizlik), oyun ve eğlence düşkünlüğü görüyoruz. Onlar her türlü musiki nağmeleriyle dans etmeye düşkündürler; her bölge ve her yurtta ahmaklıkla (zekâca az gelişmiş) vasıflandırılır. Bunun doğru sebebi, hikmet ilminin uygun bir bölümünde anlatıldığı ve tespit edildiği gibi, sevinç ve neşe (hayvani ruh) adı verilen, lâtif olan buharın yayılması ve çoğalmasının bir sonucudur. Kaygu (endişe) ise bu buharın buruşması ve yoğunlaşmasından ileri gelir.” Haldun kitabında Sudanlıların oyun ve eğlenceye düşkün olmalarını ve her türlü müzikle oynamaya başlamasını yumuşak, ince ve hoş bir güzelliği olan buharın etki ettiğini belirtir. Burada ifade edilen latif buhar kavramı insanın kalbinde bulunan ince hoş bir güzelliği ortaya çıkarmasıdır.

Kitabında bu durumla ilgili olarak hamam örneğini verir.“Hamamın havasını teneffüs ettiklerinde, havasının sıcaklığı bedenlerine nüfuz ve sirayet ettiğinde, kalpdeki lâtif buharı (ince ve hoş bir güzelliği) harekete getirerek bedenin dışına çıkartır. Hamama giren adamın tabiat (doğa) ve mizaçlarını rahatlatır. Rakı gibi sevinç ve neşe verir. Bunun tesiri ile hamama girenlerin çoğu bu sevinçlerinin tesiri ile şarkılar söylerler. Sudanlılar sıcak iklimde yaşadıklarından, sıcaklık onların tabiat ve mizaçlarına işlemiştir.” İbn- Haldun, Sudan ikliminin insanın içerisindeki doğal olan ince güzelliği ortaya çıkardığını söyleyerek bu durumu ifade eder. Diğer bir tanımda ise İbn-i Haldun sıcak ve soğuk iklim karşılaştırması ve insan üzerine etkisinden şöyle bahseder: “Bireylerin fiziki ve aktöresel (ahlaki) özellikleriyle yaşadıkları bölgelerdeki iklim koşulları arasında doğrudan bir ilgi vardır. Çok sıcak ve çok soğuk bölgelerde doğup yetişen bireylerin fizyolojik özellikleri, örneğin deri ve göz renkleri, ılıman iklimlerin egemen olduğu yörelerdeki bireylerinkinden yalnızca bu etkenler nedeniyle değişiklik gösterir. İklimdeki düzeyli değişim kendini deri renklerinde de göstermektedir. Sıcak yörelerde yaşayan bireylerde gözlenen yeğni (hafif) yaradılışlık (meşreplik), ivedilik (çabukluk) ve zevke düşkünlük, ılıman yörelerde yaşayan bireylerin davranışlarında ortaya çıkan yeğnilik (rahatlık), soğuk iklimlerde yaşayan bireylerde gözlenen özen ve önleme yönelik vurgu, bireylerin kişilik özellikleriyle yaşadıkları iklim arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. Sıcak iklimlerde yaşayan bireyler ılıman iklimlerde yaşamaya başladıklarında sıcak iklimin özelliklerinin onlardan giderek silindiği görülmektedir.” İbn-i Haldun’un bu önemli tespitleri kendi döneminden sonraki çevresel belirlenimcilik ile ilgili çalışmalarda da kullanılmıştır.

Çevresel belirlenimcilik ile ilgili bir diğer görüş ise İranlı entelektüel olan Ali Şeriati’nin görüşleridir. 23 Kasım 1933’te İran’ın Razavi Horasan Eyaleti’nin Sebzevar kentinde dünyaya gelmiştir. Şeriati, eğitim yıllarında ilk kez İran’ın yoksul kesimiyle tanışma fırsatı bulur. Hem var olan fakat bilmediği yoksulluk ve zorluklarla hem de  Batı felsefi ve siyasi düşüncesiyle  tanışması bu dönemde gerçekleşir. Sosyolog, aktivist, düşünür ve yazar olan Şeriati, ağırlıklı olarak din sosyolojisi ve çağdaş İslam düşüncesi üzerine eserler vermiştir. Lisansını İran’daki Meşhed Üniversitesinde yapar ve 1959 yılında mezun olur. 1960 yılında ise Fransa’da Sorbonne Üniversitesinde doktora yapmaya başlar. Fransa’da kaldığı süre zarfında Batı medeniyetini daha yakından tanıma fırsatı bulur. Kısa süren hayatı; düşünme, konuşma, yazma ve yol gösterme ile dolu geçer… Yaşadığı süre zarfında düşüncelerinden dolayı birçok kez tutuklanan Şeriati, 19 Haziran 1977 tarihinde İngiltere’de yaşamını yitirmiştir.

Görsel 2: Ali Şeriati’nin fotoğrafından bir görünüm. (Url-2).

Şeriati’nin Ekim 1970 yılında Abadan’da petrol fakültesi öğrencilerine yapmış olduğu konuşma kitaba çevrilmiştir. Kitabın girişinde Şeriati şunları ifade eder. “İnsan yaşamının en büyük sorunu bizzat ‘insan’ sorunudur. Hayat ne ölçüde aydınlanırsa aydınlansın, yeryüzünün güçlükleri ne ölçüde kolaylaşırsa kolaylaşsın, insan ne denli dünyaya egemen olursa olsun, sorunlar ne denli çözülürse çözülsün, bu ölçüde de ‘insan’ sorunu belirsizleşmekte ve giderek trajik boyutlara varmaktadır. Bilim aracılığı ile her gün eskisine oranla daha çok sorunun cevabı verilebilmektedir. Gelgelelim ‘insan nedir’ sorusu da daha güncel olmakta ve gitgide sorunsallaşmaktadır. Nitekim bu bunalıma Batı’da bizden daha büyük boyutlarda ve bizden daha erken varıldığını görüyoruz. Orada ‘insanın kim olduğunu bilmiyorum!’ trajedisi bizden daha fazla sezilmektedir. Çağdaş insan için temel sorun insanın kendisidir. Nedir insan? İnsanın bilinçli, doğru ve mantıksal bir tanımına ulaşmadıkça hiçbir sorun çözülemez.” Şeriati’nin bu ifadelerinde insanı tanımlamanın karmaşıklığı üzerinde durmakta ve bu durum ile ilgili kesin hükümlerden kaçınmaktadır. Kitabın ana konusu insan ve onu zorlayan güçleri açıklamak ve insanı tanımlayan kaderci ve belirleyici teorileri eleştirel bir şekilde yaklaşmaktır. İnsanın Dört Zindanı adlı bu kitap, insanın yaşamını şekillendiren ve onun tabiriyle zorlayıcı güçler olarak açıkladığı çevresel determinizm, natüralizm[2] (doğalcılık), historizm[3] (tarihselcilik), sosyolojizm[4] (toplumsalcılık) ve biyolojizm (dirimbilimcilik) daha genel olarak determinist (belirlenimci) yaklaşımlara eleştiriler getirir. Bu görüşleri sırasıyla açıklayalım.

Doğalcılık: Sanatçılara ve edebiyatçılara da ilham kaynağı olmuştur ancak bizi ilgilendiren ahlak felsefesine getirdiği görüştür. Bu anlayışa göre kişi, içinde yetişip büyüdüğü toplumsal ve doğal çevrede şekillenir. Ekonomik ve toplumsal baskılar altında ezilen kişiler, içlerinden gelen güçlü dürtülerle hareket ederler. Kaderlerini belirleyebilme gücünden uzak olduklarından davranışlarından da sorumlu tutulamazlar. Diğer bir ifadeyle insan hem yaşadığı toplumda hem de doğa tarafından yaratılır ve var olur. Kaderlerini belirleyemezler.

Tarihselcilik: Bu görüşe göre bireyin yaşamış olduğu yerin tarihi kişiyi meydana getirir. Örneğin ben Türkiye’de doğmuşsam Türk ve Müslüman olurum. Yunanistan’da doğmuşsam Yunan ve Hıristiyan olarak var olurum. Eğer Hindistan’da doğmuşsam başka bir dinim ve dilim olurdu. Benim şu özelliklerim var ise geç­mişimde başlangıçtan bugüne kadar süregelen tarih dolayısıyladır. Türk tarihi, İslam tarihi vb. bu tarihler birbiri ile örülmüş ve benim geçmişimin tarihini oluşturmuş, bu yüzyıla kadar gelmiş ve bu tarih sonunda Dünya’ya gelen Ben’i ortaya çıkarmıştır. Yani ben, tarihimin bana vermiş olduğu özelliklere sahip olmuşumdur. Bu durumda bireyi tarihsel olay ve olgular meydana getirmektedir.

Toplumsalcılık: Bu görüş doğanın ve tarihin etkisini bir dereceye kadar kabul etmektedir. Bireyi meydana getiren ve belirleyen güç toplumdur. Örneğin benim davranışlarım, yaşantı biçimim, yaşadığım toplumdan farklı olamaz eğer farklı olursa toplumdan dışlanabilirim. Eğer ben feodal bir toplumda yaşıyorsam bu toplumun belirlediği kurallara göre yaşamam gerekir. Ya da modern bir toplumda yaşıyorsam feodal bir toplumda yaşadığım gibi yaşayamam çünkü birey olarak toplumun bana belirlemiş olduğu kurallara uyar ve toplum da benim kişiliğimi meydana getirir. Toplumsalcılıkta bireycilik yoktur, seçimi toplum yapar ve birey de buna göre şekillenir.

Dirimbilicilik: Ali Şeriati’nin ifadesiyle bu görüş biyolojiyi temel almakla birlikte insanı sadece kuru ve taşlaşmış maddeden ibaret materyalizm (maddecilik) kalıplarından çıkarıp insanı fizyolojik (bedensel) ve psikolojik (ruhsal) olarak ele alır. Bu görüş insanın bedensel ve ruhsal olarak temel belirleyiciliği olduğunu ileri sürer. Her insan biyoloji kanunları içerisinde ve bu kanunların belirlemelerine göre yaşar.

Şeriati kitabında bu görüşlerle ilgili şunları ifade eder. “Aslında ben ne naturalizmi (doğalcılık), ne sosyolojizmi (toplumsalcılık), ne de historizmi (tarihselcilik) tümüyle yadsıyorum; üçünü kabul ediyorum. Ancak benim kabul etmem şu anlamdadır: İnsan ki asıl onu anlatmak istiyorum, bu varlık seçebilir, seçme yeteneği ve imkânı vardır. Bu varlık kendi gelişim ve olgunlaşma süreci içinde gerçekten de bir açıdan ve bir bakıma doğal ve maddi bir oluşum, bir görüngü[5], bir bakıma tarihin biçimlediği bir görüngü, bir bakıma çevrenin ve toplumunun belirlediği bir görüngüdür.”

Şeriati’nin ifadesinde yukarıda ki determinist (belirlenimci) teorilerin yadsınamaz bir gerçeklik olduğunu ancak bununla birlikte tüm bu olay ve olguların insanın seçme yetisini ve öz iradesini kesin sınırlarla belirleyemeyeceğini ifade eder. Bu yazıda üzerinde durmak istediğimiz asıl konu İbn-i Haldun gibi Ali Şeriati’nin de çevresel belirlenimcilik ile ilgili görüşleridir. Çevresel belirlenimcilik ile ilgili şunları ifade eder. “Örneğin, coğrafyanın, iklimin temel etken olduğu görüşü ondokuzuncu yüzyıl toplum-bi­liminde büyük bir önem kazanmış idi. İbn Hal­dun da her toplumun, doğal coğrafyasının gerektirdiği bir yaşayış biçimine sahip oldu­ğunu söylüyordu, yanlış da değildi. Fakat bu­gün, insan gelişimde ilerlediği ölçüde bu zorla­yıcı güçlerin baskısından kendisini kurtarabilir. Bu zorlayıcı güçlerin variığını yadsımak istemi­yorum. Ya da bunların hiç etkisi olmamıştır, insan bütün tarihsel süreci boyunca nasıl iste­diyse, seçtiyse ve ne düzenlediyse öyle yaşa­mış demek de istemiyorum. Yalnızca söylemek istiyorum ki bir hayvan türü olarak insan sosyolojizmin, naturalizmin, historizmin esiridir. İnsan olma sürecine girmiş ise, giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan kurtulur ve özgür olur.”

Şeriati’nin ifade ettiği “İnsan gelişimde ilerlediği ölçüde” ifadesi günümüz bilim ve teknoloji çağında çevresel belirlenimciliğin ve diğer determinist (belirlenimci) görüşlerin baskınlığının daha da azalacağını ifade etmesidir. Ali Şeriati, İbn-i Haldun’un görüşlerini kabul eder. Şeriati, İbn-i Haldun döneminde iklimin insan yaşamına daha fazla etki ettiğini belirtir. Daha da geriye gittiğimizde, avcı ve toplayıcılık döneminde iklimin etkisinin çok daha belirgin olduğunu ifade eder. Her iki sosyoloğun çevresel determinizm hakkındaki görüşleri de son derece makuldür. İbn-i Haldun yaşadığı dönemdeki insan yaşamı ve iklimin ona olan etkisi daha belirgindir. Ali Şeriati’nin yaşamış olduğu 20. yüzyılda ise bu etki İbn-i Haldun’un yaşadığı zamana göre daha azdır. Şeriati’ye göre gerek çevresel belirlenimcilik gerekse diğer belirlenimci (determinist) görüşler insanı kesin olarak belirleyemez ama etkiler. Sözün özü bu iki önemli entelektüel insanın açıklamalarını kendi yaşamış olduğu dönemlere göre değerlendirdiğimizde her iki görüş de kendi dönemleri çerçevesinde önemli tespitlerdir.

Kaynaklar

Arı Yılmaz. “Çevresel Determinizmden Politik Ekolojiye: Son 100 Yılda Dünya’da ve Türkiye’de İnsan- Çevre Coğrafyasındaki Yaklaşımlar.” Doğu Coğrafya Dergisi, 2017, Sayı: 37 s. 1-34

Haldun, İbn. “Mukaddime I.” İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1997.

Şeriati, Ali. “İnsanın Dört Zindanı.” İstanbul: İşaret Yayınevi, 1997.

İnternet Kaynakları

Url-1.https://www.dailysabah.com/portrait/2017/03/04/ibn-khaldun-the-14th-century-genius

Url-2. https://soundcloud.com/hfazeli/ali-shariati-we-are-charged

[1]Coğrafya Öğretmeni

[2] Ali Şeriati burada Ahlak felsefesindeki natüralizm’den bahseder. Ahlak felsefesinde natüralizm, ahlakî çıkarımların, ahlakî olmayan ifadelerden yapılabileceği teorisidir

[3] Tarihselcilik (historizm) İnsan ve bütün insani bireyler -herkes ve her “ben”- tarih tarafından meydana getirilmiş şeylerden ibarettir. 

[4] Sosyolojizm (sociologisme) ile sosyoloji arasında fark vardır. Sosyolojizm, toplumun temel alınışıdır. İnsanın toplumsal çevrenin ürünü olduğunu savunur. Sosyoloji ise, (sociology) insan topluluklarının yaşayışını, bu yaşayışı yöneten kanunları inceleyen bilimdir.

[5] Şeriati’nin bahsettiği Görüngü, (fenomen) duyularla algılanabilen, somut ve gözlemlenebilir herşeydir.

Değişen Dünya Düzeni İçinde Türkiye


DEĞİŞEN DÜNYA DÜZENİ İÇİNDE TÜRKİYE

Ali Ekber GÜLERSOY [1] 

            14,6 milyar yıl evvel “Büyük Patlama” ile kocaman bir toz kümesi içinde parlayan kıvılcım, Kainât’ın oluşumunu sağlamıştır. 4,6 milyar yıl öncesinde Samanyolu Galaksisi içerisindeki onlarca sistem arasında Güneş’ten kopan parçalar, Dünya’nın doğumunun habercisi olmuştur. Yaklaşık 570 milyon yıl öncesi geniş çaplı karaların oluşmaya başladığı Dünya’mızda, görünüm ve zihin kapasitesi olarak günümüz insanına benzeyen ilk insanlar 1,5-2 milyon yıl önce Doğu Afrika’da ortaya çıkmıştır. 500 milyon önce ateşi kontrol altına alan insanlar yaklaşık 10-12 000 yıl öncesine kadar büyük ölçüde avcılık-toplayıcılıkla (İlkel Komünal Toplum) yaşamını sürdürmüştür.

İnsan, Neolitik dönem olarak bilinen 10-12 000 yıl öncesi toprağı sahiplenmiş, yabani tohumları kullanarak tarım yapmaya başlamış ve bazı hayvanları ehlîleştirmiştir. Tarım Devrimi (Feodal Toplum) olarak bilinen bu süreç “alanın sahiplenmesini”de beraberinde getirmiş, klanlar, kabileler arası çatışmalar da hızla artmıştır. Toprağın sahiplenmesi sonucunda devletler ortaya çıkmaya başlamış ve güç çatışmaları belirginleşmiştir. Tarım-hayvancılık faaliyetleri ile elde edilen “artı değer (ihtiyaçtan fazlası)” diğer klanlara, kabilelere pazarlanmış, böylelikle ticaret ve Dünya’yı algılama, keşfetme süreci başlamıştır.

Uzunca bir süre Feodal Toplum değerleriyle yaşayan insan, başka tarım-orman-su vb. alanlarını zapt etmek için diğer devletlerle savaşlar çıkarmıştır. Kendi çevresinin doğal-beşeri kaynakları ile yetinmeyen devletler, ticaretle birlikte yelken açtığı okyanuslar ötesini keşfetmek ve yeni doğal-beşeri kaynaklar elde etmek istemiştir. Din olgusu ile güçlendirilmiş yeni yerler fethetme arzusu Coğrafi Keşiflerin başlamasını ve günümüz anlamıyla Birinci Küreselleşme hareketini başlatmıştır. Keşiflerle birlikte yaşanan talan ve yağma süreci sonrası “artı değerleri”ni artıran Batı Dünyası, para ve güç ekseninin belli ellerde birikmesiyle burjuva sınıfının oluşumunu sağlamıştır. Öteden beri kendisinden üstün olana aşırı bir saygı duyan hatta ona tapan insan, yeni güç sahibi burjuva sınıfına bilim insanı, hizmetkâr, işçi vb. olarak hizmet etmeye başlamıştır. Saygı duyulan hatta korkulan yönetici sınıfı eksenindeki iktidar, para sınıfının (Burjuva) eline geçince tarihin akışı değişmiş ve bir paylaşım süreci başlamıştır.

Dünyayı parselleyen söz konusu sınıf, yeni üretim araçları ve teknolojilerinin gelişimini desteklemiş ve böylelikle Sanayi Devrimi (Sanayi Toplumu) süreci ortaya çıkmıştır. Yerel kaynakların kullanılmasıyla başlayan bu süreç (İkinci Küreselleşme), yerel kaynakların yetersizliğiyle bütün Dünya’ya yayılmış ve daha önceden sömürge olarak zapt edilen alanların sömürüsünü hızlandırmıştır. Bu süreç iktidara gelenlerin söz konusu sömürgeci güçlerce belirlendiği, beğenilmeyen kral, kraliçe ve diğer yöneticilerin tahttan indirildiği bir uluslararası hareketi de beraberinde getirmiştir. Sanayi Devrimi’nin oluşumunu sağlayan şirketler, kumpanyalar Dünya hegemonyalarını güçlendirmek için bütün dünyada kendilerine bağlı devletler, devletçikler veya mevcut devletler içerisinde kendilerine bağlı işbirlikçi sınıflar (komprador) oluşturmuşlardır.

Üretim-tüketim zinciri çerçevesine bilimi ve teknolojiyi destekleyen kıtalar arası güçler, 20. yüzyıl başlarında çatışmış ve İlk Dünya Paylaşım Savaşı’nın çıkmasına neden olmuştur. Bu savaşla halledilemeyen sorunlar İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’yla çözülmeye çalışılmış ve nihayetinde Dünya kutuplara bölünmüştür (Batı Bloğu-Doğu Bloğu). Bu bölünme işçi sınıfının liderliğindeki Sosyalist ülkeler ve burjuva sınıfının önderliğindeki Kapitalist ülkeler arasındaki gerilimi tırmandırmıştır. İlk Paylaşım Savaşı’nda can vermesi istenen Osmanlı Devleti içerisindeki milli güçler Mustafa Kemal liderliğinde, çok uluslu şirketlerin ve onlara tabi iktidarların çizdiği kaderi ret etmiştir. İkinci Paylaşım Savaşı’nı dışarıdan izleyen genç Türk Devleti, yapay bölünmeden nasibini almış ve kendini bir anda Batı Bloğu’nun kucağında bulmuştur (1945 sonrası). İkinci Paylaşım Savaşı sonrası (bu kirli savaşa aktif olarak katılmadığımız halde) verilen Marshall Yardımı, Dünya Hegemonyası’nı elinde tutan çok uluslu güçlerin ve şirketlerin önemli bir hamlesi olmuştur.

O güne kadar feodal değerlerle haşır-neşir olan Türk insanı, burjuva değerleriyle tanışmaya başlamış ve gelen yardımların da etkisiyle hızlı bir (kırdan kente) göç hareketine katılmıştır. 1960-1990 arası Soğuk Savaş olarak nitelenen ve kimin kârlı çıktığı belli olan süreç, Sosyalist Bloğun dağılmasını ve Burjuva değerlerini ve kapitalist dünyayı temsil eden ABD’nin rakipsiz kalmasına neden olmuştur. 1980’lerden başlayıp günümüze kadar devam eden İletişim-Bilişim Devrimi (Üçüncü Küreselleşme[2]) süreci (Bilgi Toplumu), “artı değeri”ni artırmak isteyen çokuluslu şirketlerin ve onlara tabi güçlerin tetiklemesiyle başlamıştır. Geniş anlamda kitlelere fayda sağlayan bu süreç, günümüze dek Dünya’yı tam anlamıyla egemenliği altına almak isteyen ve Tek Dünya Devleti’ni arzulayan kapitalist güçlerin temsilcisi “çok uluslu şirketlerin” dizaynıdır. Bu güçlerin görünen yüzü de ABD önderliğindeki Batı Dünyası’dır.

1990 sonrası yöntemini değiştiren kapitalist bloğun temsilcisi Batı Dünyası, daha önceden sıcak çatışma yoluyla zapt ettiği ülkeleri başka yollarla hâkimiyet altına almaya çalışmıştır. Artık ülkelere gerekli olmadıkça doğrudan askeri müdahalede bulunulmamalı, bunun yerine o ülkelerde kurulacak sivil toplum örgütleriyle, kurumlarla, üniversitelerle hatta siyasi oluşumlarla kendine bağlı işbirlikçiler oluşturulmalıdır. Soros Vakıfları bunun tipik örneğini teşkil etmektedir.

Bizans, Beylikler, Selçuklu, Osmanlı döneminden günümüze Asia Minor (Küçük Asya) olarak nitelenen Anadolu, 1000 yıllık bir yürüyüşün ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla başka bir nitelik kazanmıştır. Can alıcı noktalardan birisi de Osmanlı gibi muazzam bir oluşumun günümüz değer yargılarıyla yorumlanmasıdır. Dünya hâkimiyet terazisini uzunca bir süre domine eden Osmanlı Devleti’nin değişen dengelere ayak uyduramaması ve süreci iyi analiz edememesi bitmeyen Doğu-Batı çatışmasının “Şark Meselesi” adını almasını sağlamıştır. Bu çerçevede Türk ve Anadolu halklarının Batı dünyasındaki algısı, “Bitmeyen Doğu-Batı Çatışması” kavramı içerisinde değerlendirilmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla “Bitmeyen Doğu-Batı Çatışması” farklı bir boyut kazanmıştır. Günümüzde sosyolojik ve tarihi çelişkilerine yanıt bulamayan çoğu insanın bilinçli veya bilinçsiz sorguladığı bu süreç Türkiye’nin Yeni Jeopolitiği’nin başladığı tarihtir (1923). Bu süreç için kimileri Batı Dünyası’nca kurgulanmış, hatta “bu ülke Batılılarca kurdurulmuştur” demektedir. Kimileri ise “20. Yüzyılda Batı Dünyası’na atılmış bir tokattır” görüşünü savunmaktadır.

Rejim sorununu çözemeyen, sosyo-kültürel-ekonomik ve tarihî dönüşümünü bir türlü gerçekleştiremeyen Türkiye, Doğu ve Batı dünyaları arasında sıkışıp kalmıştır. Coğrafi anlamda da kültürel, dinî, ekonomik ve siyasi güçler arasında bin yıllardır geçiş noktası olan Türkiye, bunun sancısını geçmişte yaşamış, günümüzde de şiddetle yaşamaktadır.

Kimileri farklı yorumlasa da, biz Asyavî, başka bir deyişle Doğulu bir toplumuz, Doğu Dünyası’na aitiz. Batı Dünyası’nın ilerletici-geliştirici unsurlarını kendisine adapte etmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti, bu süreci de iyi okuyamamış, Atatürk liderliğindeki hareket, laik-anti laik tartışması çerçevesinde ve daha acısı “din düşmanlığı” şeklinde algılanmıştır. İlginç olan Cumhuriyetin, kurucusunun ve kurucularının peşinden gittiğini belirtenlerin de kendi halkının sosyolojik-kültürel ve tarihî analizini sağlıklı bir şekilde yapamamış olmasıdır.

Batı Dünyası’nın bizleri bu jeopolitik-jeostratejik coğrafya da kendi halimize bırakmayacağı aşikârdır. Tarihî ve sosyolojik gerçekler dikkate alındığında üretim-tüketim çarkı içerisinde dünyaya yön vermek isteyen güçlerin (Kapitalist Blok = Çokuluslu Şirketler) iyi analiz edilmesi, bilinmesi ve nasıl hareket ettiğinin, edeceğinin sorgulanması gerekmektedir.

İnancın, ırkın ve geniş fikir dünyasının çok renkli olduğu bu coğrafya da, Batılı güçlerce dayatılan stratejik-jeopolitik-ekonomik vb. kuramların, teorilerin, projelerin iyi sorgulanması ve çözümlenmesi gerekmektedir.

İnanç, ırk ve mezhep eksenindeki söylemlerin yanıt ve çözüm bulacağı mekanizma, Anadolu insanının zihni ve vicdanıdır. Sözünü ettiğimiz insan, “başkaları için de bir diyeceği olan”, “yârin yanağından gayrısını” paylaşandır.

YARARLANILAN ve ÖNERİLEN KAYNAKLAR

Erinç, S., “Türkiye: İnsan ve Ortam”, İ.Ü. Coğrafya Enstitüsü Dergisi, Cilt 10, Sayı 18-19, s.1-33, 1973.

Flaischlen, C., “Güneşin Olsun Gönlünde”, https://siirantolojim.wordpress.com/2012/07/08/gunesin-olsun-gonlunde-2/

Gülersoy, A. E., “Şark-Garp Ekseninde Jeopolitik Oyunlar ve Ermeni Sorunu”, Jeopolitik Aylık Strateji Dergisi, Cilt 4, Sayı 20, s. 62-66, 2005.

Günel, K., Siyasî Coğrafya, Çantay Kitabevi, İstanbul, 2002.

Hacısalihoğlu, İ. Y., Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, Çantay Kitabevi, İstanbul, 2001.

İlhan, A., “Hürriyet ve İstiklâl Bizim Karakterimizdir”, 10. İzmir Kitap Fuarı (9-17 Nisan 2005) Etkinlikleri Çerçevesinde Düzenlenen Söyleşi, 16 Nisan 2005.

Karabağ, S., Mekânın Siyasallaşması, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2002.

Korkmaz, E., Şeyh Bedrettin ve Varidat, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 2007.

Lacoste, Y., Büyük Oyunu Anlamak, Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi, NTV Yayınları, İstanbul, 2008.

McNeill, W. H., Dünya Tarihi (Çev. Alâeddin Şenel), İmge Kitabevi, Ankara, 2008.

Oran, B., Küreselleşme ve Azınlıklar, İmaj Yayınevi, Ankara, 2000.

Tarakçı, N., Devlet Adamlığı Bilimi: Jeopolitik ve Jeostrateji, Çantay Kitabevi, İstanbul, 2003a.

Tarakçı, N., Türkiye ve Dünya Üzerine Jeopolitik Analizler, Çantay Kitabevi, İstanbul, 2003b.

Vurmay, H. M., “Bitmeyen Doğu-Batı Çatışması”, Cumhuriyet Strateji, Cumhuriyet Gazetesi Eki, 2005, Yıl 1, Sayı: 39, s. 16.

[1] Doç.Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı, Buca / İzmir

[2] 1970’den günümüze kadar uzanan süreci kapsar. 1970’lerde Çokuluslu Şirketlerin hâkimiyeti, 1980’lerde İletişim Devriminin başlaması, 1990’larda Batı’nın rakibinin kalmamasıyla simgelenir. Postmodern Küreselleşme olarak da tarif edilebilir.