CED 2020 Yaz Faaliyet Raporu

 

CED 2020 YAZ FAALİYET BÜLTENİ

A.   ULUSLARARASI GENÇ SOSYAL BİLİMCİLER KONFERANSI (ICYSS) TÜRKİYE PROJE SEÇİMLERİ

Uluslararası Genç Sosyal Bilimciler Konferansı (ICYSS) öğrencilerin coğrafya, tarih, psikoloji, sosyoloji ve ekonomi alanlarında araştırma projelerini sunacakları özel bir yarışmadır.

14 – 15 Kasım 2020 tarihlerinde üçüncüsü ÇEVRİMİÇİ gerçekleştirilecek olan organizasyonun Türkiye koordinatörlüğü Coğrafya Eğitimi Derneği (CED) tarafından yürütülecektir. Katılım süreciyle ilgili çalışmalara başlanmıştır.

B.   ULUSLARARASI AFET VE DİRENÇLİLİK KONGRESİ PAYDAŞLIĞI (EKİM 2020)

Coğrafya Eğitimi Derneği olarak Uluslararası Afet ve Dirençlilik Kongresi (idRc) ’nde Eğitim Kurumları Tabanlı Afet Eğitimi konulu bildirili özel oturumu ile yer almaktayız. Katılım süreciyle ilgili çalışmalar devam etmektedir.

C.   COĞRAFYA EĞİTİMİ DERNEĞİ ÇALIŞMA KOMİSYONLARI

Coğrafya Eğitimi Derneği (CED) üyelerinin gönüllü katılımı ile coğrafya eğitimine katkı sunmak için oluşturulan çalışma gruplarıdır. Çalışma grupları dağılımı şu şekildedir:

  • Coğrafya, Ekoloji Okur Yazarlığı ve Uygulamalı Ekoloji,
  • Uygulamalı Coğrafya,
  • Afet Eğitimi,
  • Kimlik, Toplumsal Eşitsizlik, Ayrımcılık ve Coğrafya Eğitimi
  • Coğrafya Eğitimi ve Teknoloji
  • Sağlık Coğrafyası
  • TÜBİTAK Projeleri
  • Gıda Coğrafyası
  • Uluslararası Coğrafya Eğitimi ve Uluslararası Organizasyonlar
  • Coğrafya Öğretmenleri Mesleki Yeterlilikler
  • Coğrafya Öğretmenleri Çalışma İlişkileri İzleme Grubu

Mitolojide Coğrafyanın İzleri

MİTOLOJİDE COĞRAFYANIN İZLERİ

Yeşim AKÇAKAYA [1]

Coğrafya ve kültür, insan yaşamının başlangıcından beri toplulukların yaşayış şekillerini belirleyen önemli etkenlerden olmuştur. Coğrafya kullanıma mevcut kaynak ve yaşam alanlarında belirleyici olurken, kültür, toplumun inançlarını, geleneklerini ve değer yargılarını oluşturmuştur. Bazen kültür coğrafyaya bağlı olarak oluşmuş, bazen de coğrafya kültürlerin özelliklerine bağlı olarak değerlendirilmiştir. Birbirini bu derece ilgilendiren bu iki kavram zamanla kaçınılmaz bir şekilde iç içe geçerek farklı toplumların kültürlerinin en eski parçalarını oluşturan mitlerde ve efsanelerde coğrafyaya dair ve ancak belirli coğrafi koşullarla açıklanabilecek birçok fenomenin oluşmasıyla sonuçlanmıştır.Antik Yunan’dan günümüze bu mit-coğrafya ilişkisi araştırılmış ve coğrafya ile insan kültürü arasında bağlayan yadsınamayacak bağlar ortaya çıkmıştır.

Coğrafya, toplumların geçmişten günümüze oluşturdukları ortak kültürel birikime etki etmiştir ve bu etki farklı kültürlerin mitolojik figür, efsane ve mitlerine yansımıştır.

Gökkuşağı Yılanı

Görsel-1: Aborjin efsanelerinin birçoğunda, Yurlungur ya da Wollunqua adlı Gökkuşağı Yılanıyla ilgili hikayeler yer alıyor. Bu yılan, Avustralya’nın en değerli kaynaklarından suya hükmetmesinden dolayı, en önemli Düş Zamanı varlıklarından biri sayılıyor. Düş Zamanı sırasında sudan çıktığı düşünülüyor ve Aborjinler için bereketi simgeliyor.

Aborjinler, Avustralya karasında yaklaşık 50.000 yıldır varolmuş bir topluluktur. Kültürünün mitleri 10.000 yıl öncesine giden bu toplumda mitler çok kez coğrafyanın farklı özelliklerini açıklamak için kullanılmış, hatta zaman zaman günümüz bilim insanlarını şaşırtacak derecede kesinlik göstermiştir. Bu mitlerde, kabilelerin yaşadığı bölgenin coğrafyasına göre değişim gösterse de tekrar tekrar karşımıza çıkan figür, Gökkuşağı Yılanı’dır. Figür, su, hayat ve yıkımla ilişkilendirilir. Yaratılış mitine göre” Düşzaman”, yani zamanın başlangıcında, Gökkuşağı Yılanı Avustralya karasını boydan boya sürünerek geçer ve dağları, vadileri, tepeleri ve dere yataklarını oluşturur. Daha sonra karaya su fışkırmasını sağlayarak gölleri, nehirleri, akarsu ve Avustralya’da “billabong” denen su deliklerini meydana getirir. Bununla birlikte hayat başlar ve Gökkuşağı Yılanı hayvanları ve bitkileri çağırır. Ayrıca farklı doğa olaylarını açıklamada da kullanılan bu figürün kızdırıldığında Avustralya’da sıkça görülen sellere ve fırtınalara neden olduğuna, gökkuşağı çıktığındaysa bir su deliğinden diğerine geçiş yaptığına inanılır.

Görsel-2: Avustralya mitolojisinde yer alan Gökkuşağı Yılanı’nın bir tasviri.

Bazı bölgelerdeki su deliklerinin hiç kurumamasının nedeni de buna bağlanır.Gökkuşağı Yılanı ile ilgili bir başka efsane de yılanın başlıca Avustralya’da yetişen bir tür olan Akasya ağacından çok fazla meyve yemesi sonucu kıtanın farklı yerlerine kusmasını konu alır. Yılanın kustuğu bu alanlarda 1957 yılı itibariyle Uranyum tespit edilmiş ve devlet tarafından maden haline getirilmiştir. Avustralya yerli halkı, insanlar için zehir anlamına gelen Uranyum ‘un bu kutsal alanlar tahrip edilerek çıkarılmasına karşı gelmeye çalışsa da devlet buna izin vermemiş fakat sonrasında yakındaki su kaynaklarının “hafif oranda kontamine” olduğunu açıklayarak endişeleri doğrulamıştır.

Maui’nin Balığı

Mitleri bulunduğu coğrafyaya bağlı oluşan bir başka kültür de Maori halkınınkidir. Güney Pasifik Okyanusu’ndaki Polinezya Adalarından akıntıları ve yıldızları yol gösterici olarak kullanarak Yeni Zelanda’ya gelen bu halk, başlangıçtan beri okyanus ve ada coğrafyasında yaşamını sürdürmüştür. Mit ve hikâyelerinde okyanus, yolculuk, ayrılık gibi temaların çoğunlukta olması,bu duruma bağlı oluşmuştur. Deniz tanrısı” Tangaroa” ve oğlu balıkların tanrısı “Ikere” olmak üzere okyanusa adanmış iki ayrı tanrının bulunması,ada konumunda bir kara parçasında yaşamaları sonucu okyanusun hayatlarındaki önemini gösterir. Ayrıca mitlerin en meşhur kahramanlarından olan Maui’ye gücünü veren aracın okyanusla yaşamda çokça kullanılan olta olması da bu duruma örnektir.

 Görsel-3: Günümüzde popüler bir dövme simgesi olan Maui’nin olta kancası illüstrasyonu.

Bir efsaneye göre bir gün yarı-tanrı Maui ve kardeşleri balığa çıkar. Kardeşleri kanoyu balıkla doldurur. Sıra Maui’ye geldiğinde özel oltasını dualar okuyarak suya atar ve çok geçmeden devasa bir av yakalar. Eve döndüklerinde kardeşleri onu kanoda beklerken Maui, halkından balığı taşımak için yardım istemeye gider fakat döndüğünde açgözlü kardeşlerinin balıktan parçalar kesip kendilerine ayırdıklarını görür. Neyse ki balık o kadar büyüktür ki, adadaki tüm canlılar içine sığabilirler. Bundan böyle Yeni Zelanda’nın Kuzey Adası bu büyük balık; dağlar, vadiler ve diğer yer şekilleri ise kardeşlerin kesip çıkardığı parçaların kanıtı olur. Bugün bile Kuzey Adası Maorilerce “Maui’nin Balığı” anlamına gelen “Te-Ika-a-Maui” olarak bilinir.

Pele’nin Gözyaşları

Görsel-4: Ateş tanrıçası Pele tasviri.

Hawaii Adaları, Pasifik Okyanusu’ndaki tektonik levhaların hareketiyle oluşan volkanik aktivite sonucu meydana gelmiştir. Bünyesinde birçok yanardağ ve volkanik yer şekli barındıran bu bölgenin ilk sakinleri de kültürlerine bu coğrafi özelliği çokça dâhil etmiştir. Ateş tanrıçası Pele, belki de en çok sevilen ve Adaları yere ateş çukurları kazarak yarattığına inanılan tanrıçadır. Mitler, adaların volkanik oluşumunun kronolojisi hakkında şaşırtıcı derecede isabetli ayrıntılara yer verirken Halemaumau Yanardağ’ının volkanik faaliyetleri sonucu oluşan şekilleri ateş tanrıçası Pele ile ilişkilendirmiştir. “Pele’nin Saçı” ve “Gözyaşları” olarak anılan bu volkanik cam türleri, lav baloncuklarının patlamasıyla sıcak lav damlaların etrafa saçılması ve havada ilerlerken soğuyarak ince uzun sırlı şeritler halinde yere düşmesiyle oluşur.

Görsel-5: Pele’nin gözyaşları.

İnce uzun, saç kalınlığına yakın kısma “Pele’nin Saçları” denirken genellikle bu şeritlerin ucunda bulunan, damla şeklinde soğuyan achnelit’lere “Pele’nin Gözyaşları” adı verilmiştir.

Alev nefesli Kimera

Renkliliğiyle yaratıcılığın sınırlarını zorlayan Yunan mitolojisinde de kökleri ancak coğrafyayla bilimsel olarak açıklanabilecek efsaneler bulunur. Bir efsane,Yunan kahraman Bellorophon’un Kral Lobates tarafından Kimera’yı öldürmek üzere görevlendirilmesini anlatır. Kimera, dişi bir aslanın gövdesine sahip, sırtından bir keçi başı çıkan,kuyruğu da bir yılan başıyla biten, ateş soluyan bir canavardır.

Görsel-6: Alev nefesli tanrı Kimera.

Kanatlı at Pegasus’un yardımıyla Kimera’yı yenen Bellerophon, onu günümüz Antalya’sında Yanartaş olarak bilinen bölgede, yerin altına gönderir. Bugün Yanartaş’a her yıl yüzlerce turist, bir yeraltı petrol haznesinden sızan doğalgazın kayaçlardaki çatlaklardan yüzeye çıkması ve oksijenle tepkimeye girerek yanması sonucu oluşan alevleri görmeye gelir. Efsaneye göre bu ateşlerin kaynağı uzun zaman önce toprağa gömülen Kimera’dan başkası değildir.Homeros’un aktardığı efsaneye göre Çıralı’daki kayalıklarda devam eden alevler Kimera’nın yerin yedi kat dibinden yüzeye püskürttükleridir.

Görsel-7: Olympos’un sönmeyen ateşi. Antalya, Kemer İlçesi, Çıralı köyü.

Yanartaş, Antalya’nın Kemer ilçesi Çıralı köyü yakınlarında küçük, tarihi ve turistik önemi olan doğal gaz kaynağı. Denize yakın manzaralı bir konumda yer alır, taşlar arasından çıkan alevler turistlerin ilgisini çekmektedir. İlk olimpiyat meşalesinin bu ateşle yakıldığı rivayet edilir.

Delfili Kâhin

Antik Yunan’da önemli yer etmiş başka bir figür de zamanının en güçlü kişilerinden olmayı başarmış Delfili kâhin kadındır. Apollon’un kâhinlerinden olan bu kadın, o dönemde yazılmış birkaç farklı kaynakta da anlatıldığı üzere, kendinden geçmiş bir şekilde, trans halinde kehanetlerini söyler, bu sırada Apollon’un onun bedenini kullanarak konuştuğuna inanılırdı. Daha sonra Hristiyanlarca İsa’nın gelişini haber ettiği kabul edilen Delfili kâhinin bu trans halinin nedeni, bölgede yeryüzündeki bir çatlaktan sızan metan gibi toksik gazların solunmasına bağlanmaktadır. Gazın solunması sinir hücrelerinde geçici tahribata neden olarak kişiyi trans halindeymiş gibi göstermektedir. Efsaneye göre ise Apollo Piton’u öldürdüğünde gövdesi bu çatlağa düşmüştür ve yüzeye sızan çürüyen cesetten çıkan dumanlardır. Kâhin kadın tasviri Tarih boyunca iç içe geçerek insan hayatına yön vermiş olan coğrafya ve kültür gerek Aborjin Avustralya mitlerinde gerek bin yıllar öncesine dayanan Maori efsanelerinde, gerekse Akdeniz hâkimi Antik Yunan mitolojisinde çoğu kez birbiriyle bağlantılı, hatta birbirine bağımlı olarak karşımıza çıkar. Toplumsal hafızanın en eski örnekleri ve hayal gücünün en güçlü yansımalarını oluşturan mitler aslında yalnızca hayal ürünü hikâyelerin ötesinde, ancak günümüzdeki bilimsel metotlarla açıklanabilen gerçek ve hayatın içinden durumların ele alınmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu nedenle coğrafya ve kültürün yadsınamaz birlikteliği ve birlikte incelenmesi hem bu iki kavramın ilişkisini hem de mit olarak bildiğimiz bu eski anlatıların aslında yalnızca uydurma hikâyelerden ibaret olmayarak doğrudan coğrafya ile ilişkili olduğunu açıkça ortaya koyar.

Görsel-8: John Collier’in 1891 yılına ait Delfli’li Kahin kadın tasviri

 

Kaynakça:

Selley, Richard, et al. “GEOMYTHOLOGY © Adrienne Mayor Enclopedia of Geology.” GEOMYTHOLOGY, Enclopedia of Geology, 2004.

Peck, Harry Thurson. “Harry Thurston Peck, Harpers Dictionary of Classical Antiquities (1898).” Henry George Liddell, Robert Scott, A Greek-English Lexicon.

“KHIMAIRA.” HERMES MYTHS 6 FAVOUR – Greek Mythology.

Talks, TEDx. YouTubeThe Myth of Aboriginal Stories Being Myths | Jacinta Koolmatrie.

National Geographic Society. “Rainbow Serpent.” National Geographic Society, National Geographic, 9 Nov. 2012.

Farnsworth, Clyde H. “Where the Sacred Serpent Rests, a Mine Intrudes.” The New York Times, The New York Times, 18 July 1997.

Munkachy, Alex. “The Impact of Geography on Ancient Mythology.” HubPages, HubPages, 6 July 2013.

VITALIANO, DOROTHY B. “Geomythology.” Lyell Collection Geological Society Publications, Wikimedia Foundation, 24 Jan. 2019.

Barber, Elizabeth Wayland, and Paul T. Barber. “Barber, E. and Barber, P.: When They Severed Earth from Sky: How the Human Mind Shapes Myth (Paperback and Ebook) | Princeton University Press.” Princeton University, The

Trustees of Princeton University, 2006.

Nunn, Patrick D. “Geomythology-How a Geographer Began Mining Myths.” Phys.org, Google, 8 Dec. 2017.

idoubtit. “Pele’s Hair and Tears.” SPOOKY GEOLOGY, 5 July 2018.

Yamanaka, Katie Young. “Pele, Hawaiian Goddess of Fire and Volcanoes.”

King, Hobart M. “Pele’s Hair and Pele’s Tears.”

“Archaeological Site and Town in Greece.” Peninsular War – Wikipedia, Wikimedia Foundation, Inc., 17 Feb. 2019

“Acacia Tree Care: Information About Acacia Tree Types.” Gardening Know How,

“Rainbow Serpent in Aboriginal Art & Culture.” Artlandish Aboriginal Art Gallery, Artlandish Aboriginal Art Gallery, 23 Mar. 2017,

“Type of Lake.” Peninsular War – Wikipedia, Wikimedia Foundation, Inc., 30 Jan. 2019

Daniels, Mark. Bir Nefeste Dünya Mitolojisi. Vol. 4, Maya Kitap, 2014.

“Arrival of Maori.” In New Zealand | Things to See and Do in New Zealand, TripAdvisor,

Görsel Kaynakça:

https://i.pinimg.com/originals/f7/89/8e/f7898ec3340e05ebedde3ae825cc36fe.jpg

https://i.etsystatic.com/9756622/r/il/85aefc/1234414598/il_fullxfull.1234414598_27j5.jpg

https://i.etsystatic.com/9756622/r/il/85aefc/1234414598/il_fullxfull.1234414598_27j5.jpg

https://yoldaolmak.com/wp-content/uploads/2018/05/yanartas-cirali.jpg

https://nationalmoneyshow.com/uploads/2018/12/08/800_msf21vh1n793ouql8zvs.jpg

http://www.jsj-geology.net/Kilauea_files/image022.jpg

https://www.swedishnomad.com/wp-content/images/2019/01/New-Zealand-Map.jpg

http://static1.squarespace.com/static/544521d3e4b090edefe87c6a/56cf91ef20c647897cc4005b/59766198cd39c35c0f992954/1500930828725/pele4.jpg

https://i.pinimg.com/originals/5c/50/ad/5c50ad0040030f727ba8a54beb2c9cc0.jpg

[1] Koç Okulu 10. Sınıf Öğrencisi

Danışman Öğretmen: Engin KAHYAOĞLU (Koç Okulu Coğrafya Öğretmeni)

Konak Meydanı

 

ANARŞİST BİR BAKIŞ AÇISIYLA MEKÂNIN ÖZGÜRLEŞMESİ:
İZMİR KONAK MEYDANI ÖRNEĞİ

Ada BAŞAR [1]

Özgürlüğü çoğu zaman kuralların, bir anlamda sınırların olmamasıyla bağdaştırırız. Özgürleşmek de bu durumda, her zaman var olagelmiş sınırların genişlemesi diyebiliriz. Sınırlar genişledikçe oluşan boşluk, özgürleşmesi söz konusu olan varlığın kapsamı genişlediğinde doldurulacaktır. Bu, iki türlü de işleyen bir mekanizmadır; kapsam genişledikçe, sınırlar genişleyecektir. Bilgi edindikçe insanın hareket alanının artması, kendini daha özgür hissetmesi, bu durumun insanın kapsamının genişlemesi anlamına geldiğindendir.

Diyebiliriz ki mekânda hem fiziksel sınırlar varlık gösterirler, hem de zihinsel sınırlar mekânın düzenlenmesinde etkilidirler.  Nihayetinde özgürlüğü kısıtlayan sınırların kendileri ve izleri mekânda var olur; genelde bu, hiyerarşiyi öne çıkaran yapılarda daha açık bir şekilde görülür. Mekâna yansıyan özgürleşme veya özgürleş(e)meme, mekândaki konumu ve çevresindekiler üzerinden varlığın kimliğini belirlemede etkili olacaktır. Zira varlığın kimliği doğayla (çevresindekilerle) olan ilişkisine göre belirlenir.

Bulunduğu mekânı her zaman şekillendirmiş olan insan, hem kendisini hem de başkalarını mekânda konumlandırarak sahiplendiği kimliği güçlendirmiş veya başkalarına birtakım kimlikler yakıştırmıştır. Taht odalarının ihtişamını veya kiliselerdeki oturma düzenini düşünün. Örneğin Gotik Kiliselerin bu kadar yüksek ve sivri inşa edilmesinin sebebi, insanı Tanrı’nın veya Kilise’nin otoritesinin karşısında küçük ve önemsiz hissettirmektir. Günümüzde ise aynı durumu, bir belediyenin veya TBMM’nin meclis salonunda yükseltilmiş kürsüler, alçak dinleyici oturakları ve yine yüksek tavan mimarisine baktığımızda görebiliriz. Aynı şekilde sokaklardaki kocaman ışıklı reklam panoları altında insanın kendini küçük hissetmemesi ve sistemin parçası olmak ve mutlu olmak için her yerde gördüğü ve duyduğu (televizyonda, internette, otobüste, yolda, radyoda vs.) ürünlere sahip olması gerektiğini hissetmemesi pek mümkün gözükmüyor. 

Kültür ifadesinin tanımını her türlü biraradalıktan doğan birbiriyle bağlantılı düşünceler grubu olarak ele alarak; mekânın özgürleşmesi, kaç farklı kültürü temsil edebildiği ve ne kadar temsil edebildiğiyle belirlenebilir. Bir mekânda farklı kültürler, salt var olmaktan öte, temsil edilebiliyorlarsa ve bir kültür diğer kültürleri ezecek şekilde hâkim değilse, bütün kültürlere ait olan kimlikler mekânla etkileşim içinde bulunabilir ve mekânı değiştirebilirler. Bazen sadece kendilerini konumlandırdıkları yer bile bu değişimi yaratmak için yeterli olur. Mekanın değişmesi, dönüşmesi ve bu değişim-dönüşüme açık olması özgürlüğün birinci ön koşuludur. Sabit kalmış bir mekân, doğanın değişmez kanunu olan değişime uyum sağlayamaz, yaşayan kültürleri ancak, eksik temsil edebilir.  Toplumsal mekânların özgürleşmesi bu nedenle önemlidir. Toplumsal mekânlar, hiçbir şey olmasa bile temsil mekânlarıdır  ve insanların, kültürlerin, düşüncelerin çarpıştığı, etkileşimde bulundukları ve bu ihtiyacın karşılandığı mekânlardır.

İnsan, temsile önem verir ve ona ihtiyaç duyar; çünkü temsiliyet, kendini bulmasında ve tanımlamasında önemli bir basamaktır. Ancak temsil edilebildikçe dönüt alır ve kendini şekillendirir. Ayrıca kendi kendini temsil etmek, etkin olmayı gerektiren bir eylemdir ve etkin olma hali, insana amaç sağlar. Günümüzde temsil, ayrı bir öneme sahip olmuştur. Kapitalizmin, insanlara sahip olmadıkları kimlikler atfetmesinin ve onları yapay, kısa süreli tatmin yollarına yönelmeye teşvik etmesinin insanlarda yarattığı kaybolmuşluk ve doyumsuzluk; insanların daha fazla kendini gerçekleştirme, diğer bir deyişle kendini tanıma ve kendi yolunu seçme arayışına girmelerine yol açmıştır. Bu ihtiyaç, Dünya’yı dolaşma, inzivaya çekilme, uyuşturucu kullanma gibi kimilerinin cesaretsizlik, zamansızlık, kaynak eksikliği vb. nedenlerle imkân bulamadığı uç yöntemler yerine, mümkün olduğunca herkese açık, herkesi kabul eden ve kapsayan temsil mekânlarının sağlayacağı deneyim ve geri bildirimlerle giderilebilir. 

Kapitalizm, gerçek temsil yerine parayı koyar. Tüketiciler, satın aldıkları ürünlerle temsil edilirler, gerçekten söz hakkına sahip değildirler. Tüketiciye, istediğini yapmakta özgür olduğu fikri aşılanır, halbuki tüketiciye ne istediği ve neye ihtiyacı olduğu. reklam ve medya araçları yoluyla dikte edilmektedir. Bu durum, bireylerin kimliklerini belirleme sürecinde bile etkili olmaktadır. Bireyleri süpermarketlerde sağda solda, bütün duvarlarda binlerce ürünün sergilendiği reyonların arasında; öğrencileri, eğitim-öğretim adı altında aileler çalışırken çocukları oyalama mekânı ve kimi ülkelerde devletin beyin yıkama aracı haline gelen okullarda, ne zaman ve kiminle sosyalleşecekleri dikte edilen okullarda, her sınıfta 20’li 30’lu grupları bir tek öğretmenin karşısına bir fabrikayı andırırcasına yerleştiren günümüz hakim kültürü, mekândaki sınırları çoğu zaman işlevsellik adı altında belirleyerek özgürleşmeyi unutturmaktadır.

Günümüzde, doğanın salt ekonomik kaynak değil de insanın kendini tanımasındaki en önemli öğretmen, aynı zamanda ruhsal doyumunun gereği olarak görüldüğü; birçok kültürün bir arada, birbirini ezmeden hiyerarşik olmayan ve kendi istedikleri bir biçimde temsil edilebildikleri, kültürel ayrışmaları engelleyen çatışmalara imkân sağlayan; değişime, etkileşime açık mekânlar oldukça azdır. Böyle mekânlar aynı zamanda insanın, kendi konumu üzerinden değil, doğanın kendi varlığı dolayısıyla doğaya saygı duymasını sağlar. En çok da toplumsal mekânların -şehir meydanları, okullar, belediye binaları- bu özellikleri taşıması toplumun olduğu gibi bireylerin de yararınadır. 

İzmir Konak Meydanı, az bilinen adıyla Atatürk Meydanı, 200 yılı aşkın tarihinde çok fazla değişim geçirmiş bir alandır. Sürekli bir yapım ve yıkım tarihi geçirmiştir. Hükümet Konağı ve meydanın en eski öğesi Yalı Camii’nin karşısına Sarı Kışla’nın inşa edilmesiyle bir meydan haline gelir. Daha sonrasında Avrupa tarzı eğitime geçişin simgelerinden biri olarak İzmir İdadisi, meydanın bütünlüğünü koruyacak şekilde inşa edilir. Böylece Osmanlı yöneticileri, Türk geleneğinde bulunmayan şehir meydanı fikrini İzmir’e yerleştirmeye çalışmışlardır denebilir. 

Bu yazıda Konak Meydanı’nın tarihsel gelişimi üç evrede ele alınacaktır. Hükümet Konağı’nın yapımı olan 1872 yılından Saat Kulesi’nin yapımının tamamlandığı 1901 yılına kadar olan oluşum aşaması, Sarı Kışla’nın yıkıldığı 1955 yılına kadar yaşayan meydan aşaması ve 2003 yılında tekrar düzenlenen günümüz Konak Meydanı.

Konak Meydanı ve çevresi son iki yüzyıldır şehrin merkezidir ve bu nedenle “İzmir’in Kalbi” olarak nitelendirilebilir. 19. yüzyılın başlarından itibaren bir kamusal açık alan olarak ortaya çıkan Konak Atatürk Meydanı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bu özelliğini korumuştur.

Görsel 1. Yalı Camii

Yapım yılı kayıtlarda 1755 olarak geçen Yalı Camii, meydanın günümüzde yaşayan en eski öğesidir. Zaman içerisinde kamusallaşan meydanın günbegün artan ziyaretçilerinin ibadet yeri olmuştur.

Görsel 2. Hükümet Konağı

Günümüze kadar gelen Hükümet Konağı binasının yapımı 1872 yılında tamamlanmıştır. Bu binanın bulunduğu alanda daha önce de İzmir Voyvodası’nın Konağı bulunuyor ve bu Konak, Osmanlı’nın vilayet sistemine geçmesiyle de Valilik olarak kullanılmıştı. Yani halkın belleğinde burada bulunan bina, yönetim ve baskı ile bağdaştırılmıştır. 

Konak’ın Osmanlılar için sembolik anlamı sadece halka yönelik değildi. 1860’lara kadar Valilik binası olarak kullanılan Voyvoda Konağı’nın artık çok eskimesi ve İzmir’in, Aydın vilayetinin merkezi olarak seçilmesi gereği, daha büyük ve yeni bir binaya ihtiyaç duyulmaktaydı. Üstelik bu yeni binanın yapımı konusunda İzmir’in metropolit yapısı düşünülerek “Şan-ı hükümeti yabancılara hissettirecek” şekilde tasarlanması istenmiştir. 

Görsel 3. Sarı Kışla

Konak Meydanı’nda yapımı gibi yıkımı da dönemin iktidarları için büyük sembolik anlam taşıyan kocaman bir kışlanın varlığı dikkat çekicidir. 1826 yılında, İzmir’de de yönetime karışan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla, yeni kurulacak ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere, denizden gelen yabancılara, İzmir’e baktıklarında Osmanlı Devleti’nin büyüklüğünü hissettirecek bir bina yapılmasına karar verildi. Yalnız bu bina için şehir içinde ve deniz kenarında uygun büyüklükte boş bir alan yoktu. Dolayısıyla Konak’ın önündeki alanda bulunan sabunhaneler, kahvehaneler ve çeşitli dükkanlar yıktırıldı, alan gene de yeterli gelmediğinden denizde 13 metre genişliğinde bir alan dolduruldu. İnsanların hayatlarını ve deniz ekosistemini yıkan bu uygulamanın temel sebebi güvenlik ya da insanların hayatlarını kolaylaştırmak değildi, hükümetin gücünü göstermeye verdiği önemdi. Aksine doldurulan alandaki oturmalar sonucu yapıda oluşan çatlaklar uzun yıllar sıkıntılara sebep oldu, bina sürekli tamirat geçirmek zorunda kaldı. Yıktırıldığı zaman da ortaya çıkan sürüyle fare etrafa dağılıp Konak ilçesinde insanlara dert oldu.

Bütün olumsuzluklara rağmen, Sarı Kışla 100 yıldan uzun bir süre İzmir’in silüetinin ve Konak Meydanı’nın bir parçası olarak halkın belleğinde yer etmiştir.

Görsel 4: Eski Adliye Binası

1886 yılında hizmete giren İzmir İdadisi de meydana eklenen dördüncü öge oldu. Böylece Konak Meydanı; cemaat, memurlar, askerler ve öğrencilerin etkileşimine olanak sağlamış oldu. Ayrıca binanın konumu ve cephesi meydanın yapısını destekleyecek şekilde yapıldığından yöneticilerin batıdan gelen bu kamusal meydan fikrini yerleştirmeye çalıştıklarını söylenebilir. Yüzyıllardır Osmanlıların hâkim olduğu Anadolu’da kitlelerin toplanabilecekleri geniş kent meydanları bulunmamaktaydı.

Görsel 5: Saat Kulesi

1901’de yaptırılan İzmir Saat Kulesi, Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yıldönümü sebebiyle imparatorluk çapında yapılan 25’ten fazla saat kulesinden biridir. Üzerinde Osmanlı Hükümdarına ait birçok sembol bulunmaktaydı ve açılış töreniyle halkın zihninde de II. Abdülhamit’le bağdaştırılmıştı. Böylece günde 24 kere sesiyle ve meydana adım atan her insanın karşısında görüntüsüyle iktidarın hatırlatıcısı işlevi yüklenmiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde üzerindeki Osmanlı simgeleri sökülerek ay yıldız simgesiyle değiştirilmiştir. Simgelerin özellikle iktidar ve gücün devamlılığı için ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. 

Görsel 6: Konak Meydanı günümüz görünümü.

Meydanın şu anki haline baktığımızda tarihi yapılardan sadece üç tanesinin -Saat Kulesi, Hükümet Konağı ve Yalı Camii- ayakta olduğunu görüyoruz. Aslında Hükümet Konağı da 1970 yılında çıkan yangında Adliye (eski İzmir İdadisi) binası ile birlikte yanarak yıkılır fakat Konak, cepheleri aslına uygun olacak şekilde tekrar inşa edilir. Çünkü Konak, tarihte de birçok olaya tanıklık etmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının duyurulduğu yerdir. 9 Eylül 1922 günü Konak’ın gönderine asılı Yunan bayrağı indirilerek Türk bayrağı çekilir ve bu şekilde halkın zihnine kazınmıştır.

Peki bu yazıya sığdıramadığımız kadar dolu bir tarihi olan bu meydan, özgürleşmiş midir?

Bu sorunun cevabı için mekânın kimlerin etkileşimini sağladığına bakmalıyız. Şu anda Konak Meydanı’nı kullananlar; civardaki en yüksek yapı olan İzmir Belediye Sarayı’nda ve bugün valilik olarak hizmet veren Hükümet Konağı’nda çalışan memurlar, küçüklü büyüklü dükkanlar ve çarşıdaki esnaf, simitçiler, kumru yemi satanlar, Kemeraltı’na giden vatandaş… Ve belki vapurdan metroya veya otobüslere geçerken acelesi olmayıp yolunu uzatan birkaç yolcu ile beton meraklısı birkaç turist. 

Meydan günümüzde, modern, ulaşımı kolaylaştıran, yeşil alana sahip bir mekân olarak düzenlenmiş. En büyük fonksiyonu ise İzmir’in ulaşım merkezi olması. Otobüs, metro, tramvay ve vapur hatları bu meydanda buluşuyor, birçok insan her gün işe veya okula giderken bu meydandan geçiyor.

Fakat mekânın özgürleşmesi açısından baktığımızda, şu anda Konak Meydanı, maalesef daha çok bir geçiş meydanı rolü üstlenmiş durumda. Neredeyse her büyük şehirde olduğu gibi, etkileşimler alışveriş ve resmî işlerle sınırlanmış. Meydana, meydan olma özelliğinden dolayı kimse gelmiyor. Meydan, vakit geçirilmek, gösteri yapmak, görülmesi veya hissedilmesi için düzenlenmemiş. Meydan’da tarihi yapılar ön plana çıkarılmaktan çok, kenarda kalmış gibi; yeşil ve geniş bir alan eklenmesine karşın etraftaki betonarme yapıları hafifleten, rahatlatan bir rol üstlenmemiş. Modern denilemeyecek yüksek betonarme binalar, meydanın tarihi yapısını gölgede bırakmış. Yeşil alan yerdeki birkaç santimetre uzunluğundaki doğallığı hissettirmeyen çim örtüsü ile sınırlı kalmış. Meydana dönüp bir kere bile bakmayacak kadar acelesi olan binlerce insanın geçmesi için düzenlendiğinden yürüyüş yolları sürekli kalabalık ve sıkışık. Meydan, denizin ferahlatıcı, özgürlüğü hatırlatan hissine geniş bir üst geçit ile uzanıyor, fakat meydan deniz seviyesine göre aşağıda kalıyor ve İzmir’i İzmir yapan körfeze bu kadar yakın olmasına rağmen onu rahatça görebileceğiniz bir yeri yok. 

Aslında Konak Meydanı, sahipsiz kalmış diyebiliriz. Yıllarca boş kaldıktan sonra, yeni nesil İzmirlilerin belleğinde bir yer edinememiş, beraber özgürleşeceği insan etkileşiminden yoksun.

İzmir’de bir meydan ihtiyacı fiziksel olarak karşılanamadığından belediye ilginç bir çözüm sunuyor. Dijital demokrasi anlayışıyla İzmir için internet üzerinden bir platform kurulmuş. “İzmir’in Dijital Meydanı” sloganıyla sunulan bu platformda İzmir Belediyesi’ne ait şeffaf veriler olduğu gibi kültür sanat etkinlikleri, nöbetçi eczaneler ve trafik bilgilerine de ulaşabiliyoruz. Hayvanlara yardım ettiğinizde, gönüllülük yaptığınızda puan kazanıyor, eleştirilerinizi ve önerilerinizi belediyeye sunabiliyorsunuz. Platform kesinlikle birtakım sınırları hafifletiyor veya kaldırıyor, vatandaşlara yeni yollar açıyor, bir tür özgürleşme sağlıyor; fakat fiziksel bir meydanın yerini doldurabilir mi?

Son dönemde her şeyin dijital ortama aktarılabildiğini görüp deneyimlediğimiz Covid-19 salgınını da düşündüğümüzde internetin aslında fizikselliği hiç de aratmayacak ne kadar yaratıcı çözümlere fırsat verdiğini biliyoruz. Böyle bir platform pekâla bir şehrin “meydanı” olabilir. Bu e-meydanda bir araya gelmenin ve birliktelik ruhunun oluşturduğu motivasyonun ne kadar sağlanacağı artık “kullanıcıları”na kalmış durumda. 

Görsel 7: bizizmir.com giriş sayfası

200 yıl önce Anadolu’ya fikir olarak çok uzak olan, birçok insanın bir araya gelebilmesine gereksinim duyulan kültürlerden buralara gelen kent meydanı anlayışı, 1800’lü yıllarda İzmir’de de gelişmeye başlamıştır. İktidar değişse de hükmetme ve baskı merkezi olarak kullanılmaya devam eden meydan, kentlilerle birlikte özgürleşmekten uzak kalmıştır. Siyasi çatışmalar sonucu yıllarca boş kalınca, halkın belleğinde de yer edinememiştir. Ancak 2003 yılına gelindiğinde yeniden düzenlenen Konak Meydanı, özgürleşme mekânı olarak değil, bir geçiş meydanına uygun olarak düzenlenmiştir. Maalesef ki İzmir’in bir kent meydanına olan ihtiyacı hâlâ karşılanmayı beklemekte. Bu ihtiyacın yerel yönetimler veya başka bir üst organ tarafından değil, ancak halkın atacağı adımlarla giderilebileceği bir gerçektir. Bir mekânı oluşturan mekânda var olanlardır, insanlar da dahil.

Konak Meydanı’nın özgürleşmesi ancak bireylerin, İzmirlilerin, Konaklıların rol almasıyla gerçekleşebilir. Yazının başında vurguladığım gibi, insan, kendisini ve başka varlıkları zihninde ve nihayetinde fiziksel olarak konumlandırmasıyla mekânı düzenler. Şu an insanlar Konak Meydanı’nda bir konuma bile sahip değiller. Zira İzmir halkını meydana bağlayan tarihi öğeler teker teker yıkıldı ve yerlerini hikayesi olmayan, sadece bürokratik işlevleri olan betonarme yapılara bıraktı. Bunun yarattığı sıkıntı, bürokrasinin halkın zihninde hiyerarşiyle eşleşmesi ve onu hatırlatan yapıların özgürleşme eylemlerinin önüne geçen bir baskı yaratması. Meydanın düzeni, özgürleşmenin mihenk taşı olan yaratıcılık ve çatışmaya izin vermiyor. Bunları sağlayabilecek olan şey, insanlara hareket alanı oluşturmaktır. Örneğin anayol üzerinde kalan ve Meydan ile denizi bağlayan üst geçitin yüksekte ve geniş bir alan olması, belediye ve karakol binaları arasında sıkışmış Saat Kulesi’nin de bulunduğu geniş ama davetkâr olmayan alana göre çok daha özgür bir hareket alanı sağlamakta. Bunu, genelde üst geçitte müzik yapıp dans eden sokak çalgıcılarından da anlayabiliriz.

Konak Meydanı’nın bir geçiş meydanı olması, birçok insanın aynı mekânda bir araya gelmesi anlamına geliyor. Fakat bu insanların etkileşimi sağlanmadığı sürece özgürleşmenin kıyısından bile geçemeyiz. Örneğin böyle merkezi bir yerde herkesin vakit geçirebileceği bir park, çocukları oynarken vakit geçirmek için sohbet eden farklı kesimlerden ebeveynlerin aralarındaki sınırların hafiflemesine, kendi aralarında örgütlenmelerine, rutinden biraz olsun uzaklaşarak yaratıcılıklarının ortaya çıkmasına olanak sağlar. Günümüzde eğlence için birçok bireysel aracın bulunması ve çocuklarıyla bizzat ilgilenen ebeveynlerin azlığı düşünüldüğünde söz konusu parkın varlığının dahi bu etkileşimi sağlayacağı şüphelidir elbette.

Ancak bölgede devamlı bulunan, mekânla bir bağı olan insanlar isterse mekân özgürleşebilir. İnsanlar mekânı özgürleştirmeyi amaç edinmelidirler. Böylece mekân, kendi insanlarıyla devinimini sağlayabilir. Dışardan gelen ücretli işçiler mekânı özgürleşme amacıyla düzenleyemezler çünkü dışarıdan bir düzenlemeye tabi olan mekân ve mekânın temsil ettiği topluluk, devamlı dışsal müdahaleye muhtaç olur, kendi kendinin devamlılığını sağlayamaz, özgürlüğünü yitirir. Konak Meydanı’nda değişiminde kentli bireylerin değişiminde bizzat rol oynadıkları bir öge olması meydanın canlılığını sağlayacağı gibi meydanın bir araç değil amaç haline gelmesini de sağlardı. Buna örnek olarak Paris’te kilitlerin asıldığı aşk köprüsünü veya ortak bahçeleri, meyve ağaçlarını düşünebiliriz. İnsanlar köprüye kilit asmak, ortak bahçeye bitkilere bakmak için gider; meyve ağaçlarına meyve toplamak için tırmanır. Bu eylemler kendileri için yapılan eylemlerdir ve mekân ile insan arasında bağ kurarlar.

Kısaca, Konak Meydanı’nın özgürleşebilmesi için hem fiziksel mekânın hem de insanların zihinlerindeki mekânın düzenlenmesi gerekmekte. İzmir bir kent meydanına sahip olacaksa Konak Meydanı’nda insanların vakit geçirme alanlarına yer verilmeli, İzmirliler de bu mekânı buluşma ve etkileşim için daha çok kullanmalıdır. Meydanda var olan hiyerarşik öğeleri fark ederek toplumsal bellekteki izleri ve anlamlarını içselleştirmeli, meydanın geniş ve boş alanını örgütlenmek için kullanmalı ve gerekirse buna uygun bir şekilde düzenlenmesi için çaba göstermelidir.

KAYNAKÇA

Bookchin, Mooray (1982). Özgürlüğün Ekolojisi, Ayrıntı Yayınları

Dickson, David (1992). Alternatif Teknoloji, Ayrıntı Yayınları

Eyüce, Özen (2000). Resimlerle Geçmişten Günümüze Konak, Ege Mimarlık Dergisi, Sayı 35.

Gorz, André (2000). Kapitalizm Sosyalizm Ekoloji, Ayrıntı Yayınları

Springer, Simon (2018). Coğrafyanın Anarşist Kökleri, Sümer Yayıncılık.

Yılmaz, Fikret (2003). Tarihsel Süreç İçinde Konak Meydanı, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı

Zengel, Rengin (2007). “Dönüştürülmüş” Bir Meydan: İzmir Konak Meydanı’na Analitik Bir Yaklaşım, Mimarlık Dergisi, Sayı 334.  

[1] İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi Öğrencisi

Danışman Öğretmenler:
Çağdaş YÜKSEL (İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi Coğrafya Öğretmeni)
Engin GÜLEŞKEN (İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi Felsefe Öğretmeni)

Yosun Yetiştiriciliği

İNSAN VE DOĞA ARASINDAKİ ETKİLEŞİME BİR ÖRNEK:
YOSUN YETİŞTİRİCİLİĞİ

Sinan KÜTÜK [1]

İnsanlar, yeryüzünde var olduğu zamandan beri doğal koşullarla mücadele içinde olmuştur. Doğanın dilini anlayan ve doğada meydana gelen olayları kendi faydasına olacak şekilde kullananlar yaşamlarını sürdürmeye devam etmiştir. Ancak doğanın dilini anlamayıp, onunla konuşmayı beceremeyenler ise yok olup gitmişlerdir. Zaman içinde insanlığın bilgi ve deneyimi artmış ve artık hemen her toplum, zamanı ve mekânı yönetebilme, doğadan optimum seviyede verim elde edebilme mertebesine ulaşmıştır. Hatta öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki, milyonlarca hatta milyarlarca yılda meydana gelen tüm doğal süreçlerin etkisini dahi değiştirebilir hale gelmiştir.

İnsanlık, zorlu koşullarda bir şekilde hayatta kalmayı başarmış sayısız memeli türünden biridir. Ancak bizleri diğer canlılardan bir miktar özel kılan bazı yeteneklerimiz vardır. Bunlar ne kalın bir kürkümüz, ne uzun ve sivri dişlerimiz, ne uçmamızı sağlayan kanatlarımız, ne de pençelerimizdir. Bizde var olan ve tüm bunlara da hakim olan gelişmiş beyinlerimiz ve organizasyon yeteneğimizdir.

Bu incelemede modern dünyada bile hala ilkel yöntemlerle yapılan yosun yetiştiriciliği ve bu durumun insan doğa etkileşimindeki yeri ve öneminden bahsedilecektir. Aynı zamanda bu ilkel yaşantıyı derinden etkileyecek bir doğa fenomenini ve etkileme sürecinden bahsedeceğim. Bu fenomen küresel ısınma ve iklimi değişikliğinden başka bir şey değildir. Kimilerinin tabiriyle kendi kuyumuzu kendimizin kazdığı durumun ta kendisidir.

Dünya’da 7 buçuk milyardan biraz daha fazla insan yaşamaktadır. Ancak insanlar, dünyadaki kıta ve belgelerde eşit derecede nüfuslanmamışlardır. İnsanlar tarih boyunca kendisi için en verimli alanları seçmiş ve yerleşimlerini bu yerlere kurmuştur. Bazı bölgeler ise çok ama çok seyrek bir şekilde nüfuslanmıştır. Doğa, sahip olduğu imkanlarıyla insanlara kimi yerde çok cömert davranırken kimi yerde ise kaynaklarını kısıtlamıştır. Ancak yine de insanoğlu kısıtlı olan bu kaynaklara rağmen hayatta kalmayı başarabilmiştir. Peki ama nasıl? Bu sorunun verilebilecek belki de sayısız cevabı bulunmaktadır. Ancak burada bu cevaplardan yalnızca bir tanesini verip insan doğa etkileşimini açıklanacaktır. Sorunun cevaplarından birisi yosun yetiştiriciliğinde saklıdır. İnsanlık, toprağın onlara vermeyi reddettiği kaynakları okyanustan elde etmiştir.

Yosun Yetiştiriciliği

Yosun yetiştiriciliği ya da diğer bir ifadeyle yosun çiftçiliği dünyada en çok Endonezya, Filipinler ve Tanzanya’da yapılmaktadır. Burada yetiştirilen yosunlar başta ABD olmak üzere Avrupa’da birçok ülkeye ve Çin’e ihraç edilmektedir. Pazarının en büyük payı bu bahsedilen ülkelerdir. Yosun çiftliklerinde yetişen yosunların kullanım alanları oldukça geniştir. Bunların başını ilaç, kozmetik ve yiyecek gibi ürünler çekmektedir. Tarihte ilk kez Japonya’da 1600’lü yıllarda başlayan bu çiftçilik türü, yetişmeye uygun coğrafyalarda kendine pay edinmiştir. Yetiştirilen coğrafyalarda %80 oranında kadınlar renkli yöresel kıyafetleriyle bu işin öncüleri olmuştur (Görsel 1 ve 2).    

Görsel 1. Zanzibar’da yöresel renkli kıyafetleriyle yosun yetiştiren kadınlar (Web 1)

Görsel 2. Zanzibar’da yöresel renkli kıyafetleriyle yosun yetiştiren kadınlar (Web 2)

Bu işlem kısaca mandal ya da ip yardımıyla denizde doğal olarak oluşan yosunların biriktirilmesiyle yapılmaktadır.  Bu yosunlar sığ ve berrak sularda sıcak Afrika güneşi altında yaklaşık iki hafta boyunca bekletilir. Ardından hasat edilerek birkaç gün kurutulur ve çuvallara konularak ev ortamında muhafaza edilir. Tüm işlemlerin sonunda da farklı sektörlerde kullanılmak üzere dünyanın dört bir yanına ihraç edilir. Bu işi yapanlar doğanın ritmiyle uyum içinde yapmaktadır. Okyanusun kıyısında yapılan yosun yetiştiriciliği işinin mesai saati Güneş’e göre değil Ay’a göre belirlenmektedir. Okyanus kıyısında olmasından ve Ay’ın çekim kuvvetinden etkilenmesi nedeniyle burada sular 2 km kadar çekilebilmektedir. Suların çekildiği zamanlar hasat yapıldığı ya da günlük olarak mahsullerinin kontrol edildiği, suların çekik olmadığı zamanlar ise yosunların geliştiği zamanları ifade etmektedir (Görsel 3).

Görsel 3. Suların çekilmeye başladığı zamanda suların yüzeyine çıkmış yosunlar (Web 1)

Jambiani Köyü’nde Yosun Yetiştiriciliği ve Tabia

Burada yosun yetişme yönteminden ve ekonomik kazancından bahsetmek yerine bu ürün ve sürecin insan doğa etkileşimi arasında nasıl bir etki yarattığından bahsetmek bu yazının amaçlarından birisidir. Bunun için rotamızı Zanzibar’ın güneydoğu kıyısındaki Jambiani köyüne çeviriyoruz. Bu köy Doğu Afrika ülkelerinden olan Tanzanya’nın en doğusundaki Zanzibar adlı bir ada şehrine bağlı köydür. Bu köy Zanzibar ada şehrinin güneydoğu kıyısında yer almaktadır (Görsel 4).

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

Görsel 4. Jambiani köyünün dünya üzerindeki konumunun uydu görüntüsü (https://earthexplorer.usgs.gov/)

Yukarıdaki köyün bulunduğu coğrafi konumdan da anlaşıldığı üzere köy, uçsuz bucaksız bembeyaz ve sığ sahillere sahiptir. Deniz, kum ve güneş yalnızca tatil yapma şansına sahip olanlar için bir anlam taşımaktadır. Jambiani’nin yerel halkı için ise durum hiç öyle değildir. Bir turist olarak gidildiğinde neredeyse el değmemiş ve bozulmamış plajları ve berrak suları ile kaplı olan bu kıyılar eğlenceyi ve sakinliği ifade ediyor olsa da, yerel halk için birer tarım toprağından farksızdır. Jambiani’de karaların yüzölçümüne okyanus ile Gel-Git’ler karar vermektedir. Öyle ki Jambiani sahilinde karalar Gel-Git’in etkisiyle yaklaşık olarak 2 km kadar çekilip geri gelmektedir. Bu köyde Tabia adında 4 çocuğu, bir kocası ve birde kuması olan bir kadın yaşamaktadır. Kadının günlük ve ömürlük yaşamı yerel halkı temsil etmektedir. Bu kadın ya da yerel halkın yaşantısı, insanoğlunun şartlar ne kadar zor olursa olsun kendisini nasılda mevcut duruma adapte edip yaşamını devam ettirdiğinin en açık göstergesidir.

Görsel 5. 35 yıldır bu köyde yaşayan ve 20 yıldır da yosun yetiştiriciliği işi yapan 4 çocuk, bir eş ve birde kumaya sahip olan Tabia adındaki kadın (Web 3)

İkliminin Trorikal olması nedeniyle bölge, turizm açısından oldukça gelişmiş bir yerdir. Fakat bunlar yerli halk için pek bir anlam ifade etmemektedir. Tabia, turistik aktivitelerden kendilerinin değil Jambiani dışından gelenlerin faydalandığını söylemektedir. Zaten turizm işlerinde de tecrübeli olmadıklarını belirtmektedir. Tabia, turizmin kendi çocuklarının görünüşlerini değiştirdiğini ve manevi açıdan onları kayba uğrattıklarını da eklemektedir.

Burası ve benzeri yerler için okyanus görmezden gelinemeyecek bir güce sahiptir. Bu coğrafyada yaşamın şekli okyanusun davranışına bağlıdır. Değişen doğa koşulları, insanların yaşam koşullarını oldukça zorlamaktadır. Ancak bu gelgitler bu yerel halk için aynı zamanda yeni bir iş alanı yaratmaktadır. Bu da yukarıda bahsedildiği gibi yosun yetiştiriciliğidir.

Görsel 6. Yosun hasadı yapan yerli halk (Web 5)

Jambiani’de 35 yıldır yaşayan Tabia burada bu işin %80 oranında kadınlar tarafından yapıldığını ve bu iş dışında ekonomik kazanç elde etmenin yolunu bilmediklerini söylemektedir. Bu köyde kendilerini geliştirmesi için önlerine sunulan hiçbir şeyin olmadığını, ticaret fırsatlarının olmadığını ve ekonomik açıdan zor durumda olduklarını söylemektedir. Yosun yetiştiriciliği bu köyde ilkel koşullarda yapılması nedeniyle doğa koşullarına bağlı kalmaktadır. Her hasadından elde ettiği verimi aynı olmamakta ve bazen de yüksek dalgaların yetiştirdiği ürünleri yerlerinden edip savurduğunu söylemektedir. Bu köyde ortalama günlük kazanç ise 1 doların altındadır.

20 yıldır yosun çiftçisi olan bu kadın ek gelir elde etmek adına takke örmektedir. Eğitim alma şansı yakalayamamış olan Tabia’nın en büyük dileklerinden birisi de çocuklarının iyi bir eğitim almasıdır. Ancak eğitimin burada çok masraflı olması ve aynı zamanda geçimini sağlayacak iş gücünden mahrum bırakması gibi nedenlerden dolayı çocuklarının eğitimi yarıda kalmıştır. Verilen eğitim ise medreselerde okutulan din ağırlıklı bir eğitim sistemidir. Bazı dönemler masraflarını karşılayamadıkları için çocuklarını okula dahi gönderemediklerini söylemektedir.

Yosun yetiştirme işini buradaki diğer kadınlar gibi o da tek başına yapmaktadır. Hasadını, suların çekilmeye başlamasıyla yapmaktadır. Eğer yosunlarını daha derin ve soğuk sularda yetiştirebiliyor olsalar, yosunlardan daha fazla verim alabilirler. Ancak bu durum buradaki kadınlar için oldukça risklidir. Burada yaşayan kadınların çoğu yüzme bile bilmemektedir. Kadınlar topladıkları hasadı çuvallara koyup kafasında taşımaktadır (Görsel 7). Tabia yükünün ağır olmamasına sevinemiyor. Hasadın az olması gelirinin de az olmasına neden olmaktadır. Toplanan yosunlar kozmetik, ilaç ve yiyecek gibi ürünler için kullanılmaktadır. İronik bir durumdur ki Tabia belki de hiç bu ürünlerden kullanamayacaktır. Jambiani’de yosun çiftçiliği yaygın bir iş olmasına rağmen burada neredeyse hiç yosun tüketilmemektedir.

 

 

 

 

 

 

Görsel 7. Mahsullerini başındaki çuvalla taşıyan kadınlar (Web 4)

Tabia ve ailesi elektrik enerjisine sahip değiller. Akşam ve geceleri, vakitlerini bahçelerinde oturarak geçirmektedir. Bazen de köyde sadece birkaç komşusunda bulunan televizyon için komşusuna gidip akşamı orada geçirmektedirler. Komşularıyla birlikte televizyonu seyredip yorum yapmak onları oldukça mutlu etmektedir.

Bu köye ya da civar köylere gelen turistler, kadınların okyanusta yetiştirdiği yosunlardan oldukça etkilenmektedirler. Hatta gelen turistlerin merakından dolayı onlara da bu işler gösterilmektedir. Bu durum turistlere eğlence ve deneyim kazandırırken, yerli halka ise ek gelir sağlamaktadır (Görsel 8).

Görsel 8. Yerli halkın gelen yabancı turistlerle birlikte yaptığı yosun yetiştiriciliği (Web 7)

İklim Değişikliğinin Yosun Yetiştiriciliğine Etkileri

Zanzibar’da 1980’li yıllarda tanıtılan deniz yosunu çiftçiliği, bölgede özellikle kadınlar tarafından ekonomiye can damarı olmuş bir sektördür. Ancak son 20 yıl içinde etkisini çok daha hissedilir hale getiren iklim değişikliği, gerek bölgenin ekonomisi gerekse yerel halkın yaşam koşulları üzerinde bir tehdit oluşturmaktadır. Deniz yosunun yetişmesi için soğuk ve derin suların daha verimli olduğundan yukarıda bahsedilmiştir. Ancak köydeki kadınların yüzme bilmiyor oluşu ve aynı zamanda derin sularda dalgaların daha yıkıcı etkisi gibi nedenlerle bu durum pek mümkün gözükmemektedir. Bunun yanı sıra sıcaklıkların artması nedeniyle denizlerdeki kumulların olması gerekenden çok daha fazla ısınması, deniz yosunlarının ölümüne neden olmaktadır. Jambiani’nin kuzeyinde olan Paje köyünde yirmi yıl öncesine kadar 450‘den fazla deniz yosunu çiftçisi varken günümüzde bu rakam 150’nin altına düşmüştür. Zanzibar’da deniz yosunları daha yetiştirilme aşamasında ölmektedir.  Zanzibar Deniz Bilimleri Enstitüsü’ndeki araştırmacılar, deniz yosunu ölümleri sorununun kısmen yükselen deniz sıcaklıklarına, iklim değişikliği ve bakteriyel enfeksiyon nedeniyle meydana gelen aşırı hava koşullarına bağlamaktadır.

Isınan deniz suyu nedeniyle tropik kökenli fırtınalar okyanus kıyısındaki yerleşim yerlerini ağır hasarlı bir şekilde etkilemektedir. Tropik kökenli fırtınaların son yıllarda sıklığı ve şiddetinin de arttığını düşündüğümüzde ise doğa koşullarına bağlı olan bu köyler ve benzeri yerler için yok oluş kaçınılmazdır. Buna ilaveten küresel ısınmaya bağlı olarak eriyen buzulların deniz su seviyelerini yükselttiğini bilmekteyiz. Bu yüzyılın sonuna kadar küresel ısınma ile birlikte deniz seviyelerindeki yükselme 65 – 100 cm’ye ulaşabilir. Durum böyle olunca yükselen deniz suları zaten adada yaşayan halk için kara sıkıntısının çekilmesine de neden olacaktır.

Tüm bunların neticesinde zarar görenler küresel ısınmaya en ufak katkısı dahi olmayan ve belki de hayatının tamamını Zanzibar adasında geçirecek yerlilerdir. Özellikle kadınlar.

Görsel 9. Deniz yosunu toplayan mutlu Zanzibarlı kadınlar (Web 6)

 

KAYNAKLAR

  • Kadıoğlu, M.,, ‘’İklim Değişiklikleri ve Etkileri: Meteorolojik Afetler, ‘’TMMOB Afet Sempozyumu Bildiri Kitabı İçinde. s.47-55, Aralık 2007.

 
Web Kaynakları 

 

Jambiani Köyü ve Tabia’nın Yaşantısını İçin

Uydu Görüntüleri

[1] İstanbul Üniversitesi, Fiziki Coğrafya ABD Yüksek Lisans Öğrencisi

 

Göbekli Tepe

GÖBEKLİ TEPE (POTBELLY HILL
(Paleolitik’ten Neolitik’e Genel Olarak İklim ve Diğer Coğrafi Olaylar)

Dr. Gülten DEVRAN İÇEL [1]

Bazı yazılarda tarihin sıfır noktası, bazı yazılarda insanlık tarihinin yeniden gözden geçirilmesine neden olan kült yapılar. Bazı yazılarda inancın doğumunun yeri, 2018 de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne giren, son aylarda bir internet dizisi ile tekrar gündeme gelen, ülkemizde 2019 yılına adını veren ve hala gizemini koruyan Göbekli Tepe.

Bu incelemede günümüzden 12.000 yıl öncesine tarihlenen Göbekli Tepe özelinde Paleolitik’ten Neolitik’e iklim ve diğer coğrafi olaylar ile o dönem insanlarının beşeri ve ekonomik değişimi incelenerek derlenmeye çalışılmıştır. 

Foto 1: https://www.kulturportali.gov.tr/portal/gobeklitepe

Şanlıurfa’nın 15 km kuzeydoğusunda yer alan Göbekli Tepe, ilk olarak 1963 yılında Türk ve Amerikan bilim insanlarının yaptığı yüzey araştırmasında keşfedilmiştir. Tepenin her yerinde bulunan kireçtaşı blokları nedeniyle mezarlık olduğu düşünülen Göbekli Tepe’de kazılar 1995 yılında başlamıştır. Araştırma sonuçlarına göre 12.000 yıl önceye tarihlenen bu dini yapılar topluluğunda, T biçiminde 12 tane taş dairesel dizilmiştir. Dairesel yapının merkezinde daha yüksek iki tane T şeklinde dikilitaş karşılıklı olarak yerleştirilmiştir. Dikilitaşların çoğunun üzerinde çeşitli hayvan ve soyut figürler kabartma olarak veya oyularak betimlenmiştir.  Dünyanın bilinen en eski ve en büyük dini yapılar topluluğudur

İnsanın ilk ortaya çıkışı ve bu günkü duruma gelmesi üzerine birçok görüş ve tarihlendirme vardır. Arkeolojik kayıtlara göre bilim insanları, insan topluluklarını geçimlerini sağladıkları yöntemlere göre evrelere ayırırlar. Günümüzden yaklaşık olarak 2.000.000 yıl önce başlayan ve Paleolitik olarak adlandırılan insanın serüveni, bu gün hala devam etmektedir. Yine günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce başlayan Neolitik, insanın geçirdiği evrelerden belki de en önemlisi olarak ele alınmaktadır. Elde edilen verilere göre Göbekli Tepe, yerleşik hale yeni başlayan Neolitik toplumlarının yaptığı, en büyük ve ilk tapınak olma özelliği göstermesi bakımından önemlidir.

Foto 2: Göbekli Tepe (https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/dunyanin-en-eski-tapinagi-gobeklitepeye-stonehenge-modeli/1129343 )

I.A.İnsanın Ortaya Çıkışı,  Paleolitik ve Neolitik  

Dünyamız 4,5 milyar yıldan daha yaşlıdır. Bilinen en eski hayat izi Grönland’ın güneyinde bulunmuş 3,8 milyar yıllık bakteri fosilleridir.  İlk bitki izleri Güney Afrika’da 2,5 milyar yıl önceye uzanır. İlk insanın ortaya çıkışı ise Doğu Afrika’daki Omo nehri yatağından toplanan fosillerden anlaşıldığına göre, 3 milyon yıl önce meydana gelen bir iklim soğuması esnasında olmuştur. (Şen,1998).

Günümüze kadar gerçekleşen çalışmalarda Homo Erectus adı verilen  ilk insanın Afrika’da ortaya çıktığı, buradan dünyanın çeşitli yerlerine dağılarak farklı ortamlarda yaşamış olduğu belirtilmektedir (Harmankaya vd., 2011).

Günümüzden 220. 000 yıl önce, olasılıkla Homo Erectus’tan gelişen yeni bir insan türü, Homo Neanderthal ortaya çıkar. Bu tür, teknolojik olarak gelişmiş taş aletler yapabilen, ölülerini ilk gömen insanlardır. Günlük yaşantı tıpkı Homo Erectus’lardaki gibi toplayıcılık ve avcılığın olduğu karma ekonomi şeklindedir (Harmankaya vd., 2011).

120.000-110.000 yıl önce günümüz insanının atası Homo Sapiens (akıllı insan) tarih sahnesine çıkar. Homo Sapiens’ler, mağara, kaya sığınakları yanında ağaç dalları ve postlardan yaptıkları basit barınaklarda yaşamışlar, bilinçli olarak avcılık-toplayıcılık yaparak hayatını devam ettirmişlerdir.

Arkeolojide Paleolitik olarak tanımlanan ve günümüzden 12.000 yıl önceye kadar devam eden bu dönem, kendi içinde Alt Paleolitik, Orta Paleolitik ve Üst Paleolitik diye daha alt evrelere de ayrılmaktadır.

İlk çağ olan Paleolitik, insanlık tarihinde çok uzun bir zamanı kapsamaktadır. İnsanlık tarihinin ilk basamağını oluşturmasının yanı sıra, bu tarihi sürecin %99’undan daha uzun bir bölümünü kapsamaktadır. Günümüzden yaklaşık 2,5 milyon yıl önce, insanın Afrika kıtasında ilk aleti üretmesiyle başlamış, yine Yakındoğu’da günümüzden yaklaşık 20 bin, Avrupa’da ise 10 bin yıl önce sona ermiştir (Yalçınkaya,2009). Paleolitik toplumunun üretim faaliyeti avcılık ve toplayıcılıktı. Çakmaktaşından yaptığı aletleri kullandı. Ancak bu aletleri sürekli olarak geliştirdi (Şen,1998).

Üretim öncesi evreleri temsil eden Paleolitik toplumlar, üretim sonrası yerleşik yaşamın ürünü olan toplumların aksine, belirli bir coğrafya ile sınırlandırılamazlar. Zira bu uygarlıklar dünya genelinde yer yer yayılmış olup, benzer özelikler sergilemektedirler (Yalçınkaya,2009).

Günümüzden 12.000 yıl önce Neolitik adı verilen, insanların tarım yapıp ürettiği, yabani hayvanları evcilleştirdiği ve yerleşik hayata geçerek, köyler-şehirler kurduğu dönem başlamaktadır. Bu dönemi de arkeologlar kendi içerisinde Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem ve Çanak Çömlekli Neolitik Dönem olmak üzere ikiye ayırmaktadırlar. Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem en eski yerleşim alanları olarak tanımlanmaktadır ve bu dönemde insanlar aşamalı olarak yerleşik hayata başlamışlardır.

Foto 3: Paleolitik dönem insanı (temsili)  ( https://www.derszamani.net/)

I.B.Göbekli Tepe’nin Yeri Ve Önemi

Göbekli Tepe, elde edilen bulgulara göre Neolitik adı verilen evrenin ilk bölümü yani Çanak Çömleksiz Neolitik Döneme ait bir yapılar topluluğudur. Ancak bu yapılar bir yerleşim alanı değil arkeolojik tanımla “kült yapı” yani bir tapınak alanıdır.

Göbekli Tepe’yi bu kadar önemli hale getiren, günümüzden 12.000 yıl önceye tarihlenen bu tapınakları insanlar nasıl inşa ettiler?  Neye tapındılar?  Nasıl bir seramoni ile tapındılar? Neden kapatıp terk ettiler?  Tapınaklarda T biçimindeki sütunlara yonttukları çeşitli simgeler ile kime-neyi-niçin anlatmak istediler? Belli zaman sonra üzerlerini neden örterek yenilerini yaptılar? gibi hala tam olarak cevaplanamamış sorulardır.

Göbekli Tepe, merkeze bağlı Örencik Köyü yakınlarındaki Tek Tek Dağlarının üzerinde 770 m rakımda kurulmuştur..  Seçilen alan, diğer Neolitik Dönem yerleşim yerlerinde olduğu gibi su kenarı, vadi ya da ovada olmayıp, Harran Ovası’nı kuzeyde sınırlayan uzun bir yükselti silsilesi üzerinde, görüşe ve manzaraya hâkim bir konumda bulunmaktadır.

Göbekli Tepe alanı, yaklaşık 50 m çapında, yüksekliği 20 m olan tümsek şeklindeki oluşumların teşkili arasında kalan alandadır. Mardin yönünden gelindiğinde 20 km uzaktan bile fark edilebilecek bir konumdadır ve güneyde Harran Ovası’na, batı ve kuzeyde Şanlıurfa çevresindeki diğer tepelere hakimdir (Schmidt, 2008; Türkcan, 2006). 

Foto 4: Göbekli Tepe’nin Yeri

Şimdiye kadar yapılan kazı çalışmaları sonucunda, Göbekli Tepe’de 6 tabaka açığa çıkartılmıştır. En üstteki I. Tabaka, tarım yapılan yüzey dolgusu olup, geriye kalan tabakalar ise Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e tarihlenmektedir.

Göbekli Tepe’de stratigrafi en üstten alta doğru şu şekilde izlenmektedir.

I. Tabaka: Yüzey dolgusu

II.A. Tabaka: Dikilitaşlı Köşeli Yapılar (M.Ö. 8.000-9.000).

II.B. Tabaka: Yuvarlak-Oval Yapılar (Ara tabaka).

III.Tabaka: Dikilitaşlı Dairesel Yapılar (M.Ö. 9.000-10.000).

Konumu itibariyle çevresinde geniş kayalık platolar bulunan Göbekli Tepe’de, dikilitaşlar bu platolardaki kayalardan yekpare halinde kesilerek temin edilmiştir. Arazide, işlenmemiş durumda bazı dikilitaşlar kesildiği yerde hala görülebilmektedir. Ayrıca bu platolarda, kayalar üzerinde, işlevleri henüz anlaşılamayan oyuklar ve bir takım işaretler bulunmaktadır.

Boyları 5m.ye ulaşan dikilitaşların bazılarının üzerinde, kabartma olarak çoğunluğunu yılan, tilki, yaban domuzu ve kuşların oluşturduğu çeşitli hayvan tasvirleri bulunmaktadır.

Foto 5: https://www.kulturportali.gov.tr/portal/gobeklitepe

Bazı örneklerde kabartma olarak yapılmış kol ve ellerden dolayı, dikilitaşların stilize edilmiş insan figürleri olduğu öngörülmektedir.  Kazılar sonucunda çok sayıda hayvan heykeli, çakmaktaşından aletler, taştan boncuklar ve kaplar ile küçük figürünler açığa çıkartılmıştır.

Göbekli Tepe’de temsil edilen bulgulara göre insanların avcılık ve hayvancılıkla geçindiği, henüz tarımın yapılmadığı düşünülmektedir. Yerleşim yerinin konumu, açığa çıkartılan devasa boyutlu yapıları, tonlarca ağırlıktaki dikilitaşları ve bu dikilitaşların yerleştirilmesi bakımından Taş Çağı insanlarının, büyük bir organizasyon ve uzun bir zaman dilimi dâhilinde hareket ettikleri düşünülmektedir.

II.A. PALEOLİTİK’TEN NEOLİTİK’E GENEL OLARAK İKLİM VE DİĞER COĞRAFİ OLAYLAR

 Arkeoloji veya insan evriminde Paleolitik olarak tanımlanan zaman, jeolojik dönemlerden en sonuncusu olan Kuaterner’in,  Pleistosen (günümüzden yaklaşık 2000 000 yıl önce) dönemini kapsamaktadır. Pleistosen ise İklim değişiklikleri ile bilinir. Dönüşümlü olarak sıcak ve soğuk dönemlerin egemen olduğu Pleistosen’e “Buzul Çağı“ da denir.

Pleistosenle ilgili yapılan çalışmalar, bu dönemde dünyamızın en azından dört soğuk ve üç sıcak dönemin etkisinde kaldığını göstermektedir. Ne buzul çağları ne de buzul arası çağların tam olarak soğuk veya sıcak olmadıkları, soğuk devrelerde bazı küçük ısınmaların, sıcak evrelerde bazı küçük soğumaların olduğu da bilinmektedir (Şen,1998; Atalay, 2010). Jeolojik olarak Pleistosen veya arkeolojik olarak Paleolitik’te insanlar mağaralarda veya kaya sığınaklarında önceleri toplayıcılık sonra buna avcılığı da ekleyerek yaşamışlardır.

Özellikle Orta Pleistosen’de iklimin çok çetin olduğu, Dünyamızın 1/3 ünün buzlarla kaplı olduğu anlaşılmıştır. Deniz seviyelerinin onlarca metre alçaldığı, iklimin bu denli kötü olduğu zamanlarda dahi dönem insanının yaşamlarını başarıyla sürdürmeleri hayret vericidir (Şen,1998)

Üst Pleistosen (-paleolitik) de sadece Afrika, Avrupa ve Asya’da yaşayan insanın alanını genişleterek Avustralya ve Amerika kıtalarında da yaşamış olduğu anlaşılmaktadır (Şen,1998). Buzul dönemlerinde yüzlerce metre alçalan deniz seviyeleri ile kara haline gelen alanlardan hareket eden bu dönem insanları, buzul arası sıcak dönemlerde yaşama alanlarını daha da genişletmişlerdir.

Pleistosen’deki son buzul dönemi kıtalara göre farklı olmakla birlikte 18-20.000 yıl önce başlamış, buzullar Avrupa ve iskandinavya’da 50° , Kuzey Amerika’da 40° kuzey paraleline kadar sokulmuştur. Soğumanın günümüze göre ortalama 4,5° düştüğü son buzul döneminde deniz seviyeleri yüzlerce metre alçalmış; Doğu Sibirya açıkları, Alaska, Arjantin doğusu, güney Asyanın önemli bir bölümü kara haline gelmiştir. Yeni Gine ve Avustralya birleşmiş, Karadeniz-Akdeniz bağlantısı kesilmiştir (Atalay, 2010).

Bu dönemde donmuş topraklar (Permafrost) 44° kuzey paraleline kadar, Anadolu, Masif central ve Yunanistan’ın dağlık kesimlerinde 1200 m. ye kadar, Asya’nın doğusunda 40° kuzey paraleline kadar, Güney yarım kürede 40° güney paraleline kadar sokulmuştur (Atalay,2010; Van Andel-Tzeski, 2009).

Son buzul çağında iklimin soğuk ve kurak olmasından dolayı rüzgar faaliyetleri şiddetlenmiş, çöl sahaları da genişlemiştir. Orman alanları daralmış, bozkır ve çölümsü bozkırlar daha geniş alanlara yayılmıştır.

Levhaların hareketleri, volkanizma ve depremler bu dönemde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. İncelenen kaynaklardan anlaşıldığına göre, Arap masifi ile Avrasya masifinin birbirine doğru hareketleri sonucu, Anadolu’da bu doğal olaylar çok şiddetli ve etkili olmuşlardır. Gerek iklimdeki soğuk-sıcak değişimler, gerekse yer hareketleri Kuzey Mezopotamya’da da etkili olmuştur. (Özdemir ve İnceöz….)

Son buzul dönemi olan Würm’de Avrupa’nın ve Asya’nın birçok yeri olumsuz iklim şartları ile kaplıydı. Buna bağlı olarak bitki örtüsü, hayvan sayı ve türleri, toprak özellikleri insan yaşamı için çok elverişli değildi. Mağara, in ve kovuklarda yaşayan avcı toplayıcılar zor doğa koşullarına rağmen Avrupa ve Asya’nın bazı alanlarında yaşayabilse de daha çok Mezopotamya ile Doğu Akdeniz’in kıyılarında yaşamayı tercih ettikleri anlaşılmaktadır. Yazılı kaynaklardan anlaşıldığına göre, son buzul döneminde ve bu dönemin sonlarında Orta ve Güney Mezopotamya’da yaşam koşulları çetindir. İklim ve bitki örtüsü yanında çölümsü steplerin yaygın olduğu alanlarda hayvan türleriyle sayıları da azdır.  Bu dönemde avcı-toplayıcı insanlar daha çok Dicle nehrinin doğusundaki Zağros dağlarının eteklerinde, Lübnan, Suriye, Filistin kıyılarındaki plato ve dağ eteklerinde, “Levant” adı verilen Doğu Akdeniz kıyılarında ve Mezopotamya’nın kuzeyinde yani bugünkü Güneydoğu Anadolu’nun kuzeyinde Toroslar’ın güney eteklerinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Yakın zamana kadar Kuzey Mezopotamya, özellikle Toros dağlarının etekleri paleolitik toplumların yaşamadığı alanlar olarak, Levant bölgesi veya çekirdek alan denilen Doğu Afrika’dan ayrı tutuluyordu. Ancak son yarım yüzyıl diyebileceğimiz zamanda yapılan arkeolojik çalışmalarda elde edilen bulgular bu görüşü tamamen değiştirmiştir. Nevali Çori, Hallan Çemi ve ardından Çayönü’ndeki buluntulara en son Göbekli Tepe eklenmiştir. Göbekli Tepe bulguları yakınındaki bu yerleşmelerden hem eski hem de tapınak olması yönleriyle ayrılmıştır.

Göbekli Tepe hem Kuzey Mezopotamya’nın neolitik kültürler tarafından kullanıldığı hakkında verdiği bilgiler, hem yerleşik hayata geçiş sürecinde tapınak olması, hem de o dönemin organize yaşamı ve doğal ortam hakkında verdiği bilgiler ile şu an için en eski önemli alandır.

II.B. ÇEVRESİNDEKİ BENZER ALANLAR VE GÖBEKLİ TEPE 

Neolitik, insanların tarım yapmaya başladıkları, hayvanları evcilleştirdikleri, yerleşik hayata geçerek köyler kurdukları ve bunları yapmaya başladıktan sonra hızla geliştikleri bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun tarihsel gelişiminde de Neolitik, insanların nüfussal anlamda sıçrama yaptıkları ikinci dönem olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle Neolitik dönemin yansıttığı bu yeni yaşam biçiminin nerede, nasıl, ne zaman ortaya çıktığı ve başka coğrafyalara nasıl ve neden yayıldığı soruları, bilim dünyasının yüz yıla yakındır yanıt aradığı soruların başında gelmektedir.

Foto 6:    Anadolu’da tarih öncesi ilk yerleşim yerleri

Yakın zamanlara kadar bu dönüşümün Yakındoğu’nun yarı kurak ve kurak bölgelerinde, Anadolu topraklarının güneyinde gerçekleştiği öngörülüyordu. Ancak son yıllarda ortaya çıkan Göbekli Tepe gibi merkezler, bu dönüşümün önceden düşünülenden daha kuzeyde gerçekleştiğini açık bir şekilde ortaya koydu. Neolitik yaşamın başladığı ve oluşum sürecini tamamladığı bölge artık, İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Doğu Anadolu’nun bazı kesimleri, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’yle tanımlanıyor.

 Foto 7: Verimli Hilal

Foto 8: Verimli Hilal, Göbekli Tepe ve Yakın Çevresindeki Neolitik Alanlar

“Neolitik oluşum” ya da “çekirdek bölge” olarak tanımlanan bu bölgede daha önce öngörülemeyecek kadar heyecan verici bulguların Türkiye topraklarındaki izleri ilk olarak Halet Çambel ile Robert J. Braidwood’un Çayönü, Ufuk Esin’in Aşıklı Höyük, Harald Hauptmann’ın Nevali Çori, Jacques Cauvin’in Cafer Höyük kazılarıyla ortaya çıkmaya başladı. Bu gibi kazı yerlerinden elde edilen sonuçlar, Neolitik dönemi tümüyle yeniden ele almayı ve düşünce sistemimizi bu yönde değiştirmeyi gerektirmiştir. Göbekli Tepe kazıları Anadolu coğrafyasının, uygarlık tarihinin bu en önemli dönüşüm süreci açısından ne kadar büyük bir önem taşıdığını, heyecan verici görkemli bulgularıyla en açık şekilde ortaya koymuştur (National Geographic Türkiye, Haziran 2011 sayısı)

Neolitik Çağ’ın, Çanak Çömleksiz ve Çanak Çömlekli olarak iki bölümde ele alınması yalnızca kilden kap kaçak yapımı gibi yeni bir teknolojinin ortaya çıkmasına bağlı değildir. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’da yerleşik yaşam ve bunun gereği yeni bir mimari, köy yaşantısı ortaya çıkar; beslenmeye tahıllar ve evcilleşme sürecindeki hayvanlar giderek daha fazla katılır, ancak avcılık ve toplayıcılık hala yaşamın temelini oluşturmaya devam eder. Buna karşılık Çanak Çömlekli Neolitik Çağ ile birlikte çiftçiliğe, besin üretimine dayalı ekonomik model tüm kurallarıyla yerleşmeye başlar ve bu toplumsal yaşamın her kademesine yansır. Bu nedenle Neolitik Çağ’ın ikiye bölünmesi bu dönemlere verilen adların belirlediğinden daha da önemlidir.

Neolitik Devrim, her yerde aynı zamanda, aynı şekilde olmamıştır. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ Toplulukları, Doğu Akdeniz, Kuzey Suriye ve Kuzey Mezopotamya, Güneydoğu Anadolu ile Doğu Anadolu’nun güney kısımlarında günümüzden 12.000 yıllarından itibaren bu yeni yaşam biçimini geliştirmeye başlamış olsalar da yeni yaşam biçiminin son şeklini alması günümüze daha yakın zamanlarda (yaklaşık GÖ 6.000 yıllarında) gerçekleşmiştir. Orta ve Güneydoğu Anadolu’da bu gelişmeler yaşanırken dünyanın başka yerlerinde farklı kültürel oluşumların, çağdaş olarak varlıklarını sürdürdüğü unutulmamalıdır.

Göbekli Tepe kazılarında elde edilen buluntular, Taş Çağı’nda yaşayan avcı-toplayıcı insanların yalnızca hayatta kalma savaşı vermediklerini göstermektedir. Yaklaşık 12.000 yıl önce yaşayan bu insanlar, günlük gereksinimlerini gidermenin yanı sıra, doğayı anlamaya çalışmışlar, doğaüstü güçlerin veya tanrıların varlığına inanmışlar, dinsel törenler için düzenli aralıklarla bir araya gelmiş, bu törenleri yapabilmek için muazzam yapılar inşa etmişlerdir.

Bilim adamları bu veriler ışığında, yerleşik hayata geçişte ekonomik veya ekolojik nedenlerin değil bu kalabalık ve uzun dinsel törenlerin rol oynamış olabileceğini de düşünmektedirler. Öyle ise yerleşik hayatla başladığı düşünülen uygarlık sanıldığı gibi, Filistin (Eriha kazı alanı) ya da Mezopotamya’ da değil Anadolu’da doğmuştur.

Göbekli Tepe çevresinde, burada ortaya çıkarılan yapı ve diğer bulgulara benzer özellikler gösteren başka alanlar da vardır.

Foto 9:Çanak Çömleksiz dönem merkezleri (Özdöl, 2011)

1990 yılında da, Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün İstanbul şubesinde çalışmalarını sürdüren Harald Hauptmann, Göbekli Tepe’ye 50 km uzaklıktaki Nevali Çori’de o güne değin bulunan en eski tapınağı gün ışığına çıkarmıştı.

Nevali Çori: Şanlıurfa İl merkezinin kuzeyindedir. Bu gün Atatürk barajı suları altında kalmıştır. Burası hem Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemde hem de daha sonraki çağlarda yerleşim yeri olarak tercih edilmiştir(Türkcan,2006)

Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemin ilk evrelerine tarihlendirilen Göbekli Tepe ile Çanak Çömleksiz Dönem’in son evrelerine tarihlendirilen Nevali Çori’deki kült (tapınak) yapıların büyük benzerlik gösteren plan şemaları ve kabartma desenlerinden aralarında kesin olarak bağlantı olduğunu anlaşılmaktadır (Türkcan,2006).

Göbekli Tepe’ye benzeyen diğer bazı merkezler arasında Urfa-Yeni Mahalle ve yine hepsi Urfa’da yer alan Karahan, Sefer Tepe, Hamzan Tepe’nin adlarını sayabiliriz. Bu merkezlerde herhangi bir kazı çalışması yoktur ve daha çok yüzey buluntularından tanınırlar. Söz konusu yerleşmeler de T biçimli dikilitaşları ile dinsel bir öneme sahip ve dinsel bir amaca hizmet ediyor görünmektedirler. Fakat hem merkezler hem de buralarda ele geçen 1.5-2 m boyutlarındaki steller Göbekli Tepe’ye göre daha küçük boyutludurlar. Bu steller Göbekli Tepe’nin geç tabakalarında ortaya çıkarılan stellere benzerler ve bu nedenle ele geçtikleri merkezler görünüşe göre Göbekli Tepe kadar erken değildirler. Bununla birlikte, ileride adı geçen yerleşmelerde yapılacak kazılar, Göbekli tepe kadar erken tabakalar sağlayabilirler.(Özdöl,2011)

Göbekli Tepe,  henüz kazılmamış dolgu birikimiyle belki Paleolitik Çağ içlerine kadar eskiye gidebilecek bir tapınaklar alanıdır. Schmidt’e göre, burada sürekli bir yerleşimin izlerine rastlanmamıştır ve bu tip dinsel merkezler yerleşik toplumların ortaya çıkışından bir hayli önce var olan bir olgudur (Schmit 2008). Avcı-toplayıcı insanları bir arada tutan bazı olguların daha yerleşik hayata tam olarak geçmeden var olduğu, örgütlenebildikleri ortadadır.

Kaynakça

Atalay, İ.Uygulamalı Klimatoloji.2010

Baskıcı,M.M. Evcilleştirme Tarihine Kısa Bir Bakış .1998

  http://static.dergipark.org.tr:8080/article-download/imported/5000053704/5000051020.pdf

Curry, A. “Gobekli Tepe: TheWorld’s First Temple?” Smithsonian Magazine, 3, 1-4. 2008

Erarslan, A.; Kolay,İ.A. “Doğu Ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nin Kentleşme Sürecinin Öncü Kent Döneminin Ubaid Ve Uruk Evreleri (M.Ö. 5000-3100)” . İtü dergisi, C.2   S.1 s.80-86.2005.

Harmankaya, S.; Köroğlu,K.; Sivas,H.Eski Mezopotamya Ve Mısır Tarihi.

TC Anadolu Üniversitesi Yayını No:2280   Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1277. 2011

Mayewski, P.A.; Rohling, E.E.; Stager, J.C.; Karle’n, W.; Maasha, K.A.; Meeker, L.D.; Meyerson,E.A.; Gasse, F.; Kreveld, S.; Holmgren,K.; Lee-Thorp,J.; Rosqvist,G.; Rack, F.; Staubwasser,M.; Schneider,R.R; Steig, E.J. “Holocene climate variability”

Quaternary Research 62 (2004) 243– 255 Elsevier.2004.

National Geographic Türkiye, Haziran 2011 sayısı

Özdemir,M.A.;  İnceöz,M. (?). Doğu Anadolu Fay Zonunda (Karlıova-Türkoğlu Arasında) Akarsu  Ötelenmelerinin Tektonik Verilerle Karşılaştırılması.

https://sbd.aku.edu.tr/V1/aozdemir.pdf

Özdemir, M.A.(?). iklim Değişmeleri Ve Uygarlıklar Üzerindeki Yansımalarına İlişkin Bazı Örnekler

https://sbd.aku.edu.tr/VI2/ozdemir.pdf

Özdöl, S.“Çanak Çömleksiz Neolitik Çağda Güneydoğu Anadolu’da Din ve Sosyal Yapı”. Tarih İncelemeleri Dergisi C.26  S.1 s.173-199.2011

Pearson, M. P. Researching stonehenge: theories past and present.

Archaeology International, 16.2013.

Schmit,K.  Göbekli Tepe. Dünyanın İlk Tapınağı.2008.

Şahinalp, M.S.“Şanlıurfa Şehrinin Kuruluşuna Etki Eden Etmenler”.

                                Coğrafi Bilimler Dergisi. S.105-127.2006

Şen, O. “İklim Değişmelerinin İnsan Ve Tarım Evrimindeki Rolü.”

Tarım Ve orman Meteorolojisi Sempozyumu.1998.

Türkcan, A.U.  Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem Yukarı Mezopotamya Anıtsal Kült Binaları Ve Gelişimi. 2006.

Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Arkeoloji                 Anabilim Dalı Doktora Tezi.

Van Andel, T.H.; -Tzeski, P.C. PALAEOLITHIC LANDSCAPES OF EUROPE AND ENVIRONS,150.000-25.000 YEARS AGO: AN OVERVIEW.2009. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi. C.8 No:1 s.71-113

Yalçınkaya,I. Arkeoloji ve Sanat Tarihi Eski Anadolu Uygarlıkları Pleolitik Çağ (Eski Taş Çağı/Yontma Taş Çağı). 2009.

https://www.kulturportali.gov.tr/contents/files/Paleolitik%20%C3%87a%C4%9F%20(Eski%20Ta%C5%9F%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1Yontma%20Ta%C5%9F%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1).pdf (Son erişim 3 Eylül 2020).

http://www.felsefeekibi.com/sanat/sanattarihi/sanat_tarihi_anadoluda_neolitik_cag.html

http://www.youtube.com /watch?v=nh4kODLjhnc&feature=autoplay&list=PLC63182BC66B8909B&playnext=4

https://www.kulturportali.gov.tr/portal/gobeklitepe 

[1] Mersin Nurettin Topçu Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni

Kara Cehennem Mağarası

 

OBRUK PLATOSU’NUN KALBİNE YOLCULUK: “KARA CEHENNEM MAĞARASI”

D. Doğu ATEŞ [1]

MTA Mağara Araştırmaları Birimi’nin[2] dört çekerli Land Rover jeepi yamacı tırmanırken içimizi bir korku kaplıyordu. Adını farklı kişilerden ve farklı yerlerde defalarca kez duyduğumuz “Kara Cehennem” mağarasına ilk kez girecek, haritalandıracaktık. Uzaktan Obruk Platosu’nun, Konya Ovası’na indiği hafif eğimli bir yamaçta, temiz bir konteyner görünüyordu. İzci “işte” dedi “mağara şoorda” konteynerin sağına vardın mıydı, yerde dört beş metrelik bir delik göreceniz. İşte mağaranın ağzı o delih.”

Fotoğrafın üst sağ köşesinde duran benim. Bende turuncu tulum var. Benim önümdeki (solda) sarı tulumlu uzun boylu kişi ise coğrafyacı bir jeomorfolog olan Emrullah ÖZEL’dir. Diğer arkadaşları tek tek hatırlamıyorum. Bizimle birlikte mağaraya Ankara Üniversitesi Biyoloji bölümünden biri girmişti onu hatırlıyorum. 

Jeepi aslında bir Jeomorfolog olan Emrullah GÜNEY o yöne doğru sürdü. Ovanın kenarında buğday tarlalarının arasından mağaraya doğru vardığımızda, omuzunda kırma tüfekle bir vatandaş bizi bekliyordu. İlk jeepte olduğumuz için araçtan inip amcayla konuşmaya başladık. Amca “buraya nehee geldiniz?” sorusunu sorunca Emrullah abi gayet kibarca MTA’dan geldiğimizi, burada Kara Cehennem adında bir mağara olduğunu, mağaraya girip haritasını çizeceğimizi söyledi. Amca hepimizi ayrıntılı biçimde süzdükten sonra “burada altın falan yok, gidip başka yerde arayın.” diyerek bizi tersledi. Açıkçası elindeki tüfekten de çekinerek amcayı sakinleştirmeye çalıştık. Mağaraya gelmeden önce yaptığımız istihbarat çalışmasında burada bir adamın yaşadığını, yirmi yıldır mağaranın ağzında yatıp kalktığını, bütün malını mülkünü buradaki ? altınları çıkarmak için harcadığını ve bunun için her şeyi yapabileceğini duymuştuk. Gerçekten de daha önce definecilik yüzünden çıldırmış çok insan gördüğümüz için bu adamın hal ve hareketleri hiç yabancı gelmedi. Emrullah abi, amcayı tatlı diliyle ikna edip bir çay içmeye ikna etti. Adam bizi konteynerin yanına götürüp çay ikram etti. Sohbetin başında MTA’nın bu mağarayı neden öğrenmek istediğini sordu. Bizim ne iş yaptığımızı ne işle meşgul olduğumuzu sorguladı. Başımızdaki yaşı büyük insanların neden mağaraya girip çıktığını, bu işten nasıl bu kadar sene köşeyi dönmediklerini anlamaya çalıştı. Yarım saatlik sohbetin sonunda amca bizim defineci olmadığımıza ikna olunca mağaraya girebileceğimizi lakin en ufak bir şey çıkarmayacağımızı, çıkarırsak “dom domu basacağını” söyledi(tüfekle ateş edeceğini).

İçeriye girme sorununu aştıktan sonra kıyafetlerimizi giymeye başladık. Daha önce de onlarca dikey mağaraya girmiş olmama rağmen “Kara Cehennem”de beni çeken ne olduğunu bilmediğim korkunç bir şey vardı. Dört mağaracı hemen hazırlanıp mağaranın ağzına geldik. Mağara dikey bir inişle başlıyor ve tabanı görünmüyordu. Yani beş metrelik bir deliğin içinde, zifiri karanlık bilinemezlik… Önümden o an ekip başı olan Emrullah abi indi. Tabi hiçbir şey göremediğimiz için elli yaşında, 120 kiloluk 1.90 boyundaki bu dev adamın ne yaptığını bilmiyorduk. O yıllarda teknoloji bu denli gelişmemiş olduğu için kısa mesafe, güçlü mağara telsizleri de yoktu. Ardından, desandörümü kuşanıp ipe ben takıldım. Mağara ağzını aştıktan sonra inanılmaz bir manzarayla karşılaştım. Öyle ki Obruk Platosu’nun batı kanadındaki bu mağaranın ana salonu, büyük şehirlerimizdeki herhangi bir stadyumu rahatça içine alabilecek bir genişlik ve derinliğe sahipti. Yani sanırım ilk 80 metre (hiçbir yere temas etmeksizin) iniş esnasında size en yakın kaya duvarı 100 – 150 metre uzağınızda kalıyordu. Daha önce defalarca mağaraya girmeme rağmen, bu kadar büyük bir mağara hiç görmemiştim. Açıkçası hayal bile etmemiştim. Mağaralara girerken, bu işle uğraşırken hiç korkmadığımı söylerdim. Gerçekten de hiç korkmadım. Ama Kara Cehennem de dizlerimin bağını çözdü.

İlk büyük iniş bizi 70 – 80 metrelik bir tepenin zirvesine götürmüştü. Mağarayı her gören mağara ağzından içeriye taş atmış, atılan taş ve moloz binlerce yıl birikmiş, ortada doğal yoldan oluşmamış devasa bir sivri tepe ortaya çıkmıştı. Bu irili ufaklı kaya parçalarından oluşan tepeden aşağı doğru inmeye başladık. Dört kişiden oluşan ekip farklı yönlere hareket ediyor, ama genel hattı değiştirmiyordu. Mağarada inanılmaz sayıda yarasa vardı. Adını hatırlamadığım ama bizimle mağaraya inen Ankara Üniversitesi Biyoloji bölümünde öğretim üyesi olma arzusundaki bir kişi toplam 4 milyon yarasa olduğunu söyledi. Buna başta kimse inanmasa da nasıl hesapladığını mantıklı biçimde anlatınca, bu sayının abartılı olmadığını fark ettik. Çünkü içine stadyum sığabilecek boyuttaki bir mağarada yaşayan kuş sayısı gerçekten çok büyük olmalıydı.

Kara Cehennem Mağarası gerçekten de televizyondaki belgesellerde veya internette gördüğümüz dev mağaralar boyutunda inanılmaz bir doğal yapı. Obruk Platosu’ndaki karstlaşmanın boyutunu gözler önüne sermenin yanı sıra müthiş bir biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapıyor. Ben yalnız yarasalardan bahsettim ama onlarca kuş ve daha pek çok küçük yer hayvanı bu dev mağarada yaşamını sürdürüyor.

İlk inişi gerçekleştirdiğimiz yığıntı taş tepesinden aşağıya yani mağaranın gerçek kireçtaşı tabanına indiğimizde bizi iki sürpriz karşıladı. Bunlardan ilki gerçekten biyoloğun söylediği kadar yarasa, olduğu için hayvancağızlar hacetlerini içeriye gidermişler. Mağaranın tabanı kalın bir yarasa pisliği[3] ile kaplanmış durumdaydı. Bizde bilmeden boynumuza kadar guanoya bulanmıştık. Yani resmen boka batmış vaziyette biraz daha ilerledikten sonra, doğa bize asıl güzelliğini burada yapıyordu. Bir de mağarayı oluşturan küçük dereyle karşılaşınca guanonun yarattığı küfürlü ruh hali, yerini acele yıkanma telaşesine bıraktı. Gerçekten de o küçücük dere üzerimizdeki tüm pisliği alıp götürdü.

Mağarada derinliğimiz -120 metreye ulaşmıştı. Bu çok önemli bir rakamdı. Yani giriş yaptığımız ova kesiminin de altına inmiştik. Böylece artık Obruk Platosu’nun gerçekten kalbinde ilerliyorduk. Derin, karanlık ve soğuk bu dehlizler, boydan boya bulandığımız yarasa pisliği, ilerledikçe serinleyen mağara havası… Derken insanın aklını yerinden oynatan asıl mesele orada karşıma çıktı. Mağaranın içindeki derecik küçük bir mecra açmış yaklaşık 1.5 metrelik elips şeklindeki bir tünelden ilerlemeye devam ediyordu. Fakat uygun bir noktada tüylerimi diken diken eden korkunç şeyle karşı karşıyaydım.

Bütünüyle bir insan iskeletiydi bu… Cenin pozisyonunda ellerini bacaklarının arasına almış, vücudu parçalanmamış, kadın olduğu belli olan bir iskelet. Bu kez korktum mu? Kesinlikle hayır. Yalnızca bu biçare kadının mağaraya düştükten sonra yaklaşık 200 metre süründüğünü ve bu esnada ne büyük acılar çektiğini düşündüm. Bu kadın iskeleti, mağaranın burasına nasıl gelmişti? Kimdi bu talihsiz biçare? Mağarayla ilgili istihbarat yaparken bir köylünün verdiği bilgiyi hatırladım. Şöyle demişti “yüz yıl evvel bir Türkmen karısını tekmeleyip mağaraya atmış”. Gerçekten de içeride karşılaştığım cenin pozisyonundaki insan iskeleti bir kadına aitti. Boyu kısa, kafatası küçük olan bu ceset kesinlikle bir kadına ait olmalıydı. Mağaraya atıldıktan sonra yaklaşık 200 metreyi sürünerek hiçbir şey göremeden geçmiş olmalıydı. Bu karanlık dehlizde korkunç acılar içinde inleyerek ölmüştü. Ve ölürken muhtemelen kendisini mağaraya atan kocasına en ağır bedduaları, küfürleri söyleyerek birisi kurtarsın diye çığlıklar atarak ölüp gitmişti.

Mağara haritaları mağaranın sonu bulunduktan sonra çizilmeye başlanır. Mağara iskeletten sonra 50-60 metre daha dere boyunca devam ediyor, buradan bir sifona batarak yer altında kayboluyordu. Buradan geri dönüp mağara haritasını çizmeye başladık. MTA MAG dağıtıldığı için rapora ulaşma şansım bulunmuyor. Ekibin kurucularından Türk mağaracılığının büyük ismi Dr. Lütfi Nazik’te MTA’dan ayrılmış olup şu anda Ahi Evran Üniversitesi’nde coğrafya bölümünde çalışıyor. Karacehennem Mağarasının derinliği -120 metre olup uzunluğu 260 metredir. İçinde milyonlarca yarasa yaşayan bu mağaranın ekonomik hiçbir değeri bulunmuyor. Yalnızca mağarada olduğunu iddia ettiği tonlarca altına ulaşmak için 60 metreden daha uzun tünel kazdıran adamın oluşturduğu tünel kullanılarak mağara turizme açılabilir. Bu da ne kadar değerli olur? bilemiyorum. Kara Cehennemin çok yakınında yine ülkemizin önemli mağaralarından biri olan Felengi Mağarası yer almaktadır. 1735 metre uzunluğundaki bu mağara – 245 metre derinliği ile Konya Ovasının altında muazzam bir derinliğe ulaşmaktadır.

Farklı tarihlerde ulusal medyada yer alan “Kara Cehennem Definesi” üzerine haberler… Haberleri incelerseniz onar yıl farkla hazırlanan define haberlerinde benzer hikâyelerin olduğunu göreceksiniz. Daha pek çok vardı fakat ben birkaç örneği yeterli buldum.

KAYNAKÇA:

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/500-ton-altin-hayali-90-milyar-harcatti-35010

https://www.turkiyegazetesi.com.tr/Genel/a139469.aspx

http://www.radikal.com.tr/turkiye/500-ton-altin-yerine-50-ton-gubre-cikti-956811/

[1] Ankara Lisesi Coğrafya Öğretmeni

[2] MTA mağara araştırmaları birimi Nuri GÜLDALI tarafından kurulmuş birkaç yıl önce lağvedilmiş bir araştırma merkezidir. Jeomorfologların devlet kurumlarından tasfiye edilmesi ile beraber burası da kapanmıştır.

[3] Yarasa dışkısı, bilimsel adıyla “guano” çok değerli bir gübre türüdür. Onlarca mağaraya girmiş olama rağmen bu kadar kalın guano örtüsünü ilk defa burada gördüm.

Yer mi Dünya mı?

 

BİR TERİM KARMAŞASI:
YER mi DÜNYA mı? 

Çağdaş YÜKSEL [1]

 

Dil ile düşünce arasında çok sıkı bir bağ vardır. Düşüncenin olgunlaşması, derinliği, etkili ve doğru bir şekilde ifade edilmesi kelimelerin ve terimlerin doğru kullanımı ile mümkündür. Terimler bilim dallarının, sanat ve meslek kollarının özel kelimeleri olmakla birlikte dar ve sınırlı anlamlara sahiptirler. Farklı kelimelerin eş anlamlıları olabilmesine karşın terimlerin bir bilimsel kavram olarak tek karşılığı olması beklenir. Günümüzde terimler konusunda ciddi sorunların olduğu görülmektedir. Başta ders kitapları olmak üzere pek çok alanda eğitim ve öğretimle ilgili terimlerde kararsızlıklar, tutarsızlıklar ve hatta keyfîlikler vardır. Farklı anlamları olan terimlerin aynı kavramı karşılayacak şekilde kullanılması da bu karmaşaya bir örnek olarak gösterilebilir.

Bilimsel çalışmalarda ve eğitim-öğretim süreçlerinde Yer ve Dünya terimleri birbiriyle eşanlamlı olduğu kabul edilerek dilimizde birbirinin yerine kullanılmaktadır.

 

Yer: Üzerinde yaşadığımız gezegen. Güneş’e olan uzaklığa göre üçüncü gezegen; eşanlam: Dünya. (TÜBA Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü)

Dünya: Üzerinde yaşadığımız gezegen; eşanlam: Yer. (TÜBA Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü)

Türkçe

Yer

Dünya

İngilizce

Earth

World

Fransızca

Terre

Monde

Almanca

Erde

Welt

Arapça

Ard (Arz)

Dunyā

Tablo 1. Yer ve Dünya terimlerinin bazı farklı dillerdeki karşılıkları.

Bazı farklı diller incelendiğinde her iki terimin de bu diller içerisinde kendilerine yer buldukları görülür (Tablo 1.). Dilimizde eşanlamlı kabul ettiğimiz iki terimin eşanlamlı olmak yerine yakın anlamlı olup olmadıkları sorusu akıllara geldiğinde bu durum dikkat çekici olabilir. Elbette bir dilbilimci uzmanlığı ve hassasiyeti ile bu soruya yanıt aramak en doğrusu olacaktır ancak coğrafya bilimi ve eğitimi için büyük bir önem taşıyan bu iki terimin Türkçe ve farklı dillerdeki kullanım biçimlerinden yola çıkarak bir mantıksal zemin oluşturmaya çalışılabilir.

TDK Türkçe Sözlük içerisinde bir astronomi terimi olarak özel ad statüsünde belirtilen Yer’in eşanlamlıları Yerküre ve Yeryuvarı olarak ifade edilmektedir. Ancak bu ifadelerin de “Yer” kökünden türediği görülmektedir. Yer kelimesinden türetilen yer altı, yer bilimi, yer şekilleri, yerçekimi, yer kabuğu, yerberi, yeröte, yer sarsıntısı, yer üstü, yeryüzü gibi terimlerin, üzerinde yaşadığımız gezegen ile ilgili olduğu açıkça görülmektedir. Buradan hareketle Güneş’e olan uzaklığa göre üçüncü gezegenin özniteliklerini barındıran kullanımlarda Yer teriminin doğru kullanım olduğu sonucuna ulaşmak mümkün olabilir. Bir örnekle açıklamak gerekirse; “Yer’in Şekli” ya da “Dünya’nın Şekli” ifadelerinden birinin seçilmesi gerektiğinde üzerinde yaşadığımız gezegene özgü şeklin tanımlaması gerçekleştirileceği için gezegenin özel adının kullanımı ile “Yer’in Şekli” ifadesinin seçiminin daha doğru ve anlamlı bir kullanım olduğu düşünülebilir.

Yer ifadesinin bulunduğu bir başka örnek için İngilizce karşılığı “Gravity” olan kütle çekiminin Türkçe karşılığı olarak yerçekimi ifadesinin kullanılmasına bakılabilir. Bu kullanım anlamda yetersizlikler ve yanılgılar yaratmaktadır. Yerçekimi ifadesinin kullanıldığı durumlarda sadece üzerinde yaşadığımız gezegenin kütle çekimi ifade edilmektedir. Buradan hareketle “Ay’ın Yerçekimi” ifadesinin kullanımı hata içermektedir. Doğru kullanım olarak “Ay’ın Kütle Çekimi” benzeri ifadelere ihtiyaç vardır ve kütle çekimi terimi yaygın olarak kullanılmadır.

TDK Türkçe Sözlük içerisinde Dünya ise yine astronomi terimi olarak ve özel ad statüsünde Yer ile eşanlamlı olarak bulunmaktadır. Ancak görüldüğü üzere gezegenin öz niteliklerinden yola çıkılarak oluşturulan ifadelerde Dünya ifadesinin kullanımı dile yerleşmemiştir. Örneğin Dünya kabuğu, Dünya sarsıntısı anlamsal olarak zihinde bir karşılık bulamamaktadır.

Yer sistemleri ya da Yerküre sistemleri çalışma alanı içinde atmosfer, litosfer, hidrosfer, biyosfer gibi birçok sistem veya küreler bütünü ele alınmaktadır. Bu bakışla biyosfer içerisinde insanlar da gezegen üzerinde yaşayan bir canlı formu ve sistemin parçası olarak Yer ifadesinin kapsamı içerisinde kabul edilmektedir.

Cambridge Sözlüğü’nde Dünya terimi şu şekilde tanımlanmaktadır: 1. Yeryüzü ve üzerindeki tüm insanlar, yerler ve şeyler. 2. Tüm insanları ve yaşam biçimlerini kapsayacak şekilde insan yaşamının geliştiği gezegen.

Buradan hareketle Dünya ifadesi bir gezegen olarak tanımlanırken bu tanımın merkezinde insan yer almaktadır. Bir gezegen üzerinde yaşamını sürdüren insanlığın eylemlerinin ve etkileşimlerinin anlatılmak istendiği durumlarda Dünya terimi kullanılmaktadır. 1. Dünya Savaşı, Dünya Turizm Örgütü, Dünya Ekonomik Forumu, FIFA Dünya Kupası ve benzeri isimlendirmelerde Yer ifadesinin tercih edilmeyerek Dünya ifadesinin kullanılmasının nedeni kapsamlarının insan merkezli olmasıdır.

Yer ve Dünya terimlerinin karşıladıkları kavramların açık, net ve doğru bir şekilde ortaya konulması önemlidir. Bu ve benzeri durumlarda dilbilgisi ve alan uzmanlarının terimlerin kavram karşılıklarının belirlenmesi için iş birliği içerisinde olması gerekmektedir. Terimlerin sözlük karşılıkları yerine kavram karşılıklarının esas alınması olası karmaşaları engelleyecektir. Olgu ve olayların kolay kavranması açısından kavram ve terimlerin doğru kullanılması ve öğrenilmesi önemlidir. Bu bakımdan bu yazı özelinde değerlendirdiğimiz Yer, Dünya, kütle çekimi gibi kavramların doğru kullanılması ve yazılması için Güneş’e olan uzaklığa göre üçüncü gezegenin özniteliklerini barındıran ifadelerde kelimenin büyük harfle “Yer”, bir gezegen üzerinde yaşamını sürdüren insanlığın eylemlerinin ve etkileşimlerinin anlatılmak istendiği durumları ifade eden kelimenin büyük harfle “Dünya”, evrensel bir yasayı ifade eden kütle çekimi kavramının anlam daralmasına uğrayarak yer çekimi kullanımının bırakılarak kütle çekimi olarak kullanılması gerekir.

Kaynaklar:

Cambridge Dictionary ( https://dictionary.cambridge.org/ ) Son Erişim: 21 Ağustos 2020

Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğü ( https://sozluk.gov.tr/ ) Son Erişim: 21 Ağustos 2020

Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü
( http://www.tubaterim.gov.tr/ ) Son Erişim: 21 Ağustos 2020

 

[1] İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi Coğrafya Öğretmeni

Kant’ın Öldürülüşü

 

KANT’IN ÖLDÜRÜLÜŞÜ

Özcan YÜKSEK [1] 

 

Filozofumuz Immanuel Kant, Königsberg Üniversitesi’nde, sınıflara sığmayan bir kalabalıkta, öğrencilerine coğrafya dersi verirdi, böyle anlatırlar. Belki de en çok üstünde durduğu, derslerini ayırdığı bilgi alanı coğrafyaydı Kant’ın. Düşünme bilimi olarak felsefeyi anlamak için, üzerinde yaşadığımız Yer adlı yerin ve çimenlerin köklerine değin uzanan Gök adlı göğün, yani yaşamın en önemli düşünce alanı olmasındandır belki, Kant’ın coğrafya dersini başat tutması. İnsanın yavaş yavaş doğrularak, önce belini tutup sonra, kendine güveni geldikçe dikilerek, başı yerden bir ölçü uzaklaşsa da konuşmayı, tininde ve dilinde bir omurga gibi geliştirerek, nesnel ve görünen olmayanı görünmez anlağında yapılandırarak bir yontucu gibi görkemle ayaklandırdı insan kişi. Aslında ayağa kalkan, bir beden değildi yalnızca, ayağa kalkan bir kişiydi. Bu yüzden, Altay dilinde, insana kişi denir.

Kişi hem kişiseldir hem doğal hem de toplumsaldır. Konuştukça doğruldu, çenesi, dili ve tini biçimlendi. Bunun bedeli olarak belki. Evet her şey biraz belkidir, görünen görünmeyenle birlikte yürür hep, her şey belkiye dönüşerek var olur. Gökyüzüyle, ışıkta ve karanlıkta ilişki kurdu kişi. Göğü yerin aynası, kendi gözgüsü kıldı. İnsan kişisinin bu görkemli bilişsel sıçraması, başını kaldırıp göğe bakması, göğü yerden koparmaması, hatta güçlü kollarıyla yarı tanrı Atlas gibi onu tutması bu yüzden. Ağacı hem yerde hem gökte görmesi, yine Altay Türklerinde, göğe ağma, uzanma eylemselliğinin ağaç sözcüğünü yaratması, herşeyin, hem bilincin hem bedenin birbirine dayanarak, birbirini iterek, birbirinin üstüne tırmanarak oluşmasını kolaylaştırdı. Her şey birbirini tutuyordu, öyküler bunu fısıldıyordu geçmişten gelecek zamanlara.

Bugüne gelirsek. Yıldızları göremeyen uygarlık, başını kaldırıp yıldızlara bakmayan uygarlık, her şeyi çöpe dönüştürdüğü gibi geceyi de bir ışık çöplüğüne dönüştüren şu yeni insanlık, son yüzyılın insanlığı, kendisini ayağa kaldıran  o bilincini yitirmeye başladı bile, çoktandır böyle. Bilinçsizlik çağına girdiğinin bilincinde olmayan bir insan aşaması sözünü ettiğimiz. Geceyi sıradan bir tavan gören insan, onca bilgiye, eğitime, alet edevata rağmen kendisini, yaptığını, eserini görmeyi beceremiyor işte.

Kişi, Tanrının yerine geçti, bu rolü çok sevdi, eğlenceli buldu, ışığı yakıp söndürdü, yakıp söndürdü ve karanlığı aydınlatmaya başladı. Karanlığı olmayan bir aydınlığı var artık türümüzün. Tanrı ışıktı, eski Türkler, eski Yerliler, eski Ruslar, Çinliler, eski Japonlar, şimdi artık düğmeye basınca yanan bir ışığa tapıyoruz. Yazıyı yaratan ırmak vadilerini, Fırat’ı, Dicle’yi boğuyor, öldürüyor, insanın yeni efsanesi, çalakalem yazılan mitolojisi böyle. Tanrısal, capcanlı akıp giden o ırmaklar, ölü su birikintilerine dönüştürülüyor. Çünkü onlar için, geceyi aydınlatmaya yaramayan su, ölü bir sudur. Kendine aydın adını verenler de bir ırmağın boğularak öldürülmesini bir Nuh Tufanını görmüyor. Hurafelere karnı tok aydının! Işık yanıyorsa her şey yolundadır. Su aksa ne olur akmasa ne olur? Kuşlar su içse ne olur içmese ne olur? Gılgamış mı çıkacak yeniden? Yazıyı bulduk, ilk sözleri kaleme alan, almış, Gılgamış mezarında ters mi dönecek? Yeni bir tufan öyküsü mü yazılacak?

Göğü ele geçirmeyi başaramadı, başaramaz, ama öldürmeyi başarır, öldürme becerisini geliştirmeyi beceriyor, öyle ki geliştirdiği her teknik, kendini öldürüyor. Hızlandıkça daha çok öldürüyor. Böyle gidecek. Karanlıkta yolunu bulamıyor insan, meşalesini yakıyor. Kant’ın yaz aylarında insanla birlikte anlatmayı tercih ettiği coğrafya dersi, konusunu çoktan yitirdi.

Yer, yok artık. Kant öldürüldü. Yerin adı, Yokyer.

[1] Magma Dergisi Genel Yayın Yönetmeni

Hüseyin Sadi Saraçoğlu

 

HÜSEYİN SADİ SARAÇOĞLU:
TÜRKİYE SEVDALISI COĞRAFYA EĞİTMENİ

Prof. Dr. Emrullah GÜNEY [1]

‘’Biz, Akdeniz Bölgesinde (Antalya’da) aralıksız 23 sene görev yaptık. Onun için bu bölgeyi daha yakından inceleme ve tanıma imkanını bulduk. Bu çok yeri dağlık, çeşidi ve çelişkileri, kendine özgü özellikleri daha fazla olan bölge bizi sürükledi, ölçüyü daha geniş tutmaya zorladı. Bu sebeple, bütün Türkiye arazisinin ancak %13 kadarını kapsamasına rağmen, burasını iki cilde bölmek zorunlu oldu. Biz, etütlerimizde, bir ölçü içinde, ayrıntıdan çekinmedik, zira bir şey bilinecekse tam olsun, doyurucu olsun, işe yarasın istedik. Bu da elbette, çetin ve yorucu uğraşmaları gerektirmiştir. Bir insanın, hiçbir taraftan en ufak bir ilgi, teşvik ve yardım görmeden, hatta karşısına çıkarılan, akla ve hayale sığmayacak engeller, barikatlar karşısında, tek başına bu çapta eserler vermesinin güçlüğünü insaftan payı olanlar bilir, takdir eder.’’

Akademik ünvanı olan nice değerli coğrafya bilgelerimiz var.

Liseyi bitirip de coğrafya dar-ül mesaisine başladıkları günden itibaren coğrafya meselelerinin içinde yer almışlar.

Kimisi arziyata, jeolojiye önem vermiş; doğal coğrafya alanında yürümek istemiş.

Fiziksel coğrafya konusunda kendini geliştirmiş, makaleler, kitaplar yazmış.

Kimisi bitki coğrafyası, vejetasyon alanında çalışmalar yapmış; botanikçilerle, ormancılarla, tarımcılarla birlikte ortak kitaplar yazmış.

Kimisi beşeri coğrafyayı temel saymış, bu alanda özünü yetiştirmiş, yapıtlar vermiş.

Ekonomik coğrafya alanında çalışanlar iktisadın prensiplerini öğrenmişler, makaleler üretmişler, kitaplar yazmışlar. Siyasi coğrafya, şehir coğrafyası… Pek çok dal var…

Doktora yapanlar, Doçent unvanı kazananlar, Profesör olanlar… 1960 sonrasında kaldırılan Ordinaryüs gibi yücelerin yücesi bir akademik unvanı hak eden büyük eğitmenler, bilginler…

Bu yazımızda sözünü edeceğimiz coğrafya eğitmeninin hiçbir akademik ünvanı yok. Ne Dr, ne Doç, ne Prof, ne de Ord.

Hüseyin Sadi Saraçoğlu 1903 yılında Uşak’ın Ulubey İlçesi’nin Dutluca Köyü’nde doğmuş. Medrese ve rüştiye tahsilini burada yaptıktan sonra İzmir’de lise öğrencisi olmak için yollara düşmüş. Köylüleri cebine harçlık koymuşlar, parası olmayanlar kilim vermişler.

Yıl 1925. Fakat İzmir’de kayıtlar kapanmış. Hüseyin üzgün… Köyüne de dönemez. Bandırma trenine binmiş. Oradan İstanbul’a ulaşmış. Sora sora İstanbul Erkek Lisesi’ni bulup kaydını yaptırmış ve ilk taksitini de ödemiş. Fakat, arkası gelmemiş; ikinci taksiti ödeyemeyeceği ortaya çıkmış. Durumu Müdür’e anlatmış. Hüseyin’in zeki bir genç olduğunu anlayan Müdür, Onu, o sırada İstanbul’da bulunan Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver ile görüştürmüş. Parasız yatılı olarak kabul edilmiş. Sınıf arkadaşları arasında , Demokrat Parti döneminde bakanlık yapacak gençler vardır : Emin Kalafat, Samed Ağaoğlu, Sıtkı Yırcalı, Celal Yardımcı, Nedim Ökmen…

Yıl 1929. İEL biter. Ada vapurlarında bilet denetçiliği yaparak az da olsa para kazanır.

Cumhuriyet yönetimi okullarda çağdaş eğitimi yürütmek için Avrupa’ya lise mezunu gençler göndermektedir. Rastlantıyla bir arkadaşı haber verir. Hüseyin Sadi yapılan sınavda başarılı olur; Avrupa’ya gönderilecek 20 genç arasında O da vardır. Fakat kefil bulmak zordur. Başarısız olur da dönerse, kefil ağır bir borç yüküyle karşı karşıya gelecektir. Gazeteci Hakkı Tarık Us kefil olur; bu sorun çözümlenir.

Hüseyin Sadi Fransa’da Lyon Üniversitesi’nde 7 yıl coğrafya öğrenimi görür. Fransız Coğrafya Ekolü’ nü benimser. Değişik dallardan birçok genç de Fransa’nın değişik bilim ocaklarında öğrenim görmektedirler. Onların tümü, ilerde genç Türkiye’nin eğitiminde, kültüründe, edebiyatında etkin görevler üstlenecek entelektüel birikimleriyle ülkenin kalkınmasına katkı sağlayacak gençlerdir. Adlarını verelim : Sabahaddin Eyuboğlu, Bedreddin Tuncel, Enver Ziya Karal, Sabri Esat Siyavuşgil, Hilmi Ziya Ülken…

1936’da Lyon Üniversitesi Coğrafya öğrenciliği sona erer. Artık Saraçoğlu soyadını taşıyan Hüseyin Sadi Türkiye’ye döner. Hasan Ali Yücel, Onu  izlemiş ve ülkeye dönüşünü sevinçle karşılamıştır. Maarif Vekaleti resmen önermiştir de : ‘’ İstanbul Üniversitesi’nde Coğrafya Doçentliği…’’

Fakat O, Lise Coğrafya Öğretmeni olmak istemiş. Neden Üniversite’yi istememiş. Darülfünun kapatılmış çağdaş bir yüksek eğitim kuruluşu ortaya çıkmıştır. Avrupa’dan dönen gençlere gereksinim vardır. Ders verecek öğretim elemanı sayısı 1930’larda  pek azdır.

Çünkü, Saraçoğlu, Doğu Anadolu dosyasını açmıştır. Hazırlıklara başlamıştır. Fransız Coğrafya Ekolü ilkelerine göre çalışacak ve tüm ülkeyi bölge bölge araştırıp ilerde kitaplaştıracaktır.

Nerede görev yapmak ister ? Antalya Lisesi’nde.

İz bırakan bir eğitimciliği varmış  Saraçoğlu’nun . Öğrencilerinin verdiği lakapla Liyonlu Hoca, Liyonlu Coğrafyacı Hüseyin Bey Tam 23 yıl Antalya Lisesi’nde ders vermiş. Binlerce genç Ondan ‘’ Coğrafya nedir, ne değildir ‘’ i öğrenmiş. Fransız coğrafya ekolünün ne denli uygun olduğunu, bizim de onu uygulamamız gerektiğini bıkmadan, usanmadan anlatmış. Verdiği derslerde, yazdığı tuğla kalınlığındaki kitapların ayrı birer kitap olabilecek oylumlu güzel önsözlerinde.

Yaz dinlencelerinde ne yapmış?  Vurup kafayı, yan gelip yatmış mı?  Doğu Anadolu’yu gezmiş, bin bir zorlukla ulaşılan yöreleri incelemiş. Yurt gezileri hiç de kolay değildir. Tren yolu her yere ulaşmamıştır. Yollar bozuk ve tehlikelidir. Zorluklardan yılmaz Saraçoğlu. Gittiği yerlerde, yöreyi iyi bilen insanları, görevlileri dinlemiş. Ses kayıt aygıtının henüz bilinmediği o yıllarda bu işin zorluğu daha iyi anlaşılır.  Yerel pratik bilgiyi kendine özgü sistematiği ile birleştirmiş; ülke coğrafyasının, incelediği bölgenin, bölümün, yörenin bütün özelliklerini derlemiş, toplamış. Özenle tuttuğu notları, çizdiği haritaları , çektiği fotoğrafları, profil, kesit ve blok diyagramları ile gün gelir, kitaplaştırılır umuduyla yaşamış.

Sanatçı, desen ustası Orhan Kili şekilleri ve desenleri, haritaları çizmiş.

Kolay olmuş mu bu işler?

Bin bir engel koymuşlar önüne.

Yaptığı çalışmaları  Sıtkı Tekeli’nin aracı olmasıyla,  Çankaya Köşkü’nde  Reisicumhur İsmet İnönü’nün önünde anlatmış. Kitabın basılmasına karar verilmiş. Ne var ki, bir süre sonra Hükümet değişmiş, Demokrat Parti iktidarında beklenen olmamış, kitap hemen basılamamış.

İEL’den okul arkadaşı Celal Yardımcı, Menderes Hükümetinde Maarif Vekili olmuştur. Saraçoğlu’nu tanımakta, dikkatle izlemekte , ilgilenmekte  ve takdir etmektedir. DP Antalya Mebusu Akif Sarıoğlu’nun girişimleriyle Maarif Vekaleti Bütçesine özel olarak para eklenir ve ilk olarak Doğu Anadolu kitaplaşır. Yıl 1954’ tir. Gecikmeyle ortaya çıkmış ilk eser budur.

Ya diğer dosyalar ? Sonra yeniden yarkurullar, bilirkişilerin yazanakları…

Kıskançlıklar…’’ Hiçbir akademik unvanı olmayan bir lise coğrafya öğretmeninin böyle bir çalışma yapmasının ilmi ehemmiyeti olamaz ;  kıymet-i harbiyesi yoktur ,’’  denilmiş.

Geri bıraktırılmış ülkelerin değişmez kuralıdır.

HİÇ BİR BAŞARI CEZASIZ BIRAKILMAZ.

Zaman zaman umutsuzluğa kapılsa da 1954 yılında ilk kitabını Devlet Basımevi’nden çıkarma mutluluğunu yaşamış.

Bu arada sağdan soldan aşırmalar da başlamış.

Ansiklopedilere madde yazan büyük unvanlı bilim adamları, Onun adını vermeden, kaynak göstermeden, az değişiklikle bu kitaptan bilgi aktarmışlar (intihal).

Ömründe gidip görmediği yeri, sanki kendisi incelemiş gibi o ansiklopediye yazmış ve bedelini de sanki kendisi emek vermiş gibi almış.

……………………………………

Üstadın 3 kitabında önsözler önemli yer tutuyor. Bunun nedenlerini şöyle açıklıyor :’’İnsanın bizzat kendi emeğinin ürünü olan bir eserde, konuya bir çeşit giriş, okuyucu ile bir çeşit dertleşme, hasbihal demek olan önsöze ihtiyaç duyulur. Önsözsüz bir eser, deyim uygun ise, adeta, dümensiz bir gemiye benzer ; eserin incelenmesine girişmeden önce okuyucunun daha önceden öğrenmesi gereken gerçekler vardır ki, okuyucular, daima, bunları göz önünde bulundurabilsinler ve ona göre hazırlıklı bulunsunlar.’’

…………………………………

Saraçoğlu, bir Türkiye sevdalısıdır. Yeryüzü şekillerini dünyanın başka ülkeleriyle karşılaştırır. Küçük Asya her yerden üstün bir varsıllık sunar. İklim, akarsu ve göller bakımından çeşitlilik gösteren başka hiçbir ülke yoktur.  Tarım ürünleri açısından da aynı durum vardır. Hayvan varlığı bakımından eşsiz, benzersizdir. Yetiştirilen hayvanlar, tatlı ve tuzlu sularda yapılan avcılık açısından da başka hiçbir ülkeyle karşılaştırılamaz. Bölümlerde yer yer hayranlığını taşkın bir sevinçle dile getirir  .

Örneğin iklim … ‘’ Dünyada bu kadarcık alan içinde, Türkiye kadar çeşitli iklime sahip olan hiçbir memleket yoktur; bir Alman burada 80 çeşit iklim bulmuş, tefrik etmiş; her köşenin kendisine göre özellikleri, yani mikroklimaları hesap edilirse, bu 500’e de çıkabilir. Her köşenin kendisine özgü ve ayrı adlar taşıyan rüzgarları vardır ve burada yöresel rüzgarlara dair ve mükemmel misaller bulunabilir. ‘’

Örneğin ağaç varlığı… ‘’ Çekinmeden iddia edebiliriz ki, Türkiye kadar zengin bitki örtüsüne sahip olan hiçbir memleket tasavvur edilemez; bir iki ayrıca dışında, Türkiye’de üç kıtanın ürünlerini görmek mümkündür ve her birinin de mükemmel türleri yetişir : Üzüm, incir, nar, fındık, ceviz, limon, portakal, muz, hatta biraz hurma, fıstık, Antep fıstığı, fındık, kayısı, elma, armut, tütün… Tütün hatta Amerika menşeli olduğu halde en mükemmel olarak Anadolu’da yetişir. Her çeşit orman ağaçları ki saymakla bitmez; en iyi palamut ormanları, sedir denilen katran ancak bizde kalmıştır. ‘’

Örneğin hayvan varlığı …’’ Yabani veya ehli, her cinsten hayvanlar ve kuşlar…’’

Örneğin yeraltı servetleri: ‘’ Her birisi külliyetli olmasa da Türkiye’de her çeşit maden çıkar, bazıları yetecek kadar, bazıları fazlasıyla.’’

Örneğin strateji: ‘’ Coğrafya bakımından bu kadar enteresan, bu kadar zengin konulu, fazla olarak 3 kıtanın ortasında, bütün geçitlere egemen bir noktada, eşsiz bir jeopolitik mevki işgal eden memleket…’’

Ülke gerçeklerinden haberi olmayan etkili ve yetkili makamlarda oturanların, aşırı batı hayranlığının ülkemize ne denli zararlar verdiğini de örneklerle açıklıyor Öğretmenim: Akdeniz kıyılarının iklim özelliklerini incelemeden, meteorolojik verileri dikkate almadan, İsveçli bir uzmana (!) kahve yetiştirme görevi verilmiştir. Elbet sonuç tam bir fiyasko, hüsrandır.  Masraf 40bin TL günümüzde küçük bir harcama gibi görülse de 1940’larda büyük bir meblağdır ve zarar eden yoksul ülkemiz olmuş; denemeden tek karlı çıkan kişi olan İsveçli kahveci (!) parasını alıp ülkesine dönmüştür.

Saracoğlu Öğretmenimin 3 cilt eserinden başka gazetelerde kalmış yazı dizileri de etkili olmuştur. Bunlardan birisi Fırat üzerine yapılacak barajlarla ilgilidir. Burada DSİ eleştirilmektedir. ‘’ Su İşleri mi, Sudan İşler mi ? ‘’ başlığı altında günbölük yazı dizisi Cumhuriyet’te yayımlanmıştır. Bu yazıda, Keban ve Karakaya gibi 2 ayrı baraj yapmak yerine tek barajın yapılmasının daha uygun olacağı, elektrik üretiminin daha ucuza mal olacağı, geniş tarım alanlarının baraj gölü altında kalmaktan kurtulacağı, büyük masrafların olmayacağı savlanmaktadır. Bu görüş, Doğu Anadolu’yu; Fırat’ı, Karasu’yu, Murat’ı hidrografik özellikleriyle, vadi yapılarıyla iyi bilen ileri görüşlü bir yurtsever coğrafyacının çağdaş düşüncesidir.

Hazırladığı kitapların dışında ülkemizin ilerlemesi, kalkınması, tarımsal ve endüstriyel gelişmesi için de önerilerini Cumhuriyet ve Tanin gazetelerinde yayımlatmıştır. En çok üzerinde durduğu coğrafya konuları şunlardır: Mağaralar, Göçmen kuşlar, Faunanın Türkiye Florasına yararları…

1958’de Antalya Lisesi’nden ayrılma vakti gelmiştir.  Ders verdiği, geziler yaptırdığı binlerce öğrenciye coğrafyayı sevdirmiştir. Ankara’da Milli Kütüphane ’ye atanmak ister. Gerçekleşir isteği. Burada çalışmalarını sürdürür, yayınları tarar, Bölge Coğrafyası dosyalarını geliştirir, basılacak duruma getirir.

1965 yılında emekli olsa da çalışmaları sürer. Ne var ki Akdeniz Bölgesi’nin 2. Cildi çıkmadığı gibi, diğer 5 bölgenin dosyaları da kitaplaşmadan kalır.

Rahmetli gazeteci Mete Akyol’un Milliyet’te yayımlanan yazısından öğreniyoruz; büyük coğrafyacımız ömrünün son günlerinde, Yalova’da bir çiftliğin çiçek serası bölümünde yaşamaktaydı. 1992’de aynı yerde sessiz, sedasız fani dünyadan göç eder.

Batı dünyasında, Japonya’da, Avustralya-Yeni Zelanda’da 3 eser veren bir bilim adamı, bir eğitmen rahat bir yaşam sürdürür, güvencesi vardır, maddi sıkıntılardan uzak yaşar.

Bizde durum budur ne yazık ki.

…………………………………………….

Akademik unvanlı coğrafyacıların engellemesinin ülke eğitimine, kültürüne ne denli zararlar verdiğini de düşünmeliyiz. Saraçoğlu öğretmenim ülke genelinde tüm bölgelerimizin dosyalarını hazırlamıştır; yayıma hazırdır. Fakat, her dosya için bilirkişilerin oluşturulması, yayım öncesi evrelerin bıktırıcı uzunluğu, yazışmaların sürüncemede kalması Onu o denli bıktırmıştır ki, o dosyalar kitaplaşmadan kalmıştır.

Ve sonuçta bizler 1940’ların, 50’lerin Türkiye’sinin ne durumda olduğunu öğrenmekten, Coğrafyamızı bilmekten uzak kalmışızdır.

Günümüzde adında Coğrafya olan birçok Dernek, Kurum vardır. Beklenir ki, Rahmetli Coğrafyacımızın mirasçılarıyla bağlantı kurulsun ve 6 bölgemizin dosyası da kitaplaştırılsın ki, bizler de yararlanalım.

Büyük coğrafya öğretmenimiz Hüseyin Saraçoğlu’nu rahmetle, minnetle anıyoruz.

…………………………….

  1. Doğu Anadolu Bölgesi. 1989. MEB. Öğretmen Kitapları Dizisi. 176. Milli Eğitim Basımevi.586 sayfa
  2. Bitki Örtüsü Akarsular ve Göller. 1990. MEB Öğretmen Kitapları Dizisi . 177. Milli Eğitim Basımevi. 580 sayfa
  3. Akdeniz Bölgesi. MEB. Öğretmen Kitapları Dizisi.175. Milli Eğitim Basımevi. 732 sayfa

[1] Emekli Öğretim Üyesi