CED 2021 Yaz Faaliyet Raporu

CED 2021 YAZ FAALİYET RAPORU

 

A. OLAĞAN GENEL KURUL TOPLANTISI (26 HAZİRAN 2021)

Coğrafya Eğitimi Derneği Olağan Genel Kurul toplantısı 26 Haziran 2021 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Genel Kurul toplantısı sonucunda 2021-2024 döneminde derneğimizin Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı Prof. Dr. Semra GÜNAY AKTAŞ yürütecektir. Yeni dönemde CED misyon ve misyonu doğrultusunda coğrafya bilimi ve eğitimine katkı sunmak için dernek kurullarında görev alan tüm üyelerimize başarılar dileriz.

B. 4. ULUSLARARASI GENÇ SOSYAL BİLİMCİLER KONFERANSI (ICYSS2021) (25-27 HAZİRAN 2021)

CED koordinatörlüğünde gerçekleştirilen ve Türkiye temsilciliğini Gökçe PEKMEZCİ’nin üstlendiği 25-27 Haziran 2021 tarihlerinde düzenlenen konferansın sonucunda Türkiye’den yarışmaya katılan öğrencilerimiz, başarılarını madalyalar ile taçlandırarak ülkemizi en iyi şekilde temsil etmişlerdir. Farklı branşlardan toplam 2 altın, 2 gümüş ve 2 bronz madalya alan öğrencilerimiz ayrıca özel jüri ödülleri ve poster sunum ödülleri kazandılar. Türkiye’yi uluslararası platformda temsil ederek dereceye giren tüm öğrencilerimizi ve danışman öğretmenlerini tebrik ederiz.

C. 14.ULUSLARARASI YER BİLİMLERİ OLİMPİYATI (IESO2021) (25 – 30 AĞUSTOS 2021)

  1. Uluslararası Yer Bilimleri Olimpiyatı (IESO2021) 25-30 Ağustos 2021 tarihleri arasında 34 ülkeden 185 lise öğrencisinin çevrim içi katılımıyla gerçekleştirildi.

Coğrafya Eğitimi Derneği (CED) koordinatörlüğünde olimpiyata katılan IESO Türkiye Ulusal Takımı üyeleri Veri Analizi Sınavı, Yer Bilimleri Proje Yarışması, Mars Görevi, Yer Bilimleri Sanat Çalışmaları ve Gezegen Yemini kategorilerinde ülkemizi temsil ettiler.

Katılımcıların Bronz – Gümüş – Altın madalya uygulaması yerine olimpiyat kategorileri bazında Good – Very Good – Excellent başarı dereceleri elde ettiği organizasyonda Türkiye Ulusal Takımı üyeleri 7 üçüncülük derecesi ve 1 ikincilik derecesi elde etmiştir. 14. Yer Bilimleri Olimpiyatı’nda ülkemizin bayrağını dalgalandıran ve başarıları ile bizleri gururlandıran ulusal takım üyelerimizi tebrik ederiz.

D. 2024-A 52. LİSE ÖĞRENCİLERİ ARAŞTIRMA PROJELERİ YARIŞMASI

2024-A 52. Lise öğrencileri araştırma projeleri yarışması sonucunda danışmanlığını derneğimiz üyelerinden Oğuzhan ÇELİKYÜREK’in yaptığı, Artun ÖZSOY’un hazırladığı ‘’Topraksız Tarımın Geliştirilmesi ve Maliyet Avantajı: Elektrik Ark Ocağı (EAO) Cürufunun Kullanılması’’ adlı proje Türkiye 2.liği kazanmıştır.

Aynı yarışmada danışmanlığını derneğimiz üyelerinden Tolga ELDURMAZ’ın yaptığı, Demiralp ÖZEN ve İpek ŞENKAYA’nın hazırladığı ‘’ Oyun Coğrafyası: Dijital Oyunların Coğrafya Dersinde Akademik Başarıya Etkisi’’ adlı proje Türkiye 3.lüğü kazanmıştır. Dereceye giren tüm öğrencilerimizi ve danışman öğretmenlerini tebrik ederiz.

E. TÜBİTAK 2204-B 15. ORTAOKUL ÖĞRENCİLERİ ARAŞTIRMA PROJELERİ YARIŞMASI

TÜRBİTAK 2204-B 15. Ortaokul Öğrencileri Araştırma Projeleri Yarışmasında danışmanlığını derneğimiz üyesi Sinan ÖZDEMİR’in yaptığı “Hava Koşullarına Uyumlu Sera” başlıklı projesi ile Ege ULUCAN teknolojik tasarım – tarım ve hayvancılık tematik alanında Türkiye ikinciliği ödülü kazanmıştır. Bu başarıdan dolayı proje sahibi öğrencimizi ve danışman öğretmenini tebrik ederiz. 

F. 2021 YKS DEĞERLENDİRME RAPORU

Derneğimiz üyeleri Engin Kahyaoğlu ve Suphi Tüysüzoğlu tarafından hazırlanan 2021 YKS Coğrafya soruları değerlendirme raporuna CED internet sitesinde yayınlanmıştır. 
http://tceder.org/duyurular/ced-2021-yks-degerlendirme-raporu/ 

G. COĞRAFYA EĞİTİMİNİN ÖNEMİ HAKKINDA BASIN BİLDİRİSİ

CED Yönetim Kurulu tarafından kaleme alınan ve  yayınlandıktan sonra bir çok ulusal medya kanalında da yayınlanarak ses getiren “Coğrafya Eğitiminin Önemi Hakkında Basın Bildirisi’ metnine derneğimizin internet sitesi üzerinden ulaşılabilmektedir.
http://tceder.org/duyurular/cografya-egitiminin-onemi-basin-bildirisi/ 

H. TÜBİTAK 4004 “Geleceğin Şefleri Gastronomi Keşfinde” Projesi

Derneğimiz üyeleri Prof. Dr. Semra GÜNAY AKTAŞ ve Şenol ERTEN’in danışmanlığında, Ar. Gör. Dr. Sema EKİNCEK’in yürütücülüğünde hazırlanan ve derneğimizin paydaş olduğu “Geleceğin Şefleri Gastronomi Keşfinde” isimli proje TÜBİTAK 4004 Doğa Eğitimi ve Bilim Okulları kapsamında desteklenmeye hak kazandı.  16 – 27 Ağustos 2021 tarihleri arasında hayata geçirilen projede emeği olan herkese teşekkür ederiz.

I. TRT RADYO1 “İKLİMİN GELECEĞİ” PROGRAMINA KATILIM

Derneğimiz YK Başkan Yardımcısı Çağdaş YÜKSEL, 19.08.2021 ve 02.09.2021 saat 16.05’te TRT Radyo 1”de Neşe Yenice’nin yapımcılığını yaptığı İklimin Geleceği programlarına konuk olarak katılmış, derneğimiz ve 14. Uluslararası Yer Bilimleri Olimpiyatı hakkında bilgilendirme yaparak Türkiye Ulusal Takımı’nın elde ettiği başarıları paylaşmıştır.

Alfred WEGENER

 

KITALARIN SÜRÜKLENMESİNDEN EBEDİ BUZA SÜRÜKLENME: ALFRED WEGENER

Murat BAŞ [1]

Resim 1. Alfred Lothar Wegener ( https://www.britannica.com/biography/Alfred-Wegener )

Tam adıyla Alfred Lothar Wegener 1 Kasım 1880 yılında Berlin’de eğitimci bir ailenin 5. çocuğu olarak dünyaya geldi. Eğitimci bir aileye sahip olmasının getirisi olarak özgür bir çocukluk yaşayan Alfred Wegener, abisi Kurt Wegener ile birlikte doğa bilimlerine daha o yaşlarda merak salmıştır. Eğitim hayatına Berlin’de başlamış liseyi de en üst ortalamayla bitirdikten sonra 1900-1904 yıllarında Heidelberg ve Innsbruck’da fizik, meteoroloji ve astronomi okumuş, 1905 yılında Berlin Üniversitesi’nde astronomi doktorasını bitirmiştir. 1906 yılında 4 sefer araştırma gezisi için gideceği Grönland’a ilk gezisini gerçekleştirmiş ve burada abisi Kurt Wegenerle üst atmosferi incelemek için uçurtmaları ve bağlı hava balonlarını kullanan ilk bilim insanı olmuş, 52 saatten fazla kesintisiz havada kalarak dünya dayanıklılık rekorunu kırmıştır.

Resim 2. Wegener ve ekibi bir hava balonunun tanıtımı için hazırlanıyor. (https://publish.illinois.edu/alfredwegener/life/ )

1909 yılında Grönland gezisinden döndükten sonra Marburg Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders vermeye başlayan A. Wegener bu gezi esnasında elde ettiği sonuçlar doğrultusunda ülke çapında kabul gören “Atmosferin Termodinamiği” kitabını yazmıştır. 1912 yılına gelindiğinde tekrar Grönland gezisine çıkan A. Wegener burada ünlü iklim bilimci Wladimir Köppen ile tanışmış ve beraber çalışma fırsatı elde etmiştir. Bu gezide ayrıca kış mevsimini Grönland’ta geçiren ilk insan olmuştur. İkinci gezisinden döndükten sonra W. Köppen’in kızı Else Köppen ile evlenmiştir.

Marburg Üniversitesi’nde çalışmaya devam ederken 1914’te 1. Dünya Savaşı başlamış ve yedek subay olarak orduya girmiştir. 2 kez yaralandığı askerlik görevinde artık cepheye uygun olmadığı düşünülmüş, meteorolog ve havacı olarak hizmete devam etmiştir. İlk defa 1912 yılında dile getirdiği, fakat hayalcilik ile suçlanarak kabul görmediği kıta kayması üzerine düşüncelerini bu dönemde daha da geliştirmiş, en önemli eseri olan “Kıtaların ve Okyanusların Kökeni” kitabını yazmıştır. Bu ismi seçmesindeki neden ise kendisiyle C. Darwin arasında ciddi benzerlikler görmesidir.

Resim 3. Kıtaların ve Okyanusların Kökeni (https://archive.org/details/dieentstehungder00wege/page/n6/mode/2up)

Bu kitapta basit bir ifadeyle; başlangıçta tüm kıtaların bir bütün olduğunu, sonradan parçalanıp dağılarak günümüzdeki konumlarına ulaştığını ileri sürmüştür. Teorisini ortaya koyarken kanıt olarak, kıtaların neredeyse yapboz parçaları gibi birbirine uyması ve yine farklı kıtalardaki özdeş fosiller ile kayaç yapılarının birbiri arasındaki uyumunu göstermiştir. Revizyondan geçmiş olmasına rağmen hala kıtaların hareket etmesini tam olarak açıklayamayan ve savaş döneminde Alman bir bilim insanı olmasından dolayı A. Wegener alaycı ifadelerle karşılaşmış, kitabı ve teorisi yine kabul görmemiştir. Çok az bir çevre tarafından desteklense de istediği destek ve tepkileri alamadığı için Marburg Üniversitesi’nden ayrılmış ve Hamburg’a taşınıp burada meteorolog olarak yaşamına devam etmiştir.

1921’de Hamburg Üniversite’nde öğretim görevlisi olarak tekrar kendine yer bulmasıyla çalışmalarına kaldığı yerden devam etmiş ve 1922 yılında kitabının üçüncü versiyonunu yayımlamıştır. Buna göre bundan yaklaşık 300 milyon yıl önce tüm kıtaların kutuptan direğe uzanan bir süper kıtada birleştiğini ve 200 milyon yıl önce de şu an günümüzdeki konumlarına doğru hareket etmeye başladığını öne sürmüştür. Bu süper kıtaya da tüm karalar anlamına gelen Pangea adını vermiştir.

Resim 4. Kıtaların Kayma Teorisi (https://www.nkfu.com/alfred-wegener-kitalarin-kayma-teorisi-hakkinda-bilgi/)

Wegener’in kitabı çıkmasıyla birlikte jeologlar arasında ciddi tartışma konuları çıkardı ve teoriyi tartışmak üzere iki tane uluslararası konferans düzenlendi. Davet edilmesine rağmen iki konferansa da katılmayan Wegener daha da çok tepki çekti ve teorisi yine kabul görmedi. Özellikle kıtaları yer kabuğu üzerinde iten kuvvete dair kesin bilgi verilememesi ve kendisinin de bu soruya tam bir cevabı olmaması kabul görülmeyişinin nedeni oldu. Bir kez daha hayal kırıklığına uğramış ama teorisinden vazgeçmemiştir. Bu dönem de Almanya’da hiçbir üniversiteden profesörlük alamayan Wegener, Graz Üniversitesi’nde kendisine meteoroloji ve jeofizik profesörü olarak yer bulmuştur.

1929 yılına gelindiğinde kitabının dördüncü ve son basımını yayımladı. Farklı disiplinlerden yeni kanıtlar, yeni bulgular sunarak asla teorisinden vazgeçmese de hala kuvvet sorununun tam çözümünü açıklayamadı. Bunun ilerleyen zamanlarda cevaplanabileceğini söyleyerek kendini tekrar Grönland iklimiyle ilgili gezilere yöneltti. 1929 ve 1930 yılında Grönland’da son iki gezisini gerçekleştiren A. Wegener, hayatı boyunca ciddi benzerlikler gördüğü Darwin gibi kalp yetmezliği sonucu ölmüş fakat cesedi ancak 1931 yılında bulunabilmiştir.

Resim 5. Wegener ve Rasmus Villumsen 1 Kasım 1930’da yolculuğa hazırlanıyor. (https://2ladd.com/2019/02/kitalarin-kayma-teorisi-nedir-pangaea-ve-alfred-wegener/ )

Wegener’in ölümünden sonra gündeme gelmeyen kayma teorisi bu dönemde çeşitli sebeplerle yapılan araştırmalar sonucunda tekrar ortaya çıkmıştır ve gelişen teknolojik imkanlarla birlikte hipotezi kesinlikle doğrulanmıştır. Kıta kayma kuramının üzerine geliştirilen “Levha Tektoniği” kuramıyla birlikte günümüzde dünyamızın nasıl oluştuğu, depremler gibi birçok soruya yanıt verebiliyoruz. Maalesef çoğu bilim insanı gibi yaşarken değil de öldükten yıllar sonra hakkettiği övgülere mazhar olabilmiştir.

Resim 6. Dünya Üzerindeki Levhalar ve Levha Sınırları (https://www.haberturk.com/yazarlar/celal-sengor-2466/1796586-jeolojide-devrim-nasil-oldu)

Kaynakça:

  • Watt, F., Yaşadığımız Gezegen, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2003.
  • Bolt, B.A., Depremler, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2008.

* https://publish.illinois.edu/alfredwegener/life/

* https://www.britannica.com/biography/Alfred-Wegener

* https://2ladd.com/2019/02/kitalarin-kayma-teorisi-nedir-pangaea-ve-alfred-wegener/

* https://earthobservatory.nasa.gov/

*https://evrimagaci.org/alfred-lothar-wegener-kimdir-ne-yapmistir-kendi-agzindan-yasam-oykusu-8113

 

[1] Bornova Özel Uğur Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni

Ajanda 2030

 

AJANDA 2030

Murat ADITATAR [1]

Son dönemlerde sıkça gündeme gelen veya getirilen bir kavram var. “Ajanda 2030” olarak tanımlanıyor. Başlangıcı 1990’lara dayanıyor. Ancak pandemi (salgın) ile daha fazla kullanılmaya başlandı. 2020 Ekim ayı sonunda ekranlara çıkan Kanada Başbakanı Justin Trudeau “Pandemi bize reset (sıfırdan, yeniden başlama) için yol açtı. Yeni bir ekonomik sistemi kurma çabalarımız için bu büyük bir fırsattır. Ajanda 2030, Sürdürülebilir Gelişimler ve Sürdürülebilir Gelişme Hedefleri için gayret sarf edeceğiz’’ dedi.

Dünya Ekonomik Forumu Kurucusu Prof. Klaus Schwab 2020 yılı mayıs ayında, İsviçre Davos’ta “Büyük Reset”i tanıtarak Prens Charles’ı kürsüye davet etti. “Büyük Reset”in neden gerekli olduğunu anlatan Prens Charles, küresel iklim değişikliğinin gıda üretiminde azalmaya yol açacağını, artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için kaynakların doğru kullanımının şart olduğunu bunun için de yeniden yapılanmanın gerekliliğini dile getirdi.  (Video linki:  Prince Charles speaks at the World Economic Forum | LIVE )

Dünya Ekonomik Forumu’na sıkça katılan Homo Sapiens ve Homo Deus yazarı Prof. Yuval Noah Harari’nin ilgi çeken sunumunu Bloomberg TV’ye röportaj veren Dünya Ekonomik Forumu kıdemli danışmanı Cüneyd Zapsu detaylarıyla anlattı.  (Video linki: https://youtu.be/4EDORSxv4CI)  Harari, yakın gelecekte dünyayı nelerin beklediğini, nasıl olması gerektiğini sunumlarında anlatmış. 15-20 sene sonra yeni ve bambaşka bir insanlığın başlayacağını, insanların bağımsız yaşayamayacağını belirten Harari, biyoteknoloji alanında geniş veri ağına sahip küçük elit bir grubun bütün dünyayı yönetebileceğini iddia etmiş. Öngörülerinde daha da ileri gidip biyometrik sensörler aracılığıyla beyin kontrolü sağlanacağını iki örnek üzerinden açıklamış. İsrail’in Batı Şeria’da sadece insan değil her türlü canlıyı kontrol ettiğini söyleyen Harari, Çin’in de konuyla ilgili ciddi yatırımlar yaptığını, bazı kentlerde pilot uygulamaların hayata geçirildiğini vurgulamış.

Özellikle Harari’nin konuşması günümüzde yaşanılanlar göz önüne alınırsa dikkat çekici. Ajanda 2030 ile yapılmak istenen, Harari’nin sözünü ettiği tam kontrol olabilir mi? Elon Musk’ın Stratosfer’e yerleştirmeye başladığı ve 2026 yılına kadar  42.000 adedi bulacak uyduların yeryüzündeki her noktayı gözetleyebileceği düşünülürse İsrail ve Çin’deki uygulamaların tüm dünyada yapılabilirliliği olası görünüyor.

Milenyum Kalkınma Hedefleri

Esasen bu kavram yeni değil. Birleşmiş Milletler 2000 yılında “Binyıl Kalkınma Hedefleri” ilan etmişti. 193 ülke ve 23 uluslararası şirket bu hedeflerin gerçekleştirilmesi doğrultusunda yardım etmek için söz vermişti. “Binyıl” ya da bir diğer ifadeyle “Milenyum Kalkınma Hedefleri”nin 2015 itibarıyla tamamlanması öngörülmüştü.

Binyıl Kalkınma Hedefleri sekiz başlıktan oluşuyordu:

1: Aşırı Yoksulluğu ve Açlığı Ortadan Kaldırmak

2: Herkes için Evrensel İlköğretim Sağlamak

3: Cinsiyet Eşitliğini Teşvik Etmek ve Kadınların Güçlendirilmesini Sağlamak

4: Çocuk Ölümlerini Azaltmak

5: Anne Sağlığını İyileştirmek

6: HIV/AIDS, Sıtma ve Diğer Hastalıklarla Mücadele

7: Çevresel Sürdürülebilirliğin Sağlanması

8: Küresel Ortaklık.

Çeşitli ülkelerde hedeflerin gerçekleştirilmesi için yasalar çıkarıldı. İstanbul Sözleşmesi buna bir örnek oluşturmaktadır. Ayrıca Türkiye’de cinsiyet eşitliği adına orta öğretim kurumlarında on ilde seçilen pilot okul öğretmenleri ile toplantılar düzenlendi. Müfredat içine konunun yerleştirilmesi çalışmaları yapıldı. Çalıştığım okulda görevlendirilen bir öğretmen olarak bu faaliyetlere katılmıştım. Ancak hedeflerin gerçekleşmesi beklenen düzeyde olmadı.

Bunun üzerine “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları” diğer bir deyişle Küresel Amaçlar, Binyıl Kalkınma Hedefleri’ne eklemlendi. Birleşmiş Milletler üyesi 193 ülke tarafından yoksulluğu ortadan kaldırmak, dünya gezegenini korumak ve tüm insanların barış ve refah içinde yaşamasını sağlamak üzere 2030 sonuna kadar ulaşılması için 17 amaç belirlendi ve anlaşma Ocak 2016’da yürürlüğe girdi. Binyıl Kalkınma Hedefleri’ne iklim değişikliği, ekonomik eşitsizlik, yenilikçilik, sürdürülebilir tüketim, barış ve adalet gibi yeni kavramlar eklendi.  Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın hedefi 2030 olarak belirlendi. 2020-2030 yılları arası ise “Eylem On Yılı” olarak adlandırıldı.

Dünya Ekonomik Forumu Videosu

Konuyla ilgili dikkat çeken başka önemli paylaşım ise Dünya Ekonomik Forumu’nun 2016 yılında yayımladığı “AJANDA 2030’’ başlıklı video. Videoda 2030 yılına kadar gerçekleşmesi planlanan hedefler maddeler halinde anlatılıyor. Oldukça ilginç ifadeler bulunan maddelere bakılırsa pandemi sürecinde zorunlu olarak içine girdiğimiz bir dünya modeli hazırlanmak isteniyor. (Videonun linki:  World Economic Forum: “You’ll own nothing, and you’ll be happy” (While Oligarchs Own Everything)

1-Hiçbir şeye sahip olmayacaksınız ve mutlu olacaksınız. Ne isterseniz kiralayacaksınız ve bunlar size dronlarla teslim edilecek.  Hiçbir şeye sahip olmadan mutlu olmak! Bu madde Dünya üzerinde özel mülkiyetin kalkması anlamına mı geliyor? İnsanların her şeyi ‘’KİMDEN’’ kiralayacağı belirtilmiyor. Bir üst kurul mu olacak? Hayatımıza girmeye başlayan dronların kurye görevini üstlenmesi yakın zamanda gerçekleşebilir.

2- ABD dünyanın süper gücü olmayacak, başka ülkeler de egemen olacak.  ABD’nin dünya üzerindeki hakimiyetinin biteceği öngörülüyor. Tek kutuplu dünyanın biteceği iması yapılıyor. Videoda Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı ülkelerin bayrakları görünüyor.

3-Organ veya donör beklerken kimse ölmeyecek. Organ nakledilmeyecek, 3D print (yazıcı) ile organik dokular kullanılarak yenileri yapılacak. Teknolojinin tıbba etkisi, katkısı sürekli artıyor. Ancak bu uygulamanın hayata geçmesi demek bir anlamda ölümsüzlüğe ulaşmak anlamına geliyor. 

4-Şu ankinden çok daha az et yiyeceksiniz, bu sizin tercihiniz olacak. Çevre ve sağlığınız için. Bu maddede özellikle büyükbaş hayvanların çok fazla sera gazı üretmeleri nedeniyle, alternatif protein kaynakları oluşturulacağı vurgulanıyor. Yapay et kavramı günümüzde konuşulmaya başlandı.

5-İklim değişikliği yüzünden 1 Milyar insan göç edecek. Mültecileri iyilikle karşılamak ve onları entegre etmek için gayret göstermeliyiz. İklim değişikliğinin kuraklığa ve su sorununa yol açacağı felaketlerin büyük nüfus hareketlerine yol açacağı bekleniyor. Dünya nüfusu şu anda 7,8 milyar. Bir milyar insanın göç etmesi, dünya demografik yapısının büyük ölçüde değişmesi ve kaotik bir dünya anlamına geliyor. 

6-Çevreyi kirletenler yani fabrikalar CO (Karbonmonoksit) vergisi ödeyecek. Karbonun küresel bir bedeli olacak. Bu yüzden fosil yakıtlar tarihe karışacak. Yürürlüğe konulan “The Green New Deal” (Yeşil Yeni Anlaşma) iklim krizinin nasıl çözüleceğine dair çözümleri içeriyor. Fosil yakıtların yerini alacak temiz alternatif enerji kaynaklarının kullanımını teşvik etmek hedefleniyor.

7-Mars’a gitmek için hazırlanabilirsiniz. Bilim insanları sizleri uzayda sağlıklı tutmanın yolunu bulmuş olacak. Uzay yolculuğu için teknolojik gelişmelerin hızlandığı vurgusu yapılıyor. Mars’ta koloni oluşturulacağı belirtiliyor.

8-Batılı değerler kırılma noktasına gelinceye kadar test edilmiş olacak. Demokrasinin temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı ilkesi unutulmamalı… İnsan hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik batılı değerlerin kırılması hangi anlama geliyor? Kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması otokratik yönetimlerin ortaya çıkması demek. Pandemi sürecinde ülkelerin baskıcı yöntemlerine tanık olduk. Hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı süreçler yaşandı. Kastedilen bu olabilir mi?

Ütopya Mı Distopya Mı?

Ajanda 2030 başlığı altında belirlenen hedefler bir anlamda ütopik bir dünya beklentisini sunuyor. Ancak planlanan değişikliklerin masumiyeti tartışmaya açıktır. Sürdürülebilir bir dünya hedeflenirken tüm dünyanın küçük bir zümrenin kontrolünde olacağı iddiası da düşündürücü ve kafalarda soru işaretleri oluşturuyor. Dünya Ekonomik Forumu’nda konuşulan ve hedeflenen bu projelerin nasıl gerçekleşeceği de başka bir soru. Yaklaşık 100 trilyon dolara mal olacak projelerden söz ediliyor ve bu projelerle dünyanın yeniden şekillendirileceği ifade ediliyor. Pandemi ile birlikte başta ABD olmak üzere ülkelerin çoğu karşılıksız para bastı. Bugüne dek basılan para miktarı 10 trilyon doları geçmedi. Bu denli yüksek kaynağın nereden ve nasıl karşılanacağı açıklanmıyor.

Olağanüstü zamanlardan geçiyoruz. Son iki yılda yaşadıklarımızı 2018 yılında birileri söyleseydi “komplo teorisi” veya “distopya” olarak tanımlardık.

Ajandaya bakılırsa dünyayı daha büyük felaketler ve değişimler bekliyor. Küresel boyutta yaşanacak afetlerin yaratacağı nüfus hareketlerinden söz ediliyor. Tüm bunlar insan ve dünyanın kritik bir eşikten geçtiğine işaret ediyor. Ajanda 2030 hedefleri Dünya’yı yeniden dizayn etme projesi ve Dünya’nın bu dizayna nasıl tepki vereceğini önümüzdeki 9 yıllık süreçte hep birlikte yaşayarak göreceğiz.

 

Kaynakça

www.surdurulebilirkalkinma.gov.tr/amaclari/acligi-bitirmek/

www.unesco.org.tr/Pages/108/219/S%C3%BCrd%C3%BCr%C3%BClebilir-Kalk%C4%B1nma-2030-Hedefleri-%C4%B0htisas-Komitesi

www.sivildusun.net/bm-surdurulebilir-kalkinma-icin-2030-gundemi-nelerden-olusuyor/

www.unsdsn.boun.edu.tr/2020-surdurulebilir-kalkinma-raporu/

 

[1] Emekli Coğrafya Öğretmeni

Orta Ren Vadisi’nde Yolculuk

ORTA REN VADİSİ’NDE YOLCULUK

Gürhan CANDAN[1]

Ren Nehri (Almanların söylemiyle Rhein), Alplerden beslenip İsviçre, Lihtenştayn (Liechtenstein), Fransa, Almanya ve Hollanda toprakları boyunca yol kat edip Kuzey Denizi’ne dökülür. Üç büyük kolu vardır. Bunlar: Mosel, Main ve Neckar’dır. Yıl boyunca bol su taşıyan nehir, düzenli bir rejime sahip olmakla birlikte orta ve aşağı çığırında oldukça yavaş akar. Yani hidroelektrik enerji potansiyeli düşük olan nehir,diğer yandan ulaşım ve taşımacılığa elverişlidir. İKV’ye(İktisadi Kalkınma Vakfı) göre, AB’de her yıl yaklaşık 440 milyon ton ürün akarsular vasıtasıyla taşınmaktadır. Bu miktar, toplam Pazar hacminin yaklaşık %3,5’ine denk düşmektedir. Akarsu taşımacılığının AB içinde ulaşımdaki payı ise %6,5 dolaylarındadır. Bunun içinde de Ren Nehri’nin payı önemlidir.

 Görsel 1: Ren Nehri’nin güzergahı. Kaynak: Wikipedia

Görsel 2: AB’de akarsu ulaşım ağından da anlaşılacağı üzere Ren ve kolları geniş bir yayılışa sahiptir.  Kaynak: AB Komisyonu

Görsel 3: Yakın planda Ren Nehri üzerinde kömür taşıyan kuru yük gemilerinden biri görülmektedir.

Görsel 4: Mosel ile Ren nehirlerinin birleştiği nokta ve akarsu gemi trafiği. Deutsches Eck olarak adlandırılan bu birleşme yerine ‘sanki bir gemiden bakılıyor’ hissi verilmiş.

Ancak “bildiğimiz Ren Nehri’nin” günümüzdeki birçok özelliğini kazanması bir takım köklü değişikliklerin sonucunda gerçekleşmiştir.  18. yüzyılın sonuna dek Ren Havzası düzenli taşkınlara sahne olan, taşkın ovalarında sineklerin ürediği, tarım arazilerinin verimli kullanılamadığı bir özelliğe sahipmiş. Ta ki Alman mühendis Johann Gottfried Tulla’nın aklına Ren Nehri yatağını düzleştirme projesi gelene kadar! Sürekli tekrarlanan taşkınlar Tulla’nın Ren Nehri’nde köklü bir düzenleme yapılması gerektiği fikrinin ortaya çıkmasına neden olmuş, 1817 yılında bu konuya yönelik harekete geçilmiştir. Tulla’ya göre nehir yatağı çok kıvrımlıydı ve bu kıvrımlar yok edilmeliydi. Ren Nehri, düz bir yapay yatak içinde akmalı ve etrafındaki bataklıklar kurutulmalıydı. Tulla’nın bu düşüncesinin temelinde yatan neden, taşkınların tarım alanlarını daraltmasıdır. Bu nedenle başlayan çalışmalar 1817-1876 yılları arasında yaklaşık 59 yıl boyunca devam etmiştir. Tulla 1828 yılında hayatını kaybetmiş ve süreci sonuna kadar görememiştir. Ancak düzenleme çalışmaları daha sonra 1905 li yıllarda yeniden başlamıştır. Tulla’nın ortaya attığı fikrin temelini her ne kadar tarım arazilerinin kurutulması ve kurtulması oluştursa da sonradan yapılan düzenlemeler başka “kazanımların da”(yük ve yolcu taşımacılığının geliştirilmesi gibi) elde edilmesi sonucunu doğurmuştur.

Görsel 5: Ren Nehri’nin, düzleştirme çalışmaları yapılmış ve yapılmamış hallerinin bir arada gösterildiği haritalardan biri (Zimmermann,2015).

Tüm çabalar ve önlemlere rağmen taşkınlar zaman zaman hala Ren Nehri’nde hayatı olumsuz etkilemektedir. Su baskınlarının hangi yıl kaç metreye ya da santimetreye kadar yükseldiğini gösteren işaretler, şehirlerin/kasabaların çeşitli yerlerine yerleştirilmiş bazen bir kütük, bazen bir evin duvarındaki cetvele işlenmiştir. Kronolojik bir bellek işlevi gören bu cetveller, Ren Vadisi boyunca birçok yerleşimde karşınıza çıkabilmektedir.

 

 

 

 

 

Görsel 6-7: Su seviyesinin hangi yıl ne kadar yükseldiğini gösteren bu işaretler ile toplumsal bir bellek oluşturulmuş.

Nehrin tarihsel süreç içindeki yerinden bahsederken, İkinci Dünya Savaşı’ndaki stratejik önemine de vurgu yapmamak olmaz elbette. Nehir, aşılması gereken doğal bir set işlevi görürken üzerinde bulunan köprüler, en önemli stratejik unsuru oluşturmaktaydı. Dolayısıyla köprüleri ele geçirmek savaşın kazanılmasında kilit rol oynamaktaydı. Almanlar bu nedenle geri çekilirken Müttefik Kuvvetlerin ilerleyişini yavaşlatmak için bu köprüleri havaya uçurmaktan çekinmemişlerdir. Günümüzde her ne kadar Avrupa Birliği anlaşmaları gereği insanlar serbestçe bir ülkeden diğerine geçebiliyor olsa da Almanya ile Fransa arasındaki sınırın bir kısmını Ren Nehri çizmektedir.

Akarsu havzasının yukarı ve orta çığırında sayıları on ikiyi bulan (ikisi İsviçre’de, dokuz tanesi Fransa’da ve bir tanesi Almanya’da) su kilitleri (bentleri)bulunmaktadır. Bunlar seviye farkı nedeniyle akarsu ulaşımının kesintisiz yapılabilmesi için inşa edilen bir nevi havuzlu asansör sistemidir. Linkten schleuse(kilit) adı verilen sistemin nasıl işlediği izlenebilir (http://youtu.be/_KMMT23Qok0). Öte yandan Ren’in bazı yerlerinde düzleştirme çalışmalarına rağmen halen varolan keskin kıvrımlar ulaşımda sıkıntı yaratacak boyutlara varmaktadır. Bu yerlerden biri de Rüdesheim ile Koblenz arasındaki Loreley Kayalığı’nın bulunduğu kısımdır. Bu kısımda Ren Nehri daralır ve derinliği 25 metreyi bulur. Burada akıntıların da etkisi ile geçmişte çokça kaza meydana gelmiştir. Söz konusu alanın günümüze değin ulaşmış bir çok hikayesi vardır. En yaygın olanı; Loreley adındaki genç kadının altın rengi saçlarını kayalıklarda taraması ve gemicilerin bu büyüleyici görüntüye bakarken kaza yapmalarıymış… Hikayenin ne kadar doğru olduğu tartışıladursun konu bir şekilde turistik bir çekici rivayet haline gelmiş bile.

Görsel 8: Loreley ve çevresinin Google Earth görüntüsü.

Havzanın Almanya sınırları içinde yer alan bir başka dikkat çekici yöresi ise Eifel Volkanik Alanıdır. Bölgede “Laacher See” ya da “Maria Laach” olarak adlandırılan volkanik bir göl bulunmaktadır. Edindiğim bilgiye göre bilim insanları bu bölgenin potansiyel bir süpervolkan olduğunu ve uyuduğunu belirtiyorlarmış. Gölün 8-10 km kadar kuzeydoğusunda bulunan ve vanalarla kontrol altına alınmış bir soğuk gayzerinin bulunması da volkanik oluşumların varlığını kanıtlarcasına turistleri ağırlamaktadır. Gayzerin püskürmesi yöredeki görevliler tarafından, akifer içerisinde bulunan suyun CO2 bakımından zengin olması sebebiyle gerçekleşmektedir. Jeopark ilan edilen bölge sunduğu doğal güzellikler ile yöre insanları için eşsiz bir rekreasyon alanıdır.

 Görsel 9: Andernach’ta bulunan soğuk su gayzeri. 

Görsel 10: Uydu fotoğrafında Maria Laach Göl’ü ve kuzeydoğusunda Ren Nehri kıyısındaki Andernach Gayzeri görülmektedir. Soğuksu püskürten “gayzer” 1900’lü yılların başında açılan bir sondaj sonucu oluşmuş. Yani oluşumunda insan faktörü de etkili olmuş.

Görsel 11: Maria Laach rekreasyon alanı ve çevresinin haritası

Görsel 12: Yöredeki konutlarda yapı malzemesi olarak burada bulunan volkanik kayaçlar (bazalt)sık kullanılmış. Geniş tabanlı vadisinin içinde menderesler yaparak akan Ren Nehri’nin yamaçları boyunca üzüm bağlarına ortaçağdan kalma şatolar eşlik etmektedir.

Görsel 13: Ren Vadisi ile özdeşleşen Orta Çağ yapılarından biri.

Öyle ki Ren Nehri üzerinde seyahat ediyorsanız kafanızı kaldırıp hakim tepelere kondurulmuş şatolara baktığınızda kendinizi zaman tüneline girmiş ve ortaçağa gidiyor hissedebilirsiniz. Marksburg, Planzgrafenstein, Fürstenberg, Ehrenfels, Rhreinfels, Sterrenberg, Stahleck, Schönburg kaleleri ile Eltz, Rheinstein ve Cochem şatoları bu yapılardan bazılarıdır.

Görsel 14: Vadi yamaçlarından Ren Nehri ve arka planda eski taşkın ovasına kurulmuş olan bir yerleşim.

 Görsel 15: Orta Çağ Alman mimarisinde kendine çokça yer bulan kalelerden biri

Bunlardan Eltz Şatosu Ren’in bir kolu olan Mosel Vadisi’nde yer alan bir tepede bulunmaktadır. Eltz Ailesi’ne ait olan bu şatonun fotoğrafı bir zamanlar tedavülden kaldırılan 500 Alman Markı banknotunun da arka yüzünde yer almaktaydı.

Görsel 16: 2002’de tedavülden kaldırılan 500 Alman Markı üzerindeki Eltz Şatosu.

Ren Vadisi’nde üzüm yetiştiriciliği, eskiden beri süregelen önemli bir tarımsal faaliyet olmuştur. Buna bağlı olarak da şarapçılık, gelişim göstermiştir. Almanya, Dünya üzüm üretiminde ilk on beş  arasında ve Ren nehri ile onun kolları bunda önemli pay sahibidir. Örneğin; Mosel Vadisi’nde üretilen “Riesling”, nam salmış ve gurmeler tarafından yüceltilen bir beyaz şaraptır. Buna karşın hak ettiği değeri yeterince görememiştir. Yine de İtalya ve Fransa’nın gölgesinde kalmış olmasına rağmen, Alman şarapçılığının son yıllarda yükselişte olduğu söylenebilir.

Görsel 17: Vadi yamaçları boyunca yükselen üzüm bağları.

 

 

 

 

Görsel 18-19: Soldaki görselde Riesling şaraplarının doğum yeri Mosel Vadisi ve vadi yamaçlarında üzüm bağları, sağdaki görselde ise üzüm kasalarının taşınmasını kolaylaştıran elektrikli asansör görülmektedir.

Yerleşim tarihçesi çok eskilere dayanan vadi boyunca Basel, Strasbourg, Mainz, Mannheim, Koblenz, Bonn, Köln, Rotterdam gibi önemli şehirlerin yanı sıra adı çok da fazla duyulmamış birçok köy, kasaba ve şehir ardı arkasına dizilmiştir. Romantizm kokan ve zaman makinesiyle birkaç yüzyıl geriye gidilmiş hissi veren tat, buralarda kendini daha fazla hissettirmektedir. “Küçük” kalarak özünü koruyabilme ayrıcalığına sahip olan bu şehir ve kasabalar güzellikleri kadar bilim, sanat ve felsefeye olan katkılarıyla da tanınmaktadır. Bonn’da doğan Beethoven, Trier’de doğan Karl Marx, Wuppertal’de doğan Friedrich Engels, Frankfurt’ta doğan Goethe, Marbach am Neckar’da doğan Schiller, Frankfurt’ta doğan Erich Fromm bu insanlardan yalnızca birkaçıdır. Almanya’da bulunan üç yüze yakın üniversitenin otuz kadarı Ren Havzası’nda yer almaktadır. Bunlar arasında yer alanlardan bazıları gerek verdikleri öğretim ile gerekse kuruluş yılları itibarıyla Dünya’da kendine önemli yer bulmuş ekol sayılabilecek öğretim kurumlarıdır. Bunların en önemlileri arasında aşağıdaki üniversiteler sayılabilir:

  • Heidelberg Ruprecht-Karls Üniversitesi: Kuruluşu 1389 yılına dayanan üniversitede araştırmaya büyük bütçeler ayrılmaktadır.
  • Karlsruhe Teknoloji Enstitüsü: 1825’te kurulmuştur.Fizik,astronomi ve doğa bilimlerinde önemli bir yere sahiptir.
  • Aachen Üniversitesi: Alman mühendisliğinin ilk akla gelen üniversitelerindendir.
  • Freiburg Albert-Ludwigs Üniversitesi: 1457 yılında kurulan üniversite arkeoloji alanında ekol sayılmakla birlikte tıp ve biyolojide önemli bir yere sahiptir.
  • Tübingen Eberhard Karls Üniversitesi: 1477 yılında kurulmuştur. Beşeri bilimler alanında Dünyaca tanınmış bir üniversitedir.

Görsel 20: Bir zamanlar Batı Almanya’nın başkenti olan Bonn, 83 milyon nüfuslu ülke için orta ölçekli bir şehir olup, yeşil alanlarının fazlalığı, üniversite hayatı, aktif öğrenci yaşamı, hala burada yer alan bazı diplomatik binalar ve elbette Beethoven ile dikkat çekmektedir.

Görsel 21: Yeşil alanların fazlalığı ile dikkat çeken Bonn, fazla nüfuslanmadan özgün yapısını koruyabilmiştir.

Görsel 22: Bilime verilen önem küçük bir kasabanın sokak tabelasına kadar yansımış. Ünlü hekim ve biyolog Robert Koch ve fizikçi Max Planck bilime yaptıkları katkı nedeniyle Plaidt Kasabası tarafından bu şekilde onurlandırılmış.

Gelişmiş bir çok ülkede olduğu gibi Almanya’da da nüfus, ülke geneline nispeten daha dengeli dağılmıştır. Ancak Ren Havzası’ndaki yoğunluk dikkat çekmektedir. Bunun da başlıca nedeni iş olanakları, ulaşım ve ticaret gibi etmenlerin insanlara daha avantajlı koşullar sunmasıdır. Burada Ruhr Havzası, Ren Nehri gibi faktörleri de dikkate almak doğru olacaktır. 83 milyonluk nüfusuna ve 240’a yaklaşan nüfus yoğunluğuna rağmen metropolleşmenin düşük düzeyde kaldığı söylenebilir. Öyle ki Sanayi Devrimi’nin sembol bölgelerinden olan Ruhr Havzası’nda bile nüfusu bir milyonu aşan şehir yoktur. Ya da Avrupa Birliği’nin finans merkezi sayılan Frankfurt’un nüfusu bile 750 bin civarındadır. Almanya’nın, nüfusu bir milyonu aşan ve en kalabalık ilk dört kentinin nüfusları ise şu şekildedir:

-Berlin: 3 milyon 645 bin(2019). (Ülke nüfusunun %4,4’üne denk düşmektedir)

-Hamburg: 1 milyon 841 bin(2019). (Ülke nüfusunun %2,2’sine denk düşmektedir)

-Münih: 1 milyon 472 bin(2019). (Ülke nüfusunun %1,7’sine denk düşmektedir)

-Köln: 1 milyon 86 bin(2019). (Ülke nüfusunun %1,3’üne denk düşmektedir)

Türkiye’nin en kalabalık ilk dört kenti ile karşılaştırıldığında;

-İstanbul: 15 milyon 462 bin(2020). (Ülke nüfusunun %18,6’sına denk düşmektedir)

-Ankara: 5 milyon 663 bin(2020). (Ülke nüfusunun %6,8’ine denk düşmektedir)

-İzmir: 4 milyon 394 bin(2020). (Ülke nüfusunun %5,3’üne denk düşmektedir)

-Bursa: 3 milyon 101 bin(2020). (Ülke nüfusunun %3,6’sına denk düşmektedir),

Oldukça ilginç bir fark görülmektedir. Nüfusun büyük kısmı kentlerde yaşamakla birlikte yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, belli başlı az sayıdaki metropolde yığılmak yerine çok sayıdaki küçük merkeze daha dengeli bir biçimde dağılış göstermiştir. Konuştuğumuz Alman öğretmene göre, Almanya’nın federal devletlerden oluşması, her eyaletin bir başkenti olması ve“merkeze uzak olma” durumunu pek yaşamaması, kırsal ve kentsel yerleşmeler arasında uçurum oluşmasını engellemiştir. Dahası, kentlerde yaşamın hem pahalı olması hem de kentten bunalan ve doğayla bütünleşmeye çalışan bir kitlenin varlığı, kırsal bir yaşam tarzı ile kentlerin çevresinde daha çok müstakil evlerden oluşan banliyövari bir yaşam tarzının ilgi görmesine neden olmuştur. Sosyal devlet, kırsalda yaşayan insanların sosyo-kültürel ihtiyaçlarını karşılamada cömert bir tutum sergilediğinden “ücra” kavramı (istisnaları saymazsak) günümüz Almanya’sı için pek geçerli değildir. Sözünü ettiğim yatay yayılışlı banliyövari yerleşmelerin tipik örneklerini Ren Havzası’nda fazlasıyla görmek mümkündür.

Görsel 23-24: Ren Havzası’nda bulunan ve müstakil evlerden oluşan çok sayıdaki görece küçük şehir ve kasabalara ait örnekler.

Kırsal yaşam tarzının popülarite kazanarak rağbet görmesi 19. yüzyıl ile birlikte başlamış, 20. yüzyıldan itibaren hız kazanmıştır. Git gide kır kent arasında eşitlenme süreci daha gözle görülür bir hale gelmiştir. Öyle ki dönemin Alman romantizmine ait sanat eserlerinde bile kırsal yaşama övgü ve özlemi görmek mümkündür. Tabii ki bunun tersi de söz konusu. Yani kendini kente atmaya çalışan bir kırsal nüfus da mevcuttur.

Dünya turizm istatistikleri incelendiğinde Almanya’nın, gerek gelen turist sayısı, gerekse turizm gelirleri bakımından ilk on içinde yer aldığı görülmektedir(pandemi öncesinde). Bu sıralamanın ülke içindeki dağılımına ilişkin net bir bilgi aktarmanın biraz güç olduğu söylenebilir. Ancak çok sayıda turizm seyahat sitesi incelendiğinde “Almanya’da en çok görülmesi gereken yerler” listesinde Ren Vadisi’nin her daim yer aldığı görülmektedir. Öte yandan yerel istatistikler de bunu doğrulamaktadır. Almanya, Fransa’dan sonra en fazla kamp alanının (çadır+karavan) bulunduğu ülke olup, bu alanların en yoğun olduğu bölge ise Orta Ren Vadisi’nin önemli bir kısmını içine alan eyaletlerdir (Kuzey Ren-Vestfalya/204 adet, Rheinland-Pfalz/188 adet) (Kaynak: camping.info). Ayrıca Ren Havzası’nda yer alan Frankfurt Havaalanı’nın Almanya’nın en fazla yolcu ağırlayan havaalanlarının başında geldiği, Köln Dom Katedrali’nin Almanya’da en fazla ziyaret edilen yerlerden biri olduğu unutulmamalıdır. Gezilmesi önerilen yerler elbette bu yazı ile sınırlandırılamaz ancak son olarak Essen’i vurgulamamak olmaz. Sanayi Devrimi’nin simge şehirlerinden olan Essen’de bir çoğumuzun bildiği üzere ekonomi madenciliğe dayanırken zaman içinde madencilik, yerini sanayi, inovasyon ve bilişime bırakmıştır. Eski fabrikaları ve maden ocakları müzeye dönüştürülen kent, 2010 yılında İstanbul ve Macaristan’ın Pecs şehirleriyle birlikte “ Avrupa Kültür Başkenti”  ilan edilmiştir.

Görsel 25: Köln Şehri’nin merkezinde hayat, özellikle gündüz saatlerinde oldukça hareketli olmasına karşın mesai bitimiyle birlikte şehre sessizlik hakim olur.

Görsel 26: Köln’ün simgesi Dom Katedrali

Görsel 27-28: İrili ufaklı yerleşmelerde temizlik ve kent estetiği dikkat çekici düzeyde. Öyle ki bazı kentler kent estetiği ve peyzajı konusunda uluslararası yarışmalara dahil olmakta ve başarılı sonuçlar elde etmektedir. Örneğin Andernach, sürdürülebilir yeşil alan planlamasıyla katıldığı uluslararası Entente Florale Europe yarışmasında birincilik elde etmiştir.

Bütün bu anlatılanlardandır ki UNESCO, 2002 yılında Orta Ren Vadisi’ni Dünya Mirası Listesi’ne dahil etmiştir.

Bazı mekanlar, coğrafi konumları ve yaşamış oldukları tarihsel süreçler nedeniyle değerler birikimine sahiptir. Bu birikimin korunarak tanıtılması ve markalaştırılması için bazen emek ve para harcamak gerekir. Ancak bu emek ve para doğru şekilde harcandığında misli ile artı değere dönüşmektedir. Orta Ren Havzası’nda karşımıza çıkan aslında tam da budur. Aslına sadık kalınarak restore edilmiş şatoların varlığı, bağcılık ve şarapçılık kültürünün yaşatılması, söylencelerin çağlar boyunca yeni nesillere aktarılması, doğal unsurların yasalarla koruma altına alınması ve daha nice uygulamanın sürdürülebilirlik ve ekoloji ile harmanlanarak turizme kazandırılması… Bunlar, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda güçlü bir yapıya sahip olmakla eş anlama gelmektedir. Bu tablo kültürel, arkeolojik ve doğal zenginliklere sahip olan başka yerler için iyi bir örnek oluşturmaktadır. Bakanlıklar, üniversiteler ve yerel yönetimler ile birlikte sivil toplum kuruluşları da konuyla ilgili önemli görevler üstlenebilir, bu çalışmalara paydaş olabilirler. Elbette bunun için, önce o işi gerçekleştirme motivasyonunun ve vizyonunun olması gerektiği bir gerçektir.

Kaynakça

camping.info http://www.camping.info/tr/haritada-ara?zl=7&area=5.152588,52.776185,9.27246,49.546598

e-icisleri.gov.tr https://www.e-icisleri.gov.tr/Anasayfa/MulkildariBolumleri.aspx

Servantie,D.,2016.AB ve Türkiye Nehir Taşımacılığı Politikalarının Karşılaştırmalı Analizi,İKV Değerlendirme Notu.

Rösch,N.,2009.Die Rheinbegradigung durch Johann Gottfried Tulla,zfv. http://geodaesie.info/system/files/privat/zfv_2009_4_Roesch.pdf

Wikipedia https://de.wikipedia.org/wiki/Rhein

Zimmermann.W,.2015.Her über die natur-Die Begradigung des Oberrheins im 19. Jahrhundert,Landeskunde Entdecken Online. http://www.leo-bw.de/themen/wissenswertes/umweltgeschichte/herr-uber-die-natur

[1] Özel Uğur Okulları Gaziemir Kampüsü Coğrafya Öğretmeni

  Özel Uğur Okulları Ege Bölge Sorumlusu

Doğa Bilimleri Eğitiminde Doğa Tarihi Müzelerinin Önemi

 

DOĞA BİLİMLERİ EĞİTİMİNDE DOĞA TARİHİ MÜZELERİNİN ÖNEMİ

Dr. Gönenç GÖÇMENGİL [1]

Giriş

Antik Yunan doğa felsefecilerinden başlayarak doğayı ve mekanizmalarını anlamlandırma çabaları, insanlık tarihinin en önemli uğraşlarından biri olmuştur. Doğayı ve nasıl çalıştığını anlamaya başlayan insan, aynı zamanda uzun yüzyıllar boyunca doğadan elde ettiği nesneleri biriktirerek, bunlara kişisel, mistik ve ilahi anlamlar yüklemiştir.

Coğrafi keşifler ile dünyanın farklı kıtalarından çok çeşitli malzemenin özel ve kurumsal koleksiyonlarda toplanmaya başlaması ise koleksiyon çeşitliliği bakımından oldukça karmaşık bir yapıda olan nadire kabinelerinin (Nadireler Salonu, Wunderkammern, Kunstkammern, Cabinet of Curiosities, Les cabinets de curiosités) ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur (Şekil 1).

Şekil 1. Nadire Kabinelerinin öncü örneklerinden birisi İtalyan eczacı ve natüralist Ferrante Imperato (1525-1615) tarafından oluşturulmuştur. Aynı kişinin “Dell’Historia Naturale” isimli eserinde yer alan nadire kabinesinin bu illüstrasyonunda herbaryum, kabuklular, kuşlar, deniz canlıları, fosil, kil, mineraller, metalik madenler, mermer ve süstaşı çeşitleri olduğu belirtilmiştir (Napoli, 1599).

Coğrafi keşifler ve Rönesans’la beraber artan koleksiyonerlik, zaman içinde bilimsel algının daha geniş kesimlerde oluşmasını ve sınıflama sistematiklerinin gelişmesini sağlamıştır. Yıllar içinde bilinen ikili adlandırma ilkesini sistematik bir şekilde ortaya koyan Carl Linnaeus’un (1707-1778) norm haline getirdiği taksonomik sınıflama ile “doğanın taksim edilmesi” hız kazanmış, bu sınıflama mantığına göre şekillenmeye başlayan koleksiyonlarda modern doğa tarihi müzelerinin temellerini oluşturmuştur (Müller-Wille, 2017).

18. ve 19. Yüzyılda kişisel koleksiyonların etrafında kurulan doğa tarihi müzeleri, coğrafi bilginin çok daha yaygın bir şekilde arttığı, Alexander von Humboldt gibi natüralistlerin coğrafi keşifleri ile dünyanın bilinmeyen noktalarının ve doğanın farklı mekanizmaları, jeolojik evrimin ve biyoçeşitliliğin ortaya çıkarılması yarışında birer veri bankası olarak gelişmeye başlamışlardır. Taksonominin yanı sıra, dünyanın jeolojik zamanlarının yavaş yavaş ortaya çıkarılması ile kronolojik bir yapı da kazanan doğa tarihi müzeleri, Charles Darwin’in yarattığı evrimsel devrim ile de yeni bir boyut kazanmış ve 20. Yüzyılın başlarında günümüzdeki haline benzer bir şekle kavuşmuştur.

2. Günümüzde Doğa Tarihi Müzelerinde Eğitim

Uzun süre boyunca, ziyaretçilere sadece sergi düzenlemeleri sunan ve eğitim mekanizmasını bu işlev üzerinden gerçekleştiren doğa tarihi müzeleri başta derin zaman algısı, dünyanın jeolojik geçmişi, eski fauna ve floranın evrimi, güncel biyoçeşitlilik ve ekosistemler, uzay-meteoritler-astronomi, mineraloji, yüzey süreçleri-klimatoloji, iklim değişimi ve o müzenin yer aldığı bölgenin kendine özgü özelliklerini tanıtan kısımlar içermektedir. Genelde uzun yıllar pasif bir eğitim aracı olarak kullanılan sergi koleksiyonlarının eğitime yönelik olan kısmı yıllar içinde gelişmiştir.  Müze tasarımları içerisinde yer alan diyoramalar, planetaryum (gökevi) mekanları, botanik bahçeleri ve senaryosu olan sergi yerleştirmeleri müzelerin eğitsel işlevini arttırmıştır (Şekil 2,3,4 ve 5).

Şekil 2. Berlin Doğa Tarihi Müzesi içerisinde yer alan “Biodiversity Wall” (Biyoçeşitlilik duvarı). Dünyadaki farklı faunaların bir arada olduğu ve canlı çeşitliliğinin farklılığını anlatmak adına yapılan bir yerleştirme. Kaynak: http://www.spnhc2016.berlin/page10.html

Şekil 3. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden bir diyorama, Guaso Nyiro Nehri Vadisi’nde (Kenya) yer alan bir su kaynağı etrafındaki vahşi yaşam ve biyoçeşitliliğin tasviri. Bunun gibi diyoramalar fiziki bir deneyim olarak uzun yıllar ziyaretçilere farklı coğrafi arazilerdeki yaşam döngüsünü açıklamaya yardımcı olmuştur. Kaynak: https://www.amnh.org/shelf-life/discoveries-in-dioramas

Şekil 4. Beaty Biodiversity Museum’da herbaryum atölyesi, bu atölyede katılımcıları bitki saklama ve kendi herbaryumlarını yapmanın inceliklerini öğreniyorlar. (Kaynak : https://www.flickr.com/photos/beatymuseum/18962322271)

Şekil 5. Frankurt Doğa Tarihi Müzesi’nde yer alan volkan modeli, bu modelde ziyaretçiler volkanların patlama dinamikleri ve afet risklerine karşı eğitilip, olası zararları hakkında bilgi sahibi oluyorlar.  Foto: Gönenç Göçmengil.

Çeşitli ülkelerde yaygın bir şekilde doğa tarihi müzelerinin birer üniversite ölçeğinde bağımsız araştırma enstitüleri olmaları ve aynı zamanda her yaştan vatandaşa eğitim ve atölye veren kurumlar haline gelmeleri de eğitimsel işlevlerine büyük bir katkı sağlamıştır. Ancak Türkiye’de bu durumun, az sayıda kurumda gerçekleştiği söylenebilir. Bünyelerinde müzelerin büyüklüğüne göre bazen milyonlarca doğa tarihi nesnesini barındıran bu müzeler, depoları ve araştırma altyapıları ile de başlı başına birer eğitim kurumudur.

Dünyadaki iç ve dış sistemlerin nasıl çalıştığını genç yaşlardan anlayarak tecrübe eden müze ziyaretçileri, şimdiki ve gelecek yaşamlarında evrende biricik konumda olan dünya ve içindeki canlılara yönelik olarak bu bilinçle davranmakta ve doğaya sahip çıkmaktadır. Bu bağlamda doğa tarihi müzesi çalışanları ile doğa bilimleri bölümlerinden (biyoloji, coğrafya, jeoloji vb.) mezun olmayan kişileri bir araya getiren en önemli kesişim alanlardan biri vatandaş bilimi projeleridir.

3. Vatandaş Bilimi ve Doğa Tarihi Müzeleri

Son 20 ile 30 yıllık dönemde ise müzelerin eğitimsel faaliyetlerini yanı sıra, araştırma yapan müze personeli ile birlikte çalışan ve bilimsel veri üretimine direkt olarak katkıda bulunan Vatandaş Bilimi (Yurttaş Bilimi, Citizen Science) projeleri öne çıkmaktadır (Ballard ve diğ., 2017). Bu projelerde bilime ve doğaya meraklı ve akademik olarak bu konularla ilgilenmemiş kişilerin bilimsel bilgi üretimi, doğa koruma, biyoçeşitlilik ve doğa tarihi müze koleksiyonlarının korunması ve arşivlenmesine katkıda bulunması hedeflenmiştir. (Spear ve diğ., 2017). Bazı durumlarda konunun “amatör” uzmanları uzun yıllar farklı doğa bilimleri konusunda eğitim almış-çalışmış kişiler kadar, hatta daha fazla bilgi ve tecrübe sahibi olabilir.

Vatandaş bilimi ile uğraşan amatör doğa bilimcileri, doğa tarihi müzesi profesyonelleri ile beraber çalışarak, kuş gözlemi ve kuş sayımı, balık popülasyonlarının dağılımı, farklı bitki ve hayvanların kaydı, entomoloji kayıtları, eski arşiv ve hatırat belgelerini dijitalleştirme ve bunları toplama konusunda sayısız projede görev almışlardır (Hill ve diğ., 2012). Bu ortaklık ile bazen on binleri bulan doğa gözlemleri çevrimiçi arşiv ve proje raporlarında toplanabilmiş ve doğa koruma, vahşi yaşam, kent ve kırsal alan ekosistemleri ve bunların daha etkili ve sürdürülebilir bir şekilde korunması sağlanabilmiştir (Şekil 6).

Şekil 6. Maremma Doğa Tarihi Müzesi (İtalya) projesi olan “BioBlitzes” isimli vatandaş bilimi projesinden bir kesit. Bu projede biyoçeşitliği anlamak için sayımı yapılan alanlardaki veriler, makalelerde kullanılabilecek, atıf verilebilecek şekilde düzenlenerek araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır. Bu veriler aynı zamanda politika üreticileri ve doğa koruma alanlarındaki kişilerin kullanması ve tehlike altındaki bölgelerin durumunu anlamak için de faydalı veriler oluşturmaktadır (Kaynak : https://eu-citizen.science/project/250)

Vatandaş biliminin bir diğer önemli çalışma konusu müze koleksiyonlarının kendileri üzerine olanlardır. Son 20 yılda gerçekleşen internet ve dijitalleşme devrimi sonucunda, doğa tarihi koleksiyonları da tamamen çevrimiçi bir şekilde erişilebilecek bir hale gelmeye başlamıştır. Bu kapsamda milyonlarca verinin taranması ve kataloglanması işlerinde de vatandaş bilimi projeleri rol almaya başlamış, amatör bilim meraklıları hem doğa tarihi materyali ile birebir çalışma imkânı bulurken, hem de bu materyal hakkında da eğitim alarak bilgisini ilerletmekte ve yaşta öğrenim imkânı kazanmaktadır.  Bunun yanı sıra arttırılmış gerçeklik ve interaktif sergi setleriyle zenginleşen müze alanları, ziyaretçilere daha keyifli ve öğretici bir deneyim vermektedir.

4. Dijital devrim ve COVID-19 döneminde Doğa Tarihi Müzelerinde Eğitim

Dijital devrim ve yeni sergi pratikleri ile interaktif müze senaryoları ve ziyaretçilerin birebir deneyim kurabilecekleri ve bir parçası olabilecekleri sergi yerleştirmeleri üretilmeye başlanmıştır. Bunların en basitlerinden “arttırılmış gerçeklik” (augmented reality) uygulamaları da içeren sergi setleridir. Bu setlerden bazıları özellikle jeomorfolojik uygulamalar, jeoteknik problemler ve yüzey süreçlerinin anlaşılmasında artık sıklıkla kullanılmaktadır. Kum dolu bir kutu üzerine projeksiyonla yansıtılan renk ve şekillerle, jeomorfolojik kavramlar hızlı bir şekilde anlatılabilir, isteğe göre kutu ve kum şekilleri değiştirilebilir.

Şekil 7. Arttırılmış gerçeklikle kum havuzu modeli ile jeolojik kavramların anlatımı. Kaynak : (Reed ve diğ., 2016)

Teknolojik devrim ile bir arazi çalışması sırasında görebileceğiniz endemik bir tür, nadir bir kaya ya da bir canlı artık çevrimiçi arşivler vasıtasıyla ulaşılabilir ve incelenebilir bir yapı kazanmıştır. Bununla beraber geçtiğimiz yıllara kadar çevrimiçi arşivler hem eğitimde hem de ziyaret açısından büyük bir kitleye hitap etmemesinin yanı sıra, doğa tarihi müzeleri ve genel olarak müzeler dijital devrime ve geniş bir internet görünürlüğüne sahip değillerdi (King ve diğ., 2021). Buna karşın COVID-19 pandemisi sonucunda dünyadaki bütün müzelerin yaklaşık yüzde 90’lık bir kısmını 2020 Mart ayında geçici olarak kapanmasına sebep oldu (UNESCO, 2020). Söz konusu kapanma o zamana kadar halen sınırlı sayıda bir dijital dönüşüm ve sergi pratiğine sahip müzelerin hızlı bir şekilde çevrimiçi sergi ve eğitim pratiklerine geçmeye zorlamıştır (Cota-Sánchez, 2020). Bu kapsamda, müze sergileme pratiklerinde sanal gerçeklik (virtual reality) uygulamaları, 3 ve 4 boyutlu sergi mekânları ile müzelerin koleksiyonlarını ve mimari iç mekânlarını tamamen tarayarak müzelerde çevrimiçi ziyaret etmeye yarayan ara yüzler geliştirilmiştir. Bu arayüzlerin indekslendiği en büyük arşivlerden biri Google Arts and Culture sitesi olarak gösterilebilir: https://artsandculture.google.com/project/natural-history (Şekil 8).

Şekil 8 . Google Arts and Culture sitesinde yer alan dünyadaki farklı doğa tarihi müzelerinin çevrimiçi senaryo sayfasının genel görüntüsü. 

Pandemi koşullarının el verdiği ölçüde yeniden çalışmaya başlayan doğa tarihi müzesi mekanları, çevrimiçi sergi, sanal gerçeklik uygulamaları ve hatta sanal arazi gezileri (coğrafi bölgelerin drone ile yüksek çözünürlükte taranarak incelendiği turlar) yaratarak doğa bilgisini toplama eriştirme görevini sürdürmeye çalışmaktadır. Buna karşın günümüzde büyük önem verilen sanal gerçeklik uygulamaların da eğitim açısından ne kadar öğretici olduğu sıcak bir tartışma konusudur (Weech ve diğ., 2019; Morimoto ve Ponton 2021). Bazı sanal gerçeklik uygulamalarının 3 boyutlu yapısı ve sanal gerçeklikte çok fazla ışık, renk ve derinlik kullanımının “bilişsel aşırı yüklenme” (cognative overload) denilen bir soruna yol açtığı (Whitelock ve diğ., 2000) ve özellikle kapalı sanal gerçeklik kaskları takarak öğrenme deneyimi elde etmeyen kişilerde, öğrenme sorunu yarattığı değişik araştırmacılar tarafından vurgulanmıştır (Makransky ve diğ., 2019; Morimoto ve Ponton 2021). Makransky ve diğ., (2019) çalışmasında sanal gerçeklikle öğrenme uygulamalarında 2 ve 3 boyutlu gerçekliğin birbiri ile harmanlandığı ve bilgi – renk ve görsel bombardımanına dönmeyen çalışmaların eğitsel açıdan kullanıcılarda çok daha pozitif etkiler bıraktığı gözlemlenmiştir.

Bununla beraber, sanal gerçeklik uygulamaları, çevrimiçi müze alanları ve senaryoları, bu alanlara sosyo-ekonomik sorunları nedeniyle gidemeyecek, aynı zamanda COVID-19 pandemisi ile fiziki mekanlarda dolaşımı kısıtlı bireylerin, doğa bilimlerine ve eğitime ulaşımı için de önemli bir olanak sağlamıştır. Temel internet erişimi ile dünyadaki farklı müze ve sergi mekânlarına giderek sayısız obje ve bunların genel özellikleri hakkında bilimsel ve tarihi bilgiyi elde etmek mümkündür. Bununla beraber, yine de fiziki bir müze ziyareti, bir objeyi aracısız olarak canlı bir şekilde görme, dokunma, koklama ve tecrübe etmenin eğitimsel ve deneyimsel açıdan kalıcılığı halen tartışmalıdır (Marín-Morales ve diğ., 2018). Bu gibi uygulamaların uzun vadedeki eğitimsel çıktıları ve bireyleri ne kadar eğitebildikleri uzun süreli eğitimsel takip pratikleri, sürekli olarak yıllar içinde yapılacak anketler-testler ve bilgi düzeylerinin ölçümü ile saptanabilir.

Hem fiziki hem de dijital arşivlerdeki yerleri ile doğa tarihi müzeleri, doğayı ve ona oluşturan öğelerin milyonlarca yıldır süren yolculuğunu anlamak adına eşsiz hafıza ve eğitim kurumlarıdır. Ülkemizde halen bütün alt kolları ile (astronomi, biyoloji, coğrafya, jeoloji, klimatoloji, oşinografi vb.) bir arada geliştirilmiş olan, ulusal bir arşivi-deposu olan, kendi başına bağımsız bir araştırma enstitüsü niteliği taşıyan bir doğa tarihi müzesi halen bulunmamaktadır. Kurumsal çabaları ile yıllardır çalışan ve işleyen çok değerli doğa tarihi (tabiat tarihi) müzelerimiz olsa da, bu kurumlar genel olarak bünyelerindeki araştırmacı kadroların yapısı gereği genel olarak tek bir disiplinin ağır bastığı yerler olarak çalışmakta olup, kıymetli araştırma, arşivleme ve eğitim faaliyetlerini sürdürmektedir.

Ankara’da yer alan MTA Şehit Cuma Dağ Tabiat Tarihi Müzesi, İzmir’de Ege Üniversitesi Tabiat Tarihi Müzesi, Erzincan-Kemaliye Ali Demirsoy Doğa Tarihi Müzesi ve İstanbul Kadıköy- Saint Joseph Doğa Bilimleri Merkezi eğitim açısından sıklıkla öğrenci ve meraklıların doğa bilimlerini öğrenme adına ziyaret ettikleri doğa tarihi müzeleri olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Buna karşın Türkiye’deki bütün doğa tarihi müzelerin dijital çevrimiçi sergiler konusunda az içeriğinin olması, dijital arşivlerinin (varsa?) kamu ile açık olmamaları ve çevrimiçi senaryo deneyimlerinin genel olarak interaksiyonu yüksek olmayan sanal ziyaret turları şeklinde olması ve materyalle iletişime geçmek konusunda sınırlı bir olanak vermesi nedeniyle bu müzeler halen fiziki sergilerin baskın kaldığı yerler olarak öne çıkmaktadır.

Söz konusu sebepler nedeniyle ulusal bir doğa tarihi müzesinin, doğa bilincini oluşturmak adına acil bir eğitim gereksinimi olduğu çok uzun bir süredir dillendirilen önemli bir durumdur (Ekim, 1996; Alpagut, 2003). Buna karşın dönem dönem girişilen büyük doğa tarihi müzesi kurma çabaları kurumsal bir süreklilik olmadığından ne yazık ki gerçekleşmemiş, teknolojik gelişimlerle eğitim pratiklerini çevrimiçi hale geçirmeye başlayan doğa tarihi müzeleri de türdeşlerinin gerisinde kalmaya başlamıştır.

Yukarıda dile getirilen gereklilikler kapsamında ulusal bir doğa tarihi müzesinin temellerinin atılabileceği ve yakın gelecek ve doğa bilimleri algısını toplumun her katmanının ulaşabileceği bir şekilde sunan çok kapsamlı bir eğitim araştırma kurumunun oluşturulabileceği düşünülmektedir.

 

Kaynaklar 

Alpagut, B.,“Türkiye’de Doğa Tarihi Araştırmalarının Örgütlenmesi.” I. Ulusal Doğa Tarihi Kongresi, s.71-78. Ankara, 2003.

Ballard, H. L., Robinson, L. D., Young, A. N., Pauly, G. B., Higgins, L. M., Johnson, R. F., ve Tweddle, J. C., “Contributions to conservation outcomes by natural history museum-led citizen science: Examining evidence and next steps”, Biological Conservation, 208, 87-97, 2017.

Cota-Sánchez, J.H., “The value of virtual natural history collections for botanical instruction in these times of the COVID-19 pandemic”, Braz. J. Bot 43, 683–684, 2020.

Ekim, T., “Neden Ulusal Doğa Tarihi Müzesi ?”. Bilim ve Teknik Dergisi.  Haziran (1996) Ankara, 1996.

Everett, G., ve Geoghegan, H., “Initiating and continuing participation in citizen science for natural history”, BMC ecology, 16(1), 15-22, 2016.

Hill, A., Guralnick, R., Smith, A., Sallans, A., Gillespie, R., Denslow, M., ve  Fortson, L., “The notes from nature tool for unlocking biodiversity records from museum records through citizen science”, ZooKeys, (209), 219, 2012.

King, E., Smith, M. P., Wilson, P. F., ve Williams, M. A., “Digital Responses of UK Museum Exhibitions to the COVID-19 Crisis, March–June 2020”. Curator: The Museum Journal, 2021.

Makransky. G, Terkildsen, T.S., ve Mayer R. E., “Adding immersive virtual reality to a
science lab simulation causes more presence but less learning”, Learn
Instr; 60 : 225–36, 2019.

Marín-Morales, J., Higuera-Trujillo, J. L., de Juan, C., Llinares, C., Guixeres, J., Iñarra, S., ve Alcañiz, M., “Presence and navigation: a comparison between the free exploration of a real and a virtual museum”, In Proceedings of the 32nd International BCS Human Computer Interaction Conference 32 (pp. 1-10), July, 2018.

Morimoto, J., ve Ponton, F., “Virtual reality in biology: could we become virtual naturalists?”, Evolution: Education and Outreach, 14(1), 1-13, 2021.

Mujtaba, T., Lawrence, M., Oliver, M., ve Reiss, M. J., “Learning and engagement through natural history museums”, Studies in science education, 54(1), 41-67, 2018.

Müller-Wille, S., “Names and numbers:“data” in classical natural history, 1758–1859”, Osiris, 32(1), 109-128, 2017.

Reed, S., S. Hsi, O. Kreylos, M. B. Yikilmaz, L. H. Kellogg, S. G. Schladow, H. Segale, ve L. Chan., “Augmented reality turns a sandbox into a geoscience lesson”, Eos, 97, 2016.

Spear, D. M., Pauly, G. B., ve Kaiser, K., “Citizen science as a tool for augmenting museum collection data from urban areas”, Frontiers in Ecology and Evolution, 5, 86, 2017.

United Nations Educational, Scientific and Cultural Organisations (UNESCO). Museums around the world in the face of COVID-19, 2020. https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000373530

Weech, S., Kenny, S., ve Barnett-Cowan, M., “Presence and cybersickness in virtual reality are negatively related: a review”, Frontiers in psychology, 10, 158, 2019.

Whitelock, D., Romano, D., Jelfs, Aç, ve Brna, P., “Perfect presence: What does this mean
for the design of virtual learning environments? Educ. Inf Technol.
;5(4):277–89, 2020.

Internet kaynakları: Erişimler 25 Ağustos 2021.

https://artsandculture.google.com/project/natural-history

https://www.amnh.org/shelf-life/discoveries-in-dioramas

https://eu-citizen.science/project/250)

https://www.flickr.com/photos/beatymuseum/18962322271

http://www.spnhc2016.berlin/page10.html

[1] İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Etüd ve Projeler Daire Başkanlığı

Jeoparklarda Biyoçeşitlilik

 
JEOPARKLARDA BİYOÇEŞİTLİLİK

Dr. Seda AKKURT GÜMÜŞ [1]

 

Jeopark kelimesindeki jeo (“geo”), yerküre anlamına gelir ve jeoparkların esas misyonu bu kelimede gizlidir. Jeoparklar, yerkürede var olan canlı ve cansız doğal varlıkların korunduğu, doğayla insanı bir araya getiren alanlardır.

Jeoparklar, kayaç çeşitliliğinin yanı sıra biyoçeşitlilik, arkeoloji, kültür gibi konuların harmanlandığı UNESCO sertifikası ile tescillenen bölgelerdir.  Doğa ve insanın kaynaştığı, sağlık, rehabilitasyon, kültürel gezi gibi odakların yanı sıra bilimsel destinasyonlar ile de coğrafi miras farkındalığına katkı sunar. Ziyaretçilerine doğanın sistematiğini anlatırken aynı zamanda insana ait kültürel mirasın da korunmasını hedefler. Sözün özü jeoparklar, uluslararası değere sahip nadir veya eşsiz doğal alanlardır.

Bazı jeoparklar, tema içeriklerinde biyoçeşitliliği üst sıralara koymaktadır. Zira uygun koşullar altında jeoçeşitliliğin zengin olduğu bölgelerde bitki çeşitliliğinin de dikkat çekici oluşu tesadüf değildir. Farklı zamanlara ait, çeşitli kayaç türlerinin bulunduğu jeopark sahalarında, çoğu zaman bitki çeşitliliği de söz konusudur.

Figure 1: Bitkilerin toprak ve jeoloji ile ilişkisi (American Museum of Natural History). Kayaçların türü toprağın bileşimini etkiler ve bitkilere çeşitli yaşam ortamlar sunar  (sol üstten itibaren kuvarsit şist, kalker, marn anakayaları üzerindeki bitki örtüsü)

Jeoparkların kuruluş (establishment) veya yeniden denetim (revalidation process) aşamalarında gerçekleştirilen fizibilite çalışmaları, jeoparkın hikayesini oluşturabilmek için olmazsa olmazdır. Bu süreçte jeopark alanında keşfedilen bilimsel ögeler, jeoparkın ana ve besleyici yan temalarını belirler.

Ana teması paleobotanik olan jeoparklarda, biyoçeşitliliğin geçmişteki durumuna ışık tutan taşlaşmış (petrifiye) ağaç örnekleri veya bitki fosilleri öne çıkar. Bu durum jeoparkların adlarına da yansımaktadır; Yunanistan’ın Midilli Adası’ndaki Lesvos Jeoparkı “Taşlaşmış Orman” sahası buna bir örnektir.

Benzeri alanlarda müze seksiyonlarının çoğunu petrifiyeler ve fosiller oluşturmaktadır. Örneğin Yanqing (Çin, Pekin) ve Lesvos (Yunanistan, Midilli) jeoparklarında otokton ve allokton petrifiye ağaç odunlarının ve bitki fosillerinin korunarak ziyarete açıldığını görmekteyiz.

Figure 2: Taşlaşmış ağaç ve bitki fosillerinin otokton ve allokton örnekleri. Üstteki fotoğraflar Yanqing Jeoparkı, alttaki fotoğraflar ise Lesvos Jeoparkı müze ve gezi alanlarında çekilmiştir

Diğer yandan güncel biyoçeşitlilik de bazı jeoparkların ana temasıdır. Örneğin; Azor Adaları’nın 9 volkanik adasını kaplayan Açores Jeoparkı ve İzlanda’daki Katla Jeoparkı bitki süksesyonu konusunda öne çıkarken, ülkemizdeki ilk ve tek UNESCO tescilli Kula-Salihli Jeoparkı’da benzer bir temaya sahiptir. 2015 yılında başlayıp 2016’da Uluslararası Biyocoğrafya Kurumu (International Biogeography Society – IBS) Pekin Sempozyumu’nda sunduğumuz çalışmayla, Kuvaterner yaşlı bazaltik Kula volkanlarının ardışık üç ana patlama evresinde (1.1 milyon yıl, 500 bin yıl ve 5 bin yıl yaşlı) meydana gelen lav akıntılarının örttüğü alanlarda bitki süksesyonu teması da jeoparkın hikayesine dahil edilmiştir.

Figure 3: Kula Jeoparkı’nda bitki süksesyonu çalışmasının aşamaları ve IBS Pekin Sempozyumu’nda sunumu

Dikey yönlü, yani irtifayla değişen iklim koşullarına bağlı bitki çeşitliliği de jeoparkların araştırma konularındandır. Özellikle Latin Amerika ve Karayipler Global Jeoparklar Ağı’na (LACGN) bağlı Orta ve Güney Amerika jeoparkları, zengin biyoçeşitlilikleri ile öne çıkmaktadır.

2020 yılında resmi olarak UNESCO Jeoparklar Ağı’na başvuruda bulunan İda Madra Jeoparkı’nın ana teması granit tor topografyası olmakla birlikte, Kazdağı ve Ulus Dağı ile biyoçeşitliliğin zengin olduğu alanlar da jeooparkın kapsamına girmektedir. Bu sebeple 2019 yılında FAO, GEF ve OGM’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği “Kazdağlarında Sürdürülebilir Orman Yönetimi ve Biyoçeşitliliğin Korunması” adlı proje toplantısında, İda Madra Jeoparkı projesinin de dahil olduğu Kazdağlarında yükseltiye bağlı vejetasyon tiplerinin belirlenmesi konusundaki çalışmamız için kurumlar arası işbirliği sağlanarak iki projenin de besleneceği arazi çalışmalarına başlanmıştır.

Figure 4: İda Madra Jeopark projesi kapsamında gerçekleştirilen arazi çalışmalarından görüntüler

Jeoçeşitliliğin ve biyoçeşitliliğin birlikte var olan bağımlı iki kavram olduğunun somut göstergesi olan jeoparklar daha birçok doğal ve beşerî kavramın buluşma noktasıdır; şüphesiz doğal, kültürel ve arkeolojik etkileşimin en zengin olduğu ülkelerden Türkiye, bu zenginliğini UNESCO tescilli jeoparklarla taçlandıracaktır.

[1] Uluslararası Biyocoğrafya Kurumu (IBS), Yönetici Asistanı

  Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Öğretim Görevlisi

Frigya Jeoparkı

 

FRİGYA JEOPARKI
Eskişehir – Kütahya – Afyon İçin Uluslararası Turizm Markası

Dr. Erdal GÜMÜŞ [1]

 

Bakma ve Görme Sanatı:

Eskişehir ve Frigya; bizim Yunus’un diyarı… Kim bilir, belki de onun ölümsüz mısralarının ilham kaynağı aynı zamanda. Gerçekten de akarsularla adeta dilimlenmiş Frigya, şimdilerde kuru vadilerle örülü. Öyle ki, efsanelere konu olmuş, dağları saray eylemiş kudretli kral Midas’tan geriye ne bir ses ne bir nefes kaldı. Baki kalan bir kara pencere, herkesin nasibince göreceği.

Şimdilerde pek muteber bir iltifat olan “Her tuttuğun altın olsun” sözü belli ki Kral Midas’a pek yaramamış. Amerikan başkanına gönderdiği mektupta beyaz adama “Paranın yenemeyen bir şey olduğunu” öğütleyen Kızılderili Şefi Seattle’den çok önce maddiyatın ve metalaşmanın felaketine tanık olmuş Kral Midas. Belki de bu sayede kıymetsiz sandığımız ve mütevazı görünen pek çok şeyin en az altın kadar değerli olduğunun farkına varmıştır insanoğlu.

Kral Midas’ın dokunduğu herşeyi altına dönüştürdüğü huşunda kuşkusu olan Frigya’yı gün batımında ziyaret etmeli. Öyle ki burada bir süreliğine de olsa yer, gök altına dönüşür. Bereket bu illüzyon; nefsimiz hezeyanına kapılıp Kral Midas’ın pişmanlığına ramak kala gecenin karanlığına karışıp kaybolur.

Dokunduğu herşeyi ve dahi heryeri altına dönüştüren Midas’ın en büyük hazinesidir Frigya. Frigya’nın kıymetini anlamayan cevherden değil kendi sarraflığından şüphe etmeli.

Frigya’da Zaman ve Mekân

Jeoparklar esasen bizlere anlamakta, daha doğrusu kavramakta zorlandığımız iki soyut kavramı içselleştirmemize yardımcı olur. Zaman soyut bir kavram olmanın ötesinde Eeinstein’ın deyimiyle göreceli de bir kavram. Yani insanın zamanı ayrı, taşların zamanı ayrı (Geological Timescale) ve hatta uzayın zamanı var ki (Space Time) orada mesafe ve vakit aynı dirhemle (Lightyear) ölçülüyor. İnsan zihni kendi zaman akşını dahi algılamakta pek mahir sayılmaz. İşte Jeoparklar, yerkürenin yani kendi uzak geçmişimizi anlamamıza yarayacak önemli olaylara tekabül eden izleri barındırır. Frigya Jeoparkı bu birbirinden kopuk kavramların tek bakışta görülebileceği ender sahalardandır.

İnsanoğlu’nun mekan algısı ve bilgisi zaman algısından daha iyi sayılmaz. Öyle ki yerkürenin yuvarlak olduğu yahut güneş ve kendi etrafında dönmekte olduğu hala tam kabul görmemiştir.  Buna şaşırmamak lazım, olan bitenin farkına vardığımız ve ansızın mağara resmetmeye başladığımız son 70 bin yıldır dünyayı 2 boyutlu olarak keşfediyorduk. İlk kez sanayi devrimi ile buharlı makinelere kömür temin etmek için ve yine aynı makinenin marifetiyle yürüdüğümüz sathın derinlerine inmeye başladık. Elbette buradaki derinlik kavramı oldukça göreceli zira derine kazmanın SSCB ve Amerika arasında amansız bir politik üstünlük mücadelesine dönüştüğünde dahi Ruslar Kola Derin Sondajında 13 kilometreyi göremeden pes ettiler. Yer yüzeyinden 13 bin metre derinliğe inebilmiş olmakla hasım rejime karşı mutlak bir galibiyet kazansa da yer kürenin 6378km yarıçapı düşünüldüğünde işin ne kadar başında olduğumuz daha net anlaşılacaktır. Öte yandan yerçekimine kısmen meydan okuyup ayaklarımız yerden kesmek için Wright kardeşleri; Atmosferin sınırlarını zorlamak içinde Warner von Braun’un V2 rekotlerini beklememiz gerekecekti.

Frigya sahasında gökyüzüne tırmanan yahut yer altına inen merdivenler görmek sizi şaşırtsın!

Frigya sahasına ruhunu veren tüf kayaçları Miyosen devrinde yani günümüzden yaklaşık 15- 20 milyon yıl önce püsküren volkanların eseridir. Geniş alanları kaplayan bu tüf platoları sonrasında tektonik faaliyetlerle kesilip akarsularla derinlemesine yarılmasıyla bu günkü labirent görünümünü kazanmıştır. Ardışık püskürme dönemlerinin çökelleri birbirleri ile tam pekişmediğinden ve mukavemet farkından ötürü topoğrafyada şevler ve korniş diklikleri ile birbirlerinden ayırt edilebilmektedir.

Aynı kayaç türünde görülen bu nüans farklılıklar dahi topoğrafyayı ve doğal peyzajı tekdüzelikten çıkarıp adeta fraktal benzeri sonsuz detaya kavuşturmuştur. Frig vadisinde sıklıkla görebileceğimiz, bal peteğine yahut dantel örgüsüne benzetilen ve tamamen doğanın sanatı olan Tafoniler kovuklu aşınma (Cavernous weathering) sonucu oluşmuştur. 

Belki de Frigler bu Tafonilerden ilham alarak sunaklarını ve yaşam alanlarını kayaların içerisine oymaya karar vermişlerdir. Frigya sahasında hüküm süren tüm medeniyetler adeta sözleşmişçesine bu kaya kültürünü birbirlerinden devralıp devam ettirmişlerdir. Dünün, bugünün ve yarının aynı anda yaşandığı Frigya’da mekanın zamandan bağımsız bu devamlılığı hemen hemen her yerde göze çarpar. Frigya sahasının en özgün yanı jeoloji, jeomorfoloji, arkeoloji ve güncel yaşam kültürünün iç içe geçmiş olmasıdır.

      Frigya Jeoparkı Eskişehir – Kütahya – Afyonkarahisar Bölgesine Ne Kazandırır:

  • Frigya sahasının doğal, jeolojik, jeomorfolojik kültürel, arkeolojik değerlerini topyekûn kucaklayıp turizme kazandırabilecek en uygun uluslararası statü UNESCO Jeoparkı tescilidir.
  • Yurt dışı turizm pastasından pay almak, büyük tur operatörlerinin listesine girmek için en etkili yol uluslararası tescile sahip olmaktır. Her şeyde olduğu gibi marka değeri belirleyicidir.
  • Jeoparklar uluslararası turizmde henüz pastası paylaşılmamış, rekabeti düşük bir alandır. Frig sahası için 1100 üyeli UNESCO Dünya Kültür Miras Listesine girmek yerine henüz 160 üyesi bulunan UNESCO Jeoparkı olmak daha akıllıca olacaktır.
  • Frig sahasının turizm destinasyonları ekseriyetle kırsal alanlardadır. Jeopark sayesinde turizm faaliyetleri ve gelirleri kırsal alanlarda çok daha geniş kitlelere ulaşabilecektir.
  • Geleneksel deniz, kum, güneş turizminin aksine Jeoturizm yılın tamamına dengeli dağılır ve özellikle “ölü sezon” olarak tabir edilen sonbahar-kış-ilkbahar aylarında yoğunlaşır.
  • UNESCO tescilli Frig Jeoparkı bölge için önemli bir turizm marka değeri ve kent kimliği olabilir, yerel halkın bu değerleri sahiplenme, vatanına, milletine aidiyetini pekiştirir.
  • Frig sahasında gerçekleşecek Jeoturizm düşük yatırım maliyetine karşın en yüksek gelir seviyesine sahip turist kitlesine hitap eden, karlılığı, amortismanı yüksek turizm tipidir.
  • UNESCO tescili ve sıkı denetimi sayesinde Frig Jeoparkı sürdürülebilir yapı kazanacak, altyapı ve hizmet kalitesini sürekli artırarak marka değerini koruyacaktır.

[1] Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi