CED 2019 Yaz Faaliyet Raporu

CED 2019 Yaz Faaliyet Raporu

A. ARAZİ ÇALIŞMASI ( 14 EYLÜL 2019 )

14 Eylül 2019 tarihinde Coğrafya Eğitimi Derneği ve Oluşum Eğitim Kurumları işbirliğiyle Ödemiş (İzmir) Arazi Çalışmasını gerçekleştirdik. Ödemiş ve yakın çevresinin hem beşeri hem de fiziki özellikleri konusunda yapılansaha çalışması tüm katılımcıların memnuniyetiyle sonuçlandı.

B. 2. ULUSLARARASI GENÇ SOSYAL BİLİMCİLER KONFERANSI (ICYSS) (21-26 AĞUSTOS 2019)

21- 26 Ağustos tarihleri arasında Sırbistan’da 2.si düzenlenen ICYSS (Uluslararası Genç Sosyal Bilimciler Konferansı) 2019’da Türkiye temsilciliğini Gökçe PEKMEZCİ’nin, takım liderliğini de Yusuf OĞUZ’un yaptığı ekibimiz coğrafya poster yarışmasından bronz madalya, psikoloji alanında poster yarışmasını kazanmış ayrıca jüri özel ödülünü almıştır. Tarih alanında da jüri özel ödülünü alan ekibimiz, konferansta ülkemizi başarılı bir şekilde temsil etmiştir.

04 – 09 Ağustos 2020 tarihlerinde organizasyonun 3.sü derneğimiz koordinasyonunda İzmir’de gerçekleştirilecektir.

 

 

C. 13. ULUSLARARASI YER BİLİMLERİ OLİMPİYATI (IESO) (26 AĞUSTOS – 03 EYLÜL 2019)

Türkiye ulusal takımımızın bir önceki yıl 3 bronz madalya kazandığı ve bu yıl ikinci kez katıldığımız 13. Uluslararası Yer Bilimleri Olimpiyatı’ndan 1 bronz madalya ve ödüller ile döndük. G. Kore’de gerçekleştirilen ve 41 ülkeden 181 lise öğrencisinin katıldığı organizasyonu Kaan ERTAN bronz madalya kazanarak tamamladı. Ek olarak Uluslararası Takım Saha Araştırması bilimsel sözlü sunumlarında Ege BEYTEKİN 2.lik ödülünün, Zehra TAŞKOPARAN 3.lük ödülünün sahibi oldu. Yer Bilimleri Projesi bilimsel poster sunumlarında ise Ege BEYTEKİN 3.lük ödülünü elde etti. Ülkemizi başarıyla temsil eden ulusal takım üyelerimizi ve takım liderlerimiz Çağdaş YÜKSEL ve Ozan İLTER’i tebrik ediyoruz.

 

Tektonizma Hareketleri: Depremler


TEKTONİZMA HAREKETLERİ: DEPREMLER

Berkay YILMAZ[1]            

Doğal etkenlere bağlı olarak yer kabuğunda görülen ve çoğunlukla yeryüzünde bazı değişikliklere neden olabilen, kısa süreli titreşim hareketlerine deprem denir.   Ani olarak ortaya çıkan ve önlenmesi mümkün olmayan bu doğa olayı büyük can ve mal kayıplarına yol açar. Litosferi oluşturan geniş ve katı levha parçaları, astenosferdeki konveksiyon hücrelerinin oluşturduğu iç dolaşıma bağlı olarak hareket ederler. Bu süreç levha tektoniği olarak adlandırılır. Levhalar arasında etkileşimler ve göreli hareketler, depremler, volkanik püskürmeler, dağ sıralarının, okyanus havzalarının, ada yaylarının ve okyanus çukurlarının oluşumu gibi yerkürenin büyük yapısal özelliklerinin ve olaylarının ana sorumlusu olarak kabul edilmektedir. Birçok kez tektonik hareketlere maruz kalmış yereylerde olduğu gibi, sertleşmiş, dolayısıyla plastisitesini veya kıvrılma özelliğini kaybetmiş yerkabuğu parçaları, iç kuvvetlere bağlı olarak basınç ve gerilmelere maruz kalırlarsa kıvrılma yerine kırılma eğilimi gösterirler. Bu kırılmalara bağlı olarak ortaya çıkan büyük potansiyel enerji, kinetik enerjisine dönüşerek yer kabuğunu sarsar ve deprem dediğimiz olayı oluşturur. Bu oluşum tektonik kökenli depremler adını alır. En yıkıcı depremler bunlar olsa da oluşumları açısından sadece faylanmalara bağlı olarak belirtmek mümkün değildir. Mağmanın yerin içindeki sürtünme hareketi veya volkan püskürmeleri sırasında oluşan yer sarsıntılarına volkanik depremler denir. Deprem oluşum nedenlerinden sonuncusu ise mağara, oyuk, tünel v.b. gibi yeraltı doğal boşluklarının tavan kısımlarının çökmesi sonucu oluşan depremlerdir ve bunlara da çökme depremleri ismi verilmektedir. 

Dünya üzerinde oluşan bu depremler kinetik enerjisiyle birlikte P, S ve L dalgaları gönderir. P dalgası; birincil (primer) dalgaları olarak bilinen bu dalgalar dış merkeze ilk gelen dalgalardır. En yüksek hıza sahip olan bu dalgalar boyuna dalgalardır ve ileriye-geriye tekrarlanan titreşimler gerçekleştirirler. S dalgası; ikincil (seconder) olarak isimlendirilen bu dalgalar merkeze ikinci olarak gelen dalgalardır. P dalgasından daha yavaş olan bu dalga enine dalgalar oluşturur ve yalnızca katı cisimlerde oluşabilir. L dalgası; Love dalgaları deprem merkezine en geç gelen dalgalardır. Büyük can ve mal kayıplarına sebep olan dalga budur. Bütün bu dalgalar yüzeye çıkarken kırılırlar ve ses dalgalarına dönüşürler. Bu yüzden büyük deprem öncesi veya deprem anında top patlamasına benzeyen sesler duyulur. Bu etkiyle çıkan enerji kilometrelerce uzunlukta fayları ve bunlara bağlı çatlakları meydana getirir. Deprem odağının her noktası, deprem dalgaları için bir başlangıç, bir çıkış noktası oluşturur. Bununla birlikte birçok halde, depreme neden olan olayın bir noktada oluştuğu düşünülür ve bu noktaya iç merkez (hiposantr) denir. İç merkezden yayılan esnek dalgalar yeryüzüne ilk önce ve maksimum şiddetle dış merkez (episantr) adı verilen bir noktaya ulaşır. En çok sarsılan bu bölgeye pleistoseit saha adı verilir.

Dünya üzerinde ölçülen en büyük deprem 9.5 büyüklüğündeki Şili depremidir. Pasifik okyanusunda olan ülkedeki deprem o kadar büyüktü ki depremden 22 saat sonrasında Japonya’nın Honşu adasında 6 metrelik devasa tsunamiler gerçekleştirmişti. Bu dalgalar Japonya’da 600 den fazla kişinin ölümüne sebep olmuştur. Daha sonra geri dönen dalgalar tekrardan Şili kıyılarına vurmuştu. 11 Mart 2011 tarihinde ise Japonya’da yaşanan 9 büyüklüğündeki deprem 5 dakika boyunca etkili oldu. Açığa çıkan enerji Hiroşima’ ya atılan atom bombasının 600 milyon katına tekabül ediyordu. Dünya’nın ekseni 15 cm kaydı ve dünyanın dönüş hızı artarak 1 saniyeden az bir süreyle günler kısaldı. Japonya’nın bu tür depremlere hazırlıklı olduğunu biliyoruz. Depremde can ve mal kaybı minimum düzeyde yaşanmış olsa da henüz her şey bitmemişti. Depremin ardından 800 kilometre hızla gelen metrelerce yükseklikteki tsunami şehrin yok olmasını garantiler nitelikteydi. 14 metre yüksekliğe varan bu dalgalar 15828 kişinin hayatını kaybetmesine sebep oldu. Ülkemizde ise en büyük deprem 1939 da yaşanan 7.9 büyüklüğündeki Erzincan depremidir. Bu depremde 30000 den fazla vatandaşımızı kaybettik. Tarihlerin 17 Ağustos 1999 gösterdiği an Türkiye’de yaşanacak olan en büyük depremlerden biri meydana gelecekti; Gölcük depremi. Merkez üssü Gölcük olan bu deprem 45 saniye içerisinde binlerce can aldı. Deniz kumlarından yapılan binalar birer birer çöktü. Kimisi enkaz altında hayatını kaybetti, kimisi enkazın altından çıkartılarak hayata yeniden tutundu. Dünyanın her yerinden insanlar kurtarma çalışmalarına yardım etmek için geldiler. Yetersiz teçhizat, iletişimsizlik, git gide azalan zaman yaşama tutunmaya çalışan insanların umutlarını köreltir nitelikteydi. Bilanço ise gayet açıktı. 2010 yılında yapılan Meclis Araştırma Raporu’na göre 18373 kişi hayatını kaybetti. 48901 kişi yaralandı ve 15 milyar dolar zarar söz konusuydu. Depremlerde yaşanan can ve mal kayıpları depremin büyüklüğüne, şiddetine ve süresine göre değişim gösterir. Ne kadar büyüklüğü ve süresine yapacak bir şeyimiz olmasa da şiddetini aslında biz insanlar belirliyoruz. Buradaki en önemli faktör ise ”sözde” mühendis ve mimarların az gider uğruna çok hayat almalarıdır. Türkiye yakın tarihte birçok büyük deprem yaşamıştır. Gerek Gölcük gerek Van depremi Türkiye’nin ne denli büyük depremler yaşatabileceğini açıklar niteliktedir. Buna rağmen hala alınmayan tedbirler, nüfusun fazla olması ve çarpık kentleşmeyle Türkiye’nin en büyük depremi unvanına İstanbul’un yazılması işten bile değildir.

Depremleri önceden kestirmenin hiçbir yolu yoktur. Yalnızca belli bir zaman aralığı verilir ve bu zaman aralığında ”şu büyüklükte bir deprem olabilir” denilebilir ki, bunlar araştırmalar sonucu gözlemlenen olayların olasılık tahmini niteliğindedir. Deprem hasarlarının artması yerel neotektonik, yerel zemin ve yapılaşmaya bağlı olarak artar. Neotektonik; bölgenin tektonik olaylarında önemli bir değişiklik olmasıyla başlayan ve günümüze kadar devam eden olayların bütününü ele alan bir ifadedir. Yerel zemin; arazinin hangi jeolojik kayaç ya da formasyondan oluştuğu (ör. alüvyal dolgu ya da metamorfik kayaçlar, vb.) önemlidir. Arazi eğer yumuşak bir zeminden meydana geliyorsa depremin şiddeti buna göre artar. Yapılaşma ise binaların büyüklüğü, hangi malzemeden yapıldığı vb. özelliklere göre değişim gösterir. 

Yakın bir jeoloji devrinde sayısız denecek kadar çok kırıklarla parçalanmış olan Türkiye, Eski Dünya’da kuzey ve güney karalarının ortasından geçen Akdeniz deprem kuşağı üzerinde yer alır ve zaman zaman şiddetli depremlere uğrar. Lakin litosferin yapısal özelliklerine bağlı olarak her yerde aynı şiddetle ve sıklıkta oluşmaz. Türkiye’nin başlıca deprem bölgeleri, Batı, Kuzey ve Doğu Anadolu’nun genç kırıklarla sıralanmış çöküntü havzalarıdır.

Depremle karşılıklı bir savaş halinde olmamız sadece işleri daha da kötüye götürecektir. Depremi anlayıp ona göre kendimizce bir plan yapmalıyız. Uzun zamandan beri medyaya konu olan büyük İstanbul depremi… Geçmişten bu yana her 250 yılda bir kez gerçekleşen bu deprem henüz gerçekleşmiş değil. Bu kadar büyük bir enerji birikiminin ortaya çıkaracağı kinetik enerjinin muazzam büyüklükte olacağını kimse inkâr edemez. Lakin ne zamanını ne de net bir deprem büyüklüğünü söyleyebiliriz. Bu hepimiz için adeta bir sürpriz olacaktır. Bu deprem İstanbul için kaçınılmaz bir yıkımdır. Bu yıkımın vuracağı ya da etkileyeceği masum insanların sorumluları bilim düşmanı ve art niyetli insanlardır. Unutulmamalıdır ki, depremler aslında dünyamızın kendini rahatlatma biçimidir. Bunu bir felakete dönüştüren biz insanlarız.

KAYNAKÇA:

Türkeş M. 2005. Afet coğrafyası açısından tsunamiler. Cumhuriyet Bilim ve Teknik, 931: 18-19

Karaman E. ve Kibici Y. (2008) ” Temel Jeoloji Prensipleri ” Ankara

Erinç S. (2015) ” Jeomorfoloji I ” Der. Yay. İstanbul

Hoşgören M.Y. (2015) ” Jeomorfoloji’nin Ana Çizgileri ” Çantay Yay. İstanbul

[1] Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Lisans Öğrencisi

Bir Coğrafya Öğretmeninin Biyografisi


BİR COĞRAFYA ÖĞRETMENİNİN BİYOGRAFİSİ

Aşir YAMAN [1]

 

 ÖZGEÇMİŞ

1964 Yılında Konya ili, Emirgazi ilçesinde doğdu. İlkokulu Emirgazi İlkokulu’nda, orta okulu Koya Ereğli Atatürk Ortaokulu’nda, liseyi Konya Ereğli Cumhuriyet  lisesinde okudu. Lisans öğrenimini İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Coğrafya Öğretmenliği bölümünde 1986 yılında tamamladı.

Yüksek lisans öğrenimini, Elazığ Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Fiziki coğrafya Bilim Dalında, ”Konya-Karapınar’da  Rüzgar Erozyonunun Dünü, Bugünü ve Etkileri” konulu tezi ile tamamladı.

Öğretmenliğe 1986 yılında, Gaziantep ili  İslahiye  ilçesi, Fevzi Paşa Kasabası, Fevzi paşa  lisesinde başladı. 1989 yılında vatani görevini  yedek subay  olarak İstanbul’da yaptı.

1990-2012 yıllarında Elazığ ilinde Mehmet Akif Ersoy lisesi, Balakgazi Lisesi, 75.Yıl Lisesi, Anadolu Lisesi ve Kaya Karakaya  Fen lisesinde Coğrafya öğretmeni olarak görev yaptı.

Ağustos 2012 tarihinden itibaren, İstanbul  Silivri  Prof. Dr.Fuat Sezgin Fen Lisesinde, Coğrafya öğretmeni olarak görev yapmaktadır.

Öğretmenlik dışındaki mesleki ve gönüllü faaliyetlerinin başlıcaları şunlardır:

-TEMA Vakfı ile ilişkili faaliyetleri kuruluşundan itibaren  bugüne kadar devam etmektedir. Bu kapsamda vakıf bünyesindeki faaliyetleri:

-13.10.1996 yılında Elazığ da TEMA Vakfının düzenlediği ”Erozyon Eğitim Kursu”.

-15.07.1998 yılında Antalya Düzler Çamı’ nda TEMA Vakfı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın düzenlediği ”Doğa ve Erozyon Eğitim Kampı”.

-12.05.2000 yılında Hatay’da TEMA Vakfı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın   düzenlediği ”Erozyon Eğitimi”.

-27.07.2001 yılında Bolu-Aladağ da ,TEMA Vakfı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın   düzenlediği ”Doğa ve Erozyon Eğitim Kampı”.  

-19.06.2007 yılında Elazığ’da, TEMA Vakfı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın     düzenlediği ”Erozyon ve Çevre Eğitimi Semineri”.

-18.02.1994 yılında Çevre Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın  düzenlediği “Çevre Formatörlük” Kursu ve “Çevre Formatörlük”  sertifikası.

-5 Haziran 1994 yılında Elazığ valiliğince “Çevre Beratı” ödülü.

-31 Mayıs-2 Haziran 2001 tarihleri  arasında, Çevre Bakanlığının  düzenlediği ”Çocuk Çevre  kurultayı” na  Elazığ ilini temsilen katılımcı.

– 2000-2002 yıllarında TEMA Vakfı Elazığ temsilcisi olarak görev yaptı. Bu süre içinde Ceza infaz kurumlarında hükümlülere ve 10.000 ilk öğretim, orta öğretim ve yüksek öğretim öğrencisine “Erozyon  ve Etkileri“ konulu konferanslar verdi.

-Elazığ’ ın yerel  televizyon kanalları olan Kanal 23, Kanal E ve Fırat TV’de “Erozyon  ve Etkileri ve çevre  konulu” söyleşilere katıldı.

-Görev yaptığı okulların bahçe düzenlemesini sağladı. Ayrıca okullar adına “Hatıra Ormanları” oluşturdu. Yüzlerce öğrenciyi  düzenli  ağaç dikimine götürdü.

-Görev yaptığı Elazığ Kaya Karakaya  Fen Lisesi, 2008 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın düzenlediği ”Yeşil okullar” yarışmasında, Elazığ’ ın “En Yeşil okulu” ödülüne layık görüldü. Ama okula ve şahsına, Milli Eğitim Bakanlığının genelgesi olmasına rağmen, Elazığ  Milli Eğitim Müdürlüğünce ödül verilmedi.

– Elazığ Kaya Karakaya  Fen Lisesi adına iki hatıra orman alanı oluşturdu. Bu alana her yıl düzenli olarak, Kasım ve Mart aylarında iki defa öğrencileriyle ağaç dikimi gerçekleştirdi.

-Doğal ve kültürel varlıklarımızın korunmasın yönelik Çevre izci ve İzci lideri olarak kurduğu İzci ünitelerinde faaliyetlerine devam etti.
 

YAYINLARI:

1-YAMAN,A., 2000, Karapınar Ovasında Rüzgar Erozyonunun Nedenleri ve Etkileri.

Fırat Üni. Sos. Bil. Enstitüsü. Yüksek Lisans Tezi. Elazığ 2000

2-YAMAN,A., 2000, Karapınar Ovasında Rüzgar Erozyonunun Nedenleri,  Erozyonla Mücadelenin Dünü-Bugünü, Karapınar Sempozyumu, Konya/Karapınar, Ekim 2000,

3-KARADOĞAN S., YAMAN A., 2012, Geri Gelmemek Üzere Kaybolup Giden Tarım Topraklarımız (Elazığ Ovası ve Uluova Örneği), Karaburun Bilim Kongresi, 5-9 Eylül 2012 Karaburun-Mordoğan/İzmir

SONUÇLANMIŞ ULUSAL PROJELERİ

1-Farklı Eğim, Toprak, Bitki Örtüsü ve Yağış Koşullarında Toprak Erozyonunun Tespiti.

TÜBİTAK Ortaöğretim Öğrencileri Proje Yarışması, Elazığ 2007 (Proje Danışmanı).

Bu proje Elazığ ilinden TÜBİTAK bölge finallerine katıldı.

2-Elazığ Ovasında Kullanılan Tarımsal İlaçlardan ve Endüstriyel Kaynaklardan Çevreye Yayılan Ağır Metallerin İncelenmesi.

TÜBİTAK Ortaöğretim Öğrencileri Proje Yarışması, Elazığ 2011 (Proje Danışmanı).

Bu proje, TÜBİTAK bölge final birincisi olarak, Türkiye finallerine katılmaya değer görüldü.

3-Elazığ’da Tarım Arazilerinin Amaç Dışı kullanımının Araştırılması,

TÜBİTAK Ortaöğretim Öğrencileri Proje Yarışması. Elazığ 2012 (Proje Danışmanı).

Bu proje, TÜBİTAK bölge final birincisi olarak, Türkiye finallerine katılmaya değer görüldü.

SERGİLER

1-Müzeler Haftası Nedeniyle “Geçmişte Kullandığımız Eserler” Sergisi. Gaziantep İslâhiye Fevzi Paşa Lisesi, Mayıs 1987.

2-Doğa Konulu Resim Sergisi, Gaziantep İslâhiye Fevzi Paşa Lisesi, 1988

3-Yöresel Kıyafet Defilesi, Mehmet Akif Ersoy Lisesi, Elazığ-1992

4- Doğa Konulu Resim Sergisi, Belediye Kültür Merkezi,  Elazığ-1998

5-Dünya Çevre Günü Nedeniyle Karma Resim Sergisi, Koloğlu İşhanı, Elazığ-2003

6-İzmir Büyükşehir Belediyesi Halk Ressamlar Günü Resim Sergisi, Konak Meydanı, İzmir, 14 Haziran 2003

7-İzmir Enternasyonal Fuarında Amatör Ressamlar Sergisi, Fuar Sergi Alanı, İzmir, 26 Ağustos 2003.

8- Munzur Festivali Nedeniyle Resim Sergisi, Tunceli-2004.

9-Doğa Konulu Resim Fotoğraf ve Karikatür  Sergisi, Belediye Kültür Merkezi,  Elazığ- 2006.

10-“Doğanın Hazineleri” Sergisi, Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ-2007.

11- “Doğanın Hazineleri” Sergisi (Kayaç, Mineral, Fosil ve Deniz Kabukları) Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ-2008.

12- Çevre Konulu Karikatür Sergisi, Karikatürist Muhittin Köroğlu Eserleri, Devlet Tiyatroları Salonu, Elazığ-2008.

13-Doğa Konulu Fotoğraf Sergisi, Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ-2009.

14- “Doğanın Hazineleri” Sergisi (Kayaç, Mineral, Fosil ve Deniz Kabukları) Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ-2009.

15-“Doğanın Hazineleri” Sergisi (Kayaç, Mineral, Fosil ve Deniz Kabukları) Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ-2010.

16- “Doğanın Hazineleri” Sergisi (Kayaç, Mineral, Fosil ve Deniz Kabukları) Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ-2011.

17- “Doğanın Hazineleri” Sergisi (Kayaç, Mineral, Fosil ve Deniz Kabukları) Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ-2012.

18-Coğrafya Sergisi (Minyatür yeryüzü şekilleri) Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri- 2013.

19- Coğrafya Sergisi (Minyatür yeryüzü şekilleri) Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri-2014.

20- Coğrafya Sergisi (Minyatür yeryüzü şekilleri) Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri- 2015.

21- Coğrafya Sergisi (Fosiller) Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri-2016.

22- Coğrafya Sergisi (TÜBİTAK Bilim şenliği kapsamında) Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri-2017.

23- Coğrafya Sergisi (TÜBİTAK Bilim şenliği kapsamında) Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri-2018.

24-Karikatür Sergisi, Aydın Doğan Vakfı Uluslararası Karikatür Yarışmasında dereceye giren eserler, Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri-2019.

DOĞAL VE TARİHİ KÜLTÜR VARLIKLARININ KORUNMASINA YÖNELİK YAPTIĞI FAALİYETLER

1-Müzeler Haftası Nedeniyle “Geçmişte Kullandığımız Eserler” Sergisi, Gaziantep İslâhiye Fevzi Paşa Lisesi, Mayıs-1987.

3Tarım alanlarının amaç dışı kullanımını önlemek ve Toprak Yasasının çıkartılması için, Tema Vakfı Elazığ il temsilcisi olarak, imza kampanyasını yürüttü. Yaklaşık 11.250 imza toplandı. Bu imzaları daha sonra TBMM de grubu olan siyasi partilerin il başkanlarına birer kopyasını vererek yasanın çıkmasına katkı sağladı (Elazığ-2002).

4-Elazığ Kaya Karakaya Fen lisesinde, Doğal varlıkların korunmasına yönelik ”Doğa Eğitimi” gezileri kapsamında öğrencilerle birlikte arazi inceleme, fosil, kayaç örnekleri toplama, yeryüzü şekillerini tanıtma gezileri düzenledi (Elazığ-2008).

5 Prof Dr Fuat Sezgin Fen Lisesinde Doğal varlıkların korunmasına yönelik olarak 2016 yılında ”Doğa Müzesi” ni oluşturdu. Müzede ülkemizin muhtelif yörelerine ait kayaç, mineral, fosil ve deniz kabukları ve okyanus sularında yer alan deniz kabukları bulunmaktadır. Ayrıca müzede biyolojik canlı örnekleri de yer almaktadır (Silivri -2016).

6-Tarım alanlarının ve toprağın korunmasına yönelik, Silivri Belediyesi ile birlikte “Uygulamalı Tarım Bahçesi” ni oluşturdu. 3500 metre karelik bir alanda meyve ağaçları, asma fidanları, çileklik yer almaktadır. Tarım alanı, inşaat alanlarındaki verimli toprağın getirtilerek değerlendirilmesi ile oluşturuldu. Bu uygulama alanında öğrencilere tarımsal üretimin önemi, ata tohumlarımızın korunması, tarım toprağının önemi gibi konular uygulamalı olarak gösterilmektedir. Tarım bahçesinde kümes hayvanları ve diğer evcil hayvanlar bulunmaktadır. Kümes hayvanlarının kuluçka makinesinden çıkartılarak, nasıl yetiştirildiği öğrencilere uygulamalı olarak gösterilmektedir. Ayrıca okul pansiyonundan çöpe gidecek yemek ve ekmekler, kümes hayvanları ve köpeklere verilerek değerlendirilmektedir. Bahçe, damla sulama yöntemi ile sulanmaktadır.

  

YEREL DÜZEYDE SANATSAL-EĞİTSEL FAALİYETLER, DÜZENLEDİĞİ YARIŞMALAR

1-Çevre Konulu Kompozisyon Yarışması, Mehmet Akif Ersoy Lisesi, Elazığ-1993.

2-Çevre Konulu Resim Yarışması, Mehmet Akif Ersoy Lisesi, Elazığ-1994.

3-Doğa Konulu Fotoğraf Yarışması, Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ-2009.

 

KATILDIĞI KONFERANS, SEMİNER, SEMPOZYUM VE DİĞER TOPLANTILAR

1-İzci Liderlik Temel Kursu, Elazığ-1991.

2-Çevre İzci Liderlik Branş Kursu, Çamkoru, Ankara-1992.

3-İzci Ocakbaşı Kursu, Kırkağaç, Manisa-1993.

4-Çevre Formatörlük Semineri, Çevre Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı, Başkent Öğretmenevi, Ankara-1994.

5-Erozyon Eğitim Kursu. TEMA Vakfı, Elazığ-1996.

6-Erozyonla Mücadele Eğitimi Semineri ve Kampı. Düzler çamı Antalya-1998.

7-Karapınar Sempozyumu, Konya-2000.

8-Erozyonla Mücadele Eğitim Semineri, Antakya,- 2000.

9-Çocuk Çevre Kurultayı, Çevre Bakanlığı, İstanbul -2001.

10-Doğa ve Erozyon Eğitim Semineri ve Kampı, Bolu/Aladağ -2001.

11-Coğrafya Öğretim Metotları. Milli Eğitim Bakanlığı, Şanlıurfa-2001.

12-Türkiye’de Erozyonun Etkileri ve Alınması Gereken Önlemler Konulu Konferanslar, Elazığ, 2001-2002.

13- Silivri E Tipi cezaevinde tutuklu ve mahkumlara “Erozyon  ve Etkileri “konulu konferans, Elazığ-2001.

14-Coğrafya Öğretim Metotları.Milli Eğitim Bakanlığı, Aksaray-2002.

15-CBS Kursu, Ege Üniv.Ziraat Fakültesi, Bornova-İzmir-2003.

16-“17.Milli Eğitim Şurası” İl çalışmaları, Elazığ-2006.

17-Erozyon ve Çevre Eğitim Semineri, Elazığ-2007.

18-Üstün Yetenekli Öğrencilerin Eğitimi Semineri, Elazığ-2007.

19-Coğrafya Öğretim Yöntem ve Teknikleri Kursu, Van-2007.

20-“İlimizin Erozyona Karşı Korunması, Ağaçlandırma ve Tür Seçimi” Konulu Çalıştay,

Orman Bölge Müdürlüğü, Elazığ-2007.

21-“Coğrafya Yeni Müfredatı ve CBS Değerlendirme” Semineri, Elazığ-2009.

22-“ETİ ÇEKÜL Kültür Elçileri Projesi” eğitim uygulaması olan ”Elazığ Eğitim Programı”, Çekül Vakfı ve Elazığ Belediyesi, Elazığ-2010.

23-“İlk, Orta ve Lise Eğitiminde Gökbilim” Sempozyumu, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile İstanbul Kültür Üniversitesi, İstanbul -2014.

24- CBS Kursu, Milli Eğitim Bakanlığı, Orta öğretim Genel Müdürlüğü, Belek-Antalya, 2018.

25-Oryantiring Kursu, Oryantiring Federasyonu ile Silivri İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Silivri -2018.

KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI YOLUYLA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ FAALİYETLER (KÖŞE YAZISI, RÖPORTAJ, PROGRAM KONUĞU VS.)  

1-“Çevre Sorunları ve Çözüm Önerileri” konulu söyleşi, TRT GAP RADYOSU, Diyarbakır- 1993.

2-“Çevre Sorunları Konulu” söyleşi, FIRAT TV,  Fırat Üniversitesi Elazığ-1994.

3-“Elazığ Çevre Sorunları” Konulu Söyleşi, FIRAT TV, Fırat Üniversitesi Elazığ-1994.

4-“Sigara ve uyuşturucu vb. zararlı maddelerin bağımlılığı” üzerine söyleşi, KANAL E TV, Elazığ-1997.

5-“Yeşil Okullar Yarışması” üzerine söyleşi, KANAL 23 ve KANAL E TV, Elazığ-2008.

6-“En Yeşil Okul Kaya Karakaya Fen Lisesi” konulu söyleşi,  FIRAT TV, Elazığ-2008.

7-“Doğanın Hazineleri” konulu sergi hakkında röportaj, ANADOLU AJANSI, Elazığ-2008.

8-“Doğanın Hazineleri” konulu sergi hakkında röportaj, KANAL 23 TV, Elazığ-2010.

9-“Doğanın Sesi” adlı haftalık köşe yazısı,  AYIŞIĞI GAZETESİ Elazığ-2010.

10-“Çevre” konulu makale, Balak Gazi Lisesi Okul Dergisi, Elazığ-1997.

11-“Elazığ’ın  Maden Yatakları Açısından Önemi”, Kaya Karakaya Lisesi Okul Dergisi, Elazığ-2010.

12-Doğan Haber Ajansı (DHA) ile “Coğrafya Öğretimi” üzerine röportaj, Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen  Lisesi, Silivri-2017.

UYGULAMALI COĞRAFYA ÖĞRETİMİ SINIFI

Prof Dr Fuat Sezgin Fen  Lisesi’nde oluşturduğu, bağımsız ve donanımlı coğrafya dersliği, Türkiye’de coğrafya eğitimi açısından önemli bir örnektir.

Derslik şu imkanlara sahiptir:

-Öğrencilerin yaptığı, kabartma haritalar, iç ve dış kuvvetlerin oluşturduğu minyatür yeryüzü şekilleri maketleri.

-Uygulamalı klimatoloji kapsamında, meteorolojik verileri alındığı “Hava istasyonu”.

-Yer yüzü şekillerinin uygulamalı olarak gösterildiği ”kum sandığı”.

– Türkiye’nin 81 iline ait 1/250.000 ölçekli plastik kabartma haritaları.

– Türkiye’nin 1/500.000 ölçekli, İzohips haritaları.

-Türkiye, Dünya, Orta Doğu ve yakın çevresi, Balkan ve Kafkas ülkelerinin plastik kabartma duvar haritaları.

-Çanakkale savaşları, Sarıkamış harekatı, Sakarya savaşının plastik kabartma haritaları.

-Sıcaklık, nem ve basınç gibi ölçümlerin yapıldığı meteorolojik ölçüm aletleri.

-Astronomik gözlemlerin yapılabildiği teleskop.

-Manyetik küreler, mevsim küreleri, her ölçekte küreler, Ay, Güneş tutulma düzenekleri.

-Gözlem ve inceleme için dürbün, Galileo dürbünü, büyüteç, lup, pusulalar.

-Yer konumlandırma sistemi cihazı (GPS).

-Üç boyutlu şekillerin oluşturulduğu ”3D” yazıcı.

-Doğal çevre, astronomi ve uzay bilimi ile ilgili,”Coğrafya kitaplığı”.

-Kayaç, fosil, maden, deniz kabukları, ağaç yaş halkaları, bitki kozalakları koleksiyonları.

-Kaybolmakta olan sebze tohumlarının bir araya getirildiği “Ata Tohumlar” koleksiyonu.

Foto:1. Arazi incelemesinde fosil örneklerinin  toplanması. Elazığ Kaya Karakaya Fen Lisesi.

Foto:2. Arazi incelemesinde fosil örneklerinin  toplanması. Elazığ Kaya Karakaya Fen Lisesi.

Foto:3. Müzeler haftasında yapılan sergi, İslahiye Fevzi Paşa Lisesi.

Foto:4. Diyarbakır GAP radyosunda yayınlanan Çevre ve sorunları üzerine söyleşi, Elazığ.

Foto:5. Balakgazi lisesi hatıra ormanı ağaç dikim etkinlikleri, Elazığ.

Foto:6.  Kaya Karakaya Fen Lisesi hatıra ormanı etkinlikleri, Elazığ.

Foto:7.  Balakgazi Lisesi Çevre İzcileri  ile Kırtasiye yardımı, Elazığ.

Foto:8.  Doğanın Hazineleri Sergisi. Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ.

Foto:9.  Coğrafya Sergisi. Minyatür Yeryüzü Şekilleri. Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ.

Foto:10. Yeşil Okullar Yarışmasında,“Elazığın En Yeşil Okulu” seçilen Kaya Karakaya Fen Lisesi, Elazığ.

Foto:11. Öğrencilerle minyatür yeryüzü şekillerinin yapılışı. Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri.

Foto:12. Öğrencilerle volkan külünün çıkışı deneyi. Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri.

Foto:13. Kuluçka makinasında civciv çıkartılması. Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi.Silivri.

Foto:14. Uygulamalı Tarım Bahçesi’nde meyve fidanı dikimi. Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri.

Foto:15. Uygulamalı Tarım Bahçesi’nde öğrencilerle sebze toplanması.  Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri.

Foto:16. Coğrafya dersliğini ziyaret eden Prof.Dr. Catherine KUZUCUOĞLU’nun öğrencilerle sohbeti.

Foto:17. Doğa Müzesi. Prof.Dr.Fuat Sezgin Fen Lisesi, Silivri.

[1] Prof. Dr. Silivri Fuat Sezgin Fen Lisesi Coğrafya Öğretmeni

250 Yaşında Hâlâ Genç: Alexander von Humboldt


250 YAŞINDA HÂLÂ GENÇ: ALEXANDER VON HUMBOLDT

Uğur ELMACI [1]

Resim 1: 1815’te kendi çizdiği portresi ( https://www.bildindex.de/document/obj02530413 )

Alexander von Humboldt ya da tam adıyla Friedrich Wilhelm Heinrich Alexander Freiherr von Humboldt 14 Eylül 1769 tarihinde Berlin’de doğmuştur. Prusya ordusunda subay olan babasını 9 yaşında kaybetmiş kardeşi ve annesi tarafından yetiştirilmiştir. Humboldt sırasıyla Frankfurt’ta finans, Gottingen’de doğa bilimleri, Hamburg’ta ticaret ve yabancı diller, Freiberg’te coğrafya, Jena’da anatomi ve astronomi eğitimi almıştır. Doğa bilimleri ve kâşif kimliğinde, almış olduğu bu çok yönlü eğitimin izlerini görmekteyiz. İlk çalışmasını 20 yaşında bir tatil esnasında Ren Nehri gezisinde Ren Nehri’ndeki bazı Bazalt kayalar üzerine mineralojik gözlemler” adıyla kaleme almıştır. 1793’ te Fribergen Florasından Örnekler”, 1797’ de ise “Kas ve sinir lifleri tepkiselliği üzerine çalışmalar isimli yazılarını yayımlamıştır. Erken dönemde kaleme aldığı bu eserler Humboldt’un çok yönlü eğitiminin yansımaları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kuşkusuz Humboldt’ un aklında tek bir şey vardı; gidilemeyen yerlere gitmek, o yerleri haritalamak ve o yerlerin ölçümlerini yapmak. Bu hayallerinin önündeki tek engel ise annesinin otoritesiydi. Yıllarca kendi dünyasına göre oğullarını yetiştirmek istemiş ve oğullarıyla arasındaki bağların kopmasına neden olmuştur. Öyle ki 1796’da anneleri öldüğünde iki kardeş annelerinin cenaze törenlerine dahi katılmamışlardır. Annesinin ölümüne kadar olan süre içinde Avrupa’nın çeşitli bölgelerine geziler yapmış, ama en çok da kardeşinin yaşadığı şehir olan Weimar’ da bulunmaktan keyif almıştır. Weimar’da kardeşi Wilhem ile birlikte Alman edebiyatının önemli temsilcileri Goethe ve Schiller ile derin sohbetler yapmışlar ve birbirlerinin yaşamlarını derin şekilde etkilemişlerdir.

Resim 2: Alexander von Humboldt, Wilhelm von Humboldt, Gothe ve Schiller Weimar’da. ( https://www.deutschland.de/en/topic/knowledge/humboldt-year-2019-seven-facts-about-alexander-von-humboldt )

1796’da annesinin ölümü hayallerine ulaşmanın yolunu açmıştır. Kalan miras ile artık hayal ettiği seyahatleri gerçekleştirecektir. Fransa’ da tanıştığı genç botanikçi Aime Bonpland ile 5 Haziran 1799’ da La Coruna’ dan Pizarro isimli gemileri büyük keşiflere imza attığı Güney Amerika seyahatine başlamıştır.

Resim 3: Pizarro Gemisi (Temsili) ( https://humboldt-heute.de/en/ )

Seyahatinin en önemli yol arkadaşlarından biri hiç kuşkusuz ölçüm aletleriydi. O kadar değer veriyordu ki aletlere, seyahat esnasında karşılaştıkları bazı zorluklarda Bonpland ve aletleri arasında tercih yapma durumlarında tercihini öncelikli olarak aletlerinden yana kullanmıştır.

Resim 4: Alexander von Humboldt ve Aime Bonpland ( https://www.uni-potsdam.de/tapoints/?p=1387 )

Yolculuklarında karşılaştıkları zorluklar aynı zamanda bilim literatürüne de büyük katkılar yapmıştır. Örneğin yüksek irtifa dağ tırmanışlarında yaşanan fiziksel sıkıntıların oksijen azalmasına bağlı gerçekleştiğini ilk kez ortaya koymuştur. Ekosistemde ve iklim üzerinde yaptığı değerlendirmelerinde insan kaynaklı iklim değişikliklerine ilk değinen kişi olmuştur. Orinoco Nehri üzerinde yaptığı 2775 km’lik yolculuk sonrasında Orinoco ve Amazon Nehirlerinin arasındaki Casiquiare Kanalı’nın varlığını kanıtlamış ve haritalandırmıştır.

Harita 1: Orinoco ve Amazon Nehirleri, Casiquiare Kanalı haritası ( https://en.wikipedia.org/wiki/Casiquiare_canal )

1802 yılında Chimborazo Dağı tırmanışı ile bir rekora imza atarak, 5878 m yüksekliğe tırmanarak o zamana kadar çıkılmış en yüksek noktaya ulaşmıştır.

Resim 5: Alexander von Humboldt çizimiyle Chimborazo Dağı
( https://www.sciencenews.org/article/iconic-humboldt-map-may-need-crucial-updates )

Manyetik alan, bitki coğrafyası, klimatoloji, ekoloji, jeoloji, zooloji, botanik çalışmaları G. Amerika seyahatinin temel çalışmaları olarak karşımıza çıkmaktadır. 3 Ağustos 1804 yılında Bordeaux limanında Güney Amerika seyahatini tamamlamıştır. Avrupa’ da çok tanınan bir kişi haline gelen Humboldt, Güney Amerika dönüşü Paris’e yerleşti.

1829’da Rus hükümetinin teklifi ve hükümetin özel yetkileriyle donatılmış bir şekilde 60 yaşında 25 hafta sürecek olan Rusya seyahatini gerçekleştirmiştir. Bu seyahatinde 15472 km yol yapmıştır. Bu seyahatinin en önemli sonuçları ise Orta Asya Platosu’nun yüksekliği hakkındaki o zamana kadarki abartılı tahminleri düzeltmek ve Uralların elmas yataklarını bulmak olmuştur.

İlerleyen yaşına rağmen çalışmaktan ve üretmekten vazgeçmemiştir. Rusya dönüşü 18 yıl diplomatlık görevinin ardından hayatının projesini 76 yaşında gerçekleştirmiştir. “Kosmos” adını verdiği ve bugüne kadar birçok bilim insanının bakış açılarını şekillendirdiği 5 ciltlik eserini kaleme almıştır. İlk iki cildi 1845-1847, üç ve dördüncü ciltleri 1850 ve 1858 yıllarında yayımlamıştır. Beşinci cildin bir bölümü ise ölümünden sonra yayımlanmıştır.

Resim 6: Kosmos (Hayatta iken yayımladığı ilk dört cilt)
( https://historical.ha.com/itm/books/non-american-editions/alexander-von-humboldt-kosmos-entwurf-einer-physischen-weltbeschreibung-stuttgart-j-g-cotta-scher/a/6043-36719.s )

24 Şubat 1857’de ikinci derece bir felç geçirmiş, 6 Mayıs 1859 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Hayatı boyunca gördüğü itibarı öldükten sonra da görmeye devam etti. Naaşı Tegel’de aile mezarlığına gömülmeden önce devlet töreniyle Berlin sokaklarından geçirildi ve katedral girişinde naip prens tarafından karşılandı. Doğumunun yüzüncü yılı hem Eski hem de Yeni Dünya’da 14 Eylül 1869’da büyük ilgiyle kutlandı. Adına sayısız anıt dikildi, ününe ve tanınmışlığına tanıklık edecek şekilde yeni keşfedilen bölgelere adı verildi. Bu yıl da 250. doğum yılı kapsamında Dünyanın dört bir tarafında önemli etkinlikler düzenlenmiş ve yıl sonuna kadar düzenlenmeye devam edecektir.

KAYNAKÇA:

Andrea, W., Doğanın Keşfi, Ayrıntı Yayınları, 2017.

https://historical.ha.com/itm/books/non-american-editions/alexander-von-humboldt-kosmos-entwurf-einer-physischen-weltbeschreibung-stuttgart-j-g-cotta-scher/a/6043-36719.s

https://humboldt-heute.de/en/stories/humboldts-travels

https://www.humboldt-foundation.de

https://www.famousscientists.org/alexander-von-humboldt/

https://en.wikipedia.org/wiki/Alexander_von_Humboldt

https://www.uni-potsdam.de/tapoints/?p=1387

https://www.bildindex.de/document/obj02530413

https://www.sciencenews.org/article/iconic-humboldt-map-may-need-crucial-updates

[1] Eskişehir Kenan Yalçın Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni
Coğrafya Eğitimi Derneği Üyesi

Samsun İlinde Kırsal Nüfusun Tespiti


SAMSUN İLİNDE KIRSAL NÜFUSUN TESPİTİ

Ömer GÜNER [1]

Kapitalist kentleşmenin bir sonucu olarak giderek büyüyen kentsel alanlar, süreç içerisinde meydana gelen tetikleyici nedenlerle beraber hızlı ve çok boyutlu kentleşme sorunları ile karşı karşıya kalmıştır (Alıcı, 2012). Giderek büyüyen bu kentsel alanlarda yaşanan sorunların çözümünde mevcut belediye yönetimlerinin yeterli olamamasından hareketle farklı büyükşehir yönetim modellerinin oluşturulması süreci başlamıştır (Alıcı, 2012). Büyükşehir belediyelerinin kurulmasıyla büyük kentsel alanlarda ilçe belediyelerin çok sesliliği azaltılmış, hizmetlerin büyükşehir belediyesi ile planlanıp, paylaştırılması tesis edilmiştir. Bu açıdan bu yönetim modeli ile sanayi devrimi sonrası artan kentli alanlarda sorunsuz ve hızlı hizmetin sunulması mümkün olabilmiştir. Türkiye’de 1984’de ilk büyükşehir belediyeleri kurularak bu yönetim modeli uygulanmaya başlamıştır.

Samsun, Orta Karadeniz Bölümü’nün ekonomik ve sosyal yönden en gelişmiş şehridir. İlde büyükşehir belediyesi 1993 yılında kurulmuş olup, Karadeniz bölgesinin ilk büyükşehir tüzel kişiliğine kavuşmuş şehridir. Ardından, 2000’de Sakarya, 2012’de Trabzon ve 2013’de Ordu Belediyeleri büyükşehir olmuştur. Samsun Belediyesi’nin 1993’de büyükşehir olmasıyla, merkez ilçe belediyesi büyükşehir ve dört alt kademe belediye (Gazi, İlkadım, Canik, Atakum)  kurulmuştur (Url-1, Url-2). 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanunun geçici 2. maddesi ile il nüfusu o yılda 1 milyondan az olan Samsun ilinde büyükşehir belediye sınırı, Valilik binası merkez kabul edilip 20 km yarıçaplı dairenin içinde bulunan sahalar, büyükşehir hizmet alanına dâhil edilmiştir(Url-1, Şenol, 2019). Nihayet 06.12.2012 tarihinde resmi gazetede yayımlanan 6360 sayılı kanunla büyükşehir belediye sınırları il mülki idare sınırları ile çakıştırılmıştır. Büyükşehir belediyesinin il sınırına tekabül etmesi, köy olan yerleşme birimlerinin idari manada mahalle olarak görünmesine yol açmış, bu da TÜİK’ den Samsun ilinin 2012 yılından sonra kırsal nüfusun ne kadar olduğu bilgisinin doğrudan öğrenilememesine neden olmuştur. Zira 2012’deki yasa ile artık tüm Samsun nüfusu şehirli gösterilmektedir. Tarım faaliyetleri kırsal kesimde, kırsal nüfus tarafından yapıldığından, Bafra ve Çarşamba ovaları gibi verimli tarım topraklarına sahip Samsun ilinin, kırsal nüfusunun bilinmesi ve takip edilmesi önem arz etmektedir.

Kırsal-Kentsel nüfus ayrımında en çok, 442 sayılı Köy Kanununda belirtilen “ 2000 altı nüfusa sahip yurtlara Köy denir (Url-3) ” tanımı dikkate alınarak yapılır. Bu yazının sade olması için ayriyeten kasaba ayrımı yapılmamıştır. Samsun ilinin büyükşehir olmasıyla TÜİK’ den mahalle nüfusu verileri alınmış ve 2000 altında olanlar kır kabul edilerek kırsal nüfus belirlenmiştir. Yalnız kır-kent nüfusu ayrımında sadece nüfus tek başına yeterli ölçüt değildir. Zira Avrupa’da 20. 000 nüfusa sahip köyler de vardır. O sebeple köylerin arazi kullanımı ve ekonomik fonksiyonlarının ayırt edilmesiyle de kent-köy mahalleleri belirlenebilir. Bu yazıda her iki yol izlenmiş ve Samsun ilindeki son durum gözler önüne sunulmuştur.

Tablo 1. Samsun ili Cumhuriyet dönemi köy-şehir nüfus değişimi (Yılmaz, 2012).

Türkiye’de Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927 yılında Samsun nüfusu 260. 868 kişi olarak tespit edilmiş ve bu nüfusun % 21. 3’ü şehirde, % 78. 7’si köyde yaşamaktaydı (Yılmaz, 2012). Tablo 1 incelendiğinde 1950’li yıllara kadar kır nüfusu artarken, sonraki yıllarda azalma eğilimine girmiş ve 6360 Sayılı Büyükşehir Kanunu öncesinde 2011 yılında 1. 251. 729 olan Samsun nüfusunun % 66. 1’i şehirde % 33. 9’u kırda yaşamaktaydı (Yılmaz, 2012).

2018 yılı Samsun il nüfusu 1. 335. 702 kişidir. Bu nüfus, 17 ilçe ve bu ilçelere bağlı 1251 mahallede yaşamaktadır. İlçe nüfuslarına baktığımızda en kalabalık nüfusa sahip İlkadım (332. 230) olurken, onu Atakum (202. 618) ve Bafra (142. 210) takip eder (TÜİK, 2019). Köy Kanunu’na göre Samsun iline bağlı toplam 1251 mahallenin 118’u kent karakterinde mahalle olup 1133’si ise kırsal karakterdedir. Mahalle ayrımı yapıldıktan sonra ilin toplam şehirli nüfusu 819. 959 iken kırsal nüfus 515. 743 kişi olarak bulunmuştur.

Böylece 2011 yılından 2018 yılına kadar kentli nüfusu % 5 azalmış, kırsal nüfus ise % 6 artmıştır. Kentli nüfusun azalmış gibi gözükmesi, özellikle yeni şehirleşen Atakum gibi ilçelere bağlı mahallelerde kente dönüşen köylerin olmasından dolayıdır. Zira 2011 yılında kıyı kesimine yakın 2000 nüfusuna yakın mahalle sayısı fazla değil iken, çoğu mahalle 5000 nüfusu aşmış ve kentleşmiştir. Böylece 2000 nüfusuna yakın mahalle sayısı artarak böyle bir sonuç ortaya çıkmıştır.

Arazi kullanım ile tespit edilen nüfus, köy kanununa göre daha sağlıklı sonuçlar vermektedir. Çünkü nüfusu kasaba ölçeğinde olan bazı ilçe mahalleleri, şehir olarak anılmaktadır. Hâlbuki bahsedilen mahallede halkın çoğunluğu hizmet-sanayi dışı sektörden gelir sağlamakta ve mahallenin arazi kullanımında mera ile tarım alanları daha fazla alan kaplamaktadır. Bu açıdan köy kanunu kıstasına göre tespit edilen kır nüfusu, arazi kullanımı kıstas alınmış kır nüfusundan az çıkmıştır, Öyle ki Samsun ili arazi kullanımına göre ayırt edilmiş mahalle nüfus verilerine göre ilin toplam şehirli nüfusu 717. 552 iken kırsal nüfus 618.150 kişidir.

Harita 1. Samsun ilindeki Mahalle Nüfuslarının Büyüklük Dağılımı

İldeki mahalle nüfusu büyüklük haritasında 2000 altı nüfusa sahip coğrafi manada köylerin dağlık-tepelik sahalarda yaygın olduğu görülür. Buna karşın 2000 üstü nüfusa sahip mahalleler, ilçe merkezleri ile az eğimli düz arazilerde yaygın olduğu dikkati çeker. Ayrıca bu nüfusun ilin yüksek tarımsal potansiyele sahip % 14. 2’lik gibi küçük alanına tekabül eden Çarşamba ve Bafra ovalarında (Dengiz, 2011) bulunması, verimli ovaların kapasitesinin yüksek olmasının sonucudur. Ancak buradaki nüfus şehirli olarak görüldüğünden imar planlarında, tarım arazileri arsa olarak görülmekte, bu da ilin verimli topraklarını tehlikeye sokmaktadır.

İlçeler arasında karşılaştırma yaparsak en fazla kentli nüfusa sahip İlkadım (% 90. 65) olurken onu Atakum (% 80. 16) ve Canik (% 66. 71) takip eder. En fazla kırsal nüfusa sahip ilçelerin ayrımında şuna dikkat edilmiştir. Bazı ilçe merkezleri (Salıpazarı, Ayvacık, Kavak, Asarcık, Yakakent) coğrafi manada kasaba görünümünde olup bu ilçeler şehir nüfusu olmadığı için değerlendirme dışında tutulmuştur. Değerlendirmeye alınan ilçeler arasında en fazla kırsal nüfusa Ondokuz Mayıs (% 93. 58) sahip iken bunu Tekkeköy (% 88. 99) takip etmiştir.

Tablo 2. Samsun İline Bağlı İlçelerin Kır-Kent Nüfus Dağılımları

Özetlersek; Samsun ilinde 2019 TÜİK ADNKS verilerine göre 1. 335. 702 kişi yaşamaktadır. Arazi kullanımına göre bu nüfusun % 54’lük kısmını oluşturan 717. 552 kişisi kentlerde yaşarken, % 46’lık dilimi olan 618. 150 kişisi köyde yaşamaktadır. 2011 yılı Samsun ili kır-kent nüfusu dağılımı dikkate aldığımızda şehir nüfusunda % 12 azalma, kır nüfusunda % 13 artma olduğu karşımıza çıkar.

Köy kanununa göre ise bu nüfusun % 61’lik kısmını oluşturan 819. 959 kişisi kentlerde yaşarken, % 39’luk kısmı olan 515. 743 kişisi köyde yaşamaktadır. 2011 yılı Samsun kır-kent nüfus dağılımına göre kentli nüfusu % 5 azalırken, kırsal nüfus ise % 6 oranında artmıştır.

Grafik 1. Samsun ilinde köy kanunu ve arazi kullanımına göre kır-kent nüfusu (2018)

Her iki yöntem sonucunda Samsun ilinde kır nüfusunda artma olduğu karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Atakum, Tekkeköy, Bafra ve Çarşamba ilçe merkezleri etrafında yetişkin-yaşlı nüfus tekrar köye dönmektedir. Bu dönüşler çoğunlukla aile fertlerinin yanına, ortak araziye ev yapma şeklindedir. Samsun ilinde şehirsel alanda artış olsa da kırsal kesimdeki nüfus artışı olumlu bir gelişmedir. Yalnız köye dönen nüfus ya emekli ya da şehirde iş sahibi veya çalışandır. Bu nedenle köy nüfusu artsa da tarımsal üretim o nispetle artış göstermemektedir. İki büyük delta ovasına sahip Samsun ilinin kırsaldaki nüfusun son nüfus sayımına göre yaş gruplarına göre dağılımı tespit edilerek, genç-çalışan nüfusun daha modern aletlerle tarımsal ve hayvansal üretimde bulunmasının önü açılmalıdır. Çünkü biz insanların sindirim sistemi kayayı/betonu sindirecek kapasite de değildir; aksine ekmek, marul, havuç gibi besinleri sindirme kapasitesine sahiptir. Bu açıdan kıra dönüşün gençler/yetişkin insanlar lehine avantajlar içerdiğine yönelik farklı mecralarda (TV dizisi, sosyal medya vs.) içerikler oluşturulmalıdır. Böylece kır nüfusunun “ dinlenen “ değil “ toprağı işleyen “ nitelikte olması sağlanabilir.

KAYNAKÇA:

Alıcı, O.V. Büyükşehir Belediyesi İle İlçe Belediyeleri Arasındaki İlişkiler: İstanbul Örneği, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2012.

Dengiz, O., Sarıoğlu, F.E). Samsun İlinin Potansiyel Tarım Alanlarının Genel Dağılımları Ve Toprak Etüt Ve Haritalama Çalışmalarının Önemi, Anadolu Tarım Bilim Dergisi, Sayı:26/3;241-250, 2011.

Şenol, E. Büyükşehir statüsündeki illerde kırsal nüfusun tespiti: Ordu ili örneği, Türk Coğrafya Dergisi, Sayı:72; 53-63, 2019.

Yılmaz, C. Samsun İl Nüfusunun Sosyo-Ekonomik Yapısı, Demografik Nitelikleri Ve Coğrafi Dağılış Özellikleri, Geçmişten, Geleceğe Samsun, 2012.

Url-1: https://www.saski.gov.tr/icerik/detay.aspx?Id=324 (Erişim Tarihi: 24.06.2019.)

Url-2: http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/4.5.504.pdf (Erişim Tarihi: 24.06.2019.)

Url-3: http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.3.442.pdf  (Erişim Tarihi: 24.06.2019)

TÜİK, 2019. (Türkiye İstatistik Kurumu): http://www.tuik.gov.tr/Start.do  (Erişim Tarihi: 24.06.2019.)

[1] Coğrafya Öğretmeni

Yapaylıktan Doğallığa


YAPAYLIKTAN DOĞALLIĞA

Osman KARAKAN [1]

Eğitim, hayatımızın temel yapı taşlarından bir tanesi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Günümüz okullarında verilen eğitim ile insanların hedeflerindeki eğitim birbirinden farklılık gösterir. Günümüz şartlarında okullardaki eğitim sadece akademik olarak görülmüş ve bu yönde eğitim verme çabaları sürdürülmüştür. Esasında eğitim yaşam ile iç içe olmadığı, hayatın içine konulmadığı ve özümsenemediği sürece gerçek bir eğitimden ve insan yetiştirmekten bahsedilemez.

Bu makalede eğitim sürecinde dahil edilmesi mutlak olan, çocuklarımız ile doğa arasındaki ilişkiye değinmek istedim. Günümüz sanayii ve teknoloji yüzyılında çocuklarımızın doğadan nasıl koptukları, nasıl teknoçocuk haline geldikleri ve bu süreci nasıl değiştirebileceğimiz konusunda değerlendirmelerde bulundum.

Howard Gardner 1983 yılında çoklu zekâ kuramı adıyla eğitime farklı bir yaklaşım getirmiştir. Gardner’e göre her insan farklı yetenek, potansiyel ve kabiliyete sahipti Dolayısı ile her insanın olaylara bakış açısı ve olayları anlama becerisi birbirinden farklıydı. Bu bağlamda Gardner; Sözel – Dil, Mantık – Matematiksel, Şekil (Görsel) – Uzay (Uzamsal; Alansal), Müziksel – Ritmik, Bedensel – Kinestetik, Kişilerarası – Sosyal, Kişiye dönük (İçsel; Öze dönük) olmak üzere yedi zekâ kuramı ortaya çıkardı. 1995’te ise bunlara ek olarak “Doğa Zekâsı” eklenmiş oldu. Bu zekâ kuramlarında dikkatimizi yoğunlaştıracağımız, sonradan eklenmiş olan Doğa Zekâsı olacaktır. Doğa Zekâsı doğa üzerinde her türlü hissetmeyi, düşünmeyi ve doğaya yoğunlaşmayı içerir (Başaran, 2004). Doğada bulunan ne kadar unsur varsa hepsiyle iç içe olmaktan hoşlanan, bitkilere, hayvanlara ve çevreye karşı her türlü ilgi, araştırma isteği bu zekanın en belirgin özelliklerindendir. Açık havada olmaktan, doğa gezileri yapmaktan, bir nehir, ırmak ve göl kenarlarında bulunmaktan hoşlanan, bulunduğu doğada fotoğraflar çeken, gözlemler yapan, doğa ile ilgili araştırmalar yapan, çevre kirliliklerine karşı duyarlı olan, bahçe işlerini seven, toprakla haşır neşir olan ve topraktan bir şeyler üreten, doğayla baş başa kalmaktan zevk alan kişiler doğa zekasına sahip kişiler olarak ifade edilebilir. Ayrıca ilgi alanları doğa olan çocuk ve gençler gelecekte doğa bilimcisi adayı olarak gösterilebilir. Botanik, zooloji, biyoloji, coğrafya, fotoğrafçılık, tıp alanında çalışma potansiyeli olan kişiler doğa zekasına sahip bireyler olarak gösterilebilir. Çocuk ve gençlik dönemlerinde doğa ile ilgili eğitim verildiği takdirde insanlar bu alanlara yoğunlaşıp kendilerini bu yönde geliştirebilirler.

Hem aileler tarafından hem de eğitim veren kurumlar yani okullar tarafından bakıldığında ne yazık ki doğa zekasına sahip veya doğaya ilgisi olan, doğada bulunmaktan hoşlanan çocuklar pek dikkate alınmamaktadır. Durumun bu hale gelmesinde elbette ki sanayiinin doğuşu ve devamındaki teknolojide çok ileri bir safhaya gelinmesi etkili olmuştur. Bununla birlikte özellikle milenyum çağı dediğimiz 2000’li yıllardan sonraki dönemlerde teknolojinin kendini zirvelere taşıması yetiştirdiğimiz çocuklarla doğa arasındaki bağın kopmasına yol açmıştır. Bu bağ eksikliğinin giderilmesi için başta anne ve babaların durumu fark etmesi ve müdahil olmaları gerekiyor. Esasında anne ve babalar da bu durumdan pek şikayetçi değiller. Onların eline telefon, tablet veya bilgisayarları verip çocukların akşama kadar onlarla meşgul olmaları bir nevi işlerine geliyor. Hem annenin hem de babanın iş hayatında olduğu bir zaman içerisindeyiz. Dolayısıyla akşam evlerine geldiklerinde çocukları ile oynayabildikleri veya onlara zaman ayırabildikleri süreler kısıtlı. Artık onların tembel tembel kanepeye uzanıp televizyon izlemelerinden, kafalarını telefonlara gömmekten rahatsız olmaları gerekmektedir. Çocukların bir söğüt ağacına konan kuşun adını, toprakta hızlıca hareket eden kertenkeleyi, bozkırlarda yetişen gelinciğin rengini, beyaz karın suyundan içerek toprağın neminde hayat bulan kar çiçeğini değil, bunların yerine yeni çıkan telefon modelini, en sevdiği ünlünün bindiği arabanın markasını bilmeleri anne ve babaya üzücü ve incitici gelmelidir. Çocukların yaşadığı evreni televizyondan, telefondan, internetten, bilgisayar oyunlarından uzaklaştırmak gerekiyor. Yapılan araştırmaların çoğu teknolojinin çocukların hayatına girmesiyle birlikte çocukların doğadan uzaklaşmasına neden olduğunu gösteriyor. Yapaylıktan doğallığa çekmek gerekiyor. Doğallık bilgisayar oyunlarıyla, akıllı telefonlardaki akıl dışı programlarla gelmez. Doğallık toprağın kendisinden çocukların çamurlu elleriyle çıkar. Çimen lekeli giysi kollarından geçip kalbe varır. (Louv, 2018).  Aile içerisinde kuşkusuz ki bir eğitimden bahsetmek gerekiyor. Bir doğa eğitiminden. Özellikle okul öncesinde ve devamında okul sürecinde anne ve babaya bu konuda büyük iş düşmektedir. Gelişim psikolojisi uzmanlarınca yapılan araştırmalar çocukluk döneminde kazanılan bilincin ileriki yaş dönemlerini de tetiklediği ve bilincin kalıcı olduğunu göstermektedir. (Çukur ve Özgüner, 2008). Çevreye ve doğaya karşı sorumluluk sahibi, çevre ve doğa dostu bireylerin olması toplum açısından önemlidir. Bu sebeple çocuklarımızı doğanın içine atmak ve onlarla birlikte etkinlikler yapmak gerekiyor. Çocuklarımızın doğayla bağ kurmalarını sağlamanın en etkili yolu bu bağı kendimizin kurmasıdır. Bizler onlarla ne kadar birlikte olursak çocuklarımız o kadar içselleştirmiş olur. Çocuklarla birlikte doğada zaman geçirmeliyiz, kendimizi daha iyi ve daha mutlu hissetmemize yola açacaktır. Bu arka bahçedeki ağaçlarla çevrili, çimlerle örtülü bahçe bile olsa birlikte olmalıyız. Onlara hikayeler anlatmalıyız. Kendi çocukluğumuza özel doğa hikayeleri. Söğüt ağacındaki yaprakları, küçük nehrin kenarındaki çiçekleri, yanında yürüdüğünüz derenin kıvrımını, üflediğinizde tüyleri etrafa dağılan Karahindibayı anlatmalıyız. Kısa mesafeli doğa yürüyüşlerine çıkıp bu yürüyüş planına çocuklarımızı da dahil etmeliyiz. Nasıl bir yürüyüş olacağına onlar da karar versin. Onları bir bulut gözlemcisi yapalım, bulutlardan kendilerine özel şekiller çıkarsınlar. Bulut gözlemciliği için ne özel ayakkabılara ne de bir futbol sahasına ihtiyaç vardır. İhtiyaçları tek şey onlara ayıracağımız bir zaman dilimidir. Çocuklarımıza zaman ayıralım ve onlarla birlikte doğada olalım, doğal olalım. Aksi takdirde bencil, kendini çıkarlarını düşünen, yapay, kendine ve çevresine yabancı, farklılıklara saygı duymayan bir insan yetiştirmeye devam ederiz. Bu süreç içerisinde her ne kadar ailelere büyük görevler düşse de aynı görevler eğitim kurumları yani okullara da düşmektedir. Nasıl ki bir insan diğer zekâ türlerine sahipse aynı şekilde doğa zekasına da sahiptir ve eğitim öğretim sürecinde doğa zekasına sahip çocuklar da dikkate alınarak bir süreç takip edilmelidir. Ne yazık ki günümüz şartlarında bu kavram çok dikkate alınmamaktadır. Peki eğitim kurumlarında doğa ve doğaya dayalı, doğa ve çevre sevgisi ve bilinci üzerine neler yapılmalıdır veya neler yapılabilir. 

Okul öncesi dönemden itibaren başlayarak ilkokul, ortaokul ve lise çağındaki bütün öğrencilere doğa ile yaşamayı doğada bulunmayı içselleştirmelerine yönelik eğitimlerin verilmesi gerekmektedir.  Okul öncesi öğrencilere uygulamalı (yaparak-yaşayarak) aktivitelerin geliştirilmesi, uygun eğitim materyallerinin hazırlanması ve gerekirse çevre bakanlığı veya gönüllü kuruluşlarla iş birliği yapılarak eğitim verilmesi halinde bir başlangıç yapılmış olunacaktır. Çukur ve Özgüner, 2008). Özellikle ağaç ve çalılar, çayır, basılabilir çim, canlı renkli çiçekler, toprak zemin, ağaç kütükleri, kaya parçaları, kum ve su gibi doğaya ait unsurlara yönelik oyunlar ortaya koymak çocukların özgüvenini güçlendirir, duyularını canlandırır, dünyaya ve onun içindeki hareket eden görünen ve görünmeyen her türlü şeye ilişkin farkındalıklarını artırır. Ayrıca açık alanlarda oynayan çocukların oyunları kapalı alanlarda oynayan çocuklardan daha yaratıcı olduğunu söylemek mümkündür. Dünyada kabul görmüş Finlandiya eğitim sisteminde Fin eğiticiler oyunun gücüne inanırlar (Louv, 2018). Helsinki’de tipik bir okulda öğrenciler ayaklarında çoraplarla ortalıkta dolanırlar ve Finlandiya sosyal hizmetler ve sağlık bakanlığı şöyle der; “öğrenimin temeli dışardan alınıp önceden işlenmiş bilgilerde değil, çocuk ile çevre arasındaki etkileşimdedir”. TEMA vakfının İstanbul’da yaptığı bir çalışmada 5-6 yaş çocuklarının genel olarak bakıldığında çocukların büyük bir çoğunluğunun toprakla oynamayı sevdiği, doğa yürüyüşlerine veya pikniğe gittiklerinde keyifli zaman geçirmenin yanı sıra doğadaki hayvanları, bitkileri incelediği gözlemlenmiştir (TEMA Vakfı, 2013). Bu dönemdeki çocukların çevrelerinde bitki ve hayvanların bulunmasından mutlu oldukları, bununla birlikte çevrelerinde park ya da evlerinin bahçesi olan çocukların doğayla daha iç içe ve doğayla ilgili etkinliklere daha fazla katılmaktadırlar. Çocukların çevrelerinde doğayla ilgili olanaklar (park, bahçe, yürüyüş alanları…vs.) arttıkça doğayla iç içe olma isteklerinin de arttığı söylenebilir.

Bir öğrenci kendisinin diktiği ve yetiştirdiği ormandaki bir ağaca, bahçedeki domates fidesine, saksıdaki renkli çiçeklere çok daha fazla sahip çıkmaktadır ve benimsemektedir. Çünkü ona su verdiği, toprağına ve fidesine bakım yaptığı aklına gelir ve kendinin yetiştirdiği domates pazardan alınan domatesten daha özel ve daha lezzetli gelir. Hatta eğer bu yaştaki çocukların sebze veya meyvelere karşı sevmeme gibi önyargıları varsa bu yöntemi kullanmak gereklidir. Eğer bir çocuk patlıcanla alakalı yemek sevmiyorsa ona patlıcan fidesi alın ve ona yetiştirmesini isteyin. Ya da fasulye yemeklerini sevmiyorsa ondan fasulye yetiştirmesini isteyin. Bu şekilde kendi yetiştirdiği daha özel olacağı için sevmeme durumu da ortadan kalkacaktır. Bu konuyla ilgili ilköğretim öğrencileriyle yapılan bir çalışmada çocukların bahçecilik becerilerini ve bahçeye yönelik ilgilerini artırmak için çocuklar, bahçe projesi kapsamında bahçe çalışmalarına katılmışlardır. 9 ve 10 yaşlarında 70 öğrenci çalışmada yer almıştır. Çocukların bahçe ile ilgili tecrübeleri yazılı olarak toplanmıştır. Çalışma sonucunda çocukların bahçede edindikleri beceriler, bahçede zaman geçirme, çeşitli organizasyonlarda yer almalarının bahçeye yönelik ilgilerini artırmada etkili olduğu tespit edilmiştir. (TEMA Vakfı, 2013).  Okullarda yapılan bahçeyle ilgili çalışmalar çocukların doğayla olan ilişkilerini arttırmada etkili olabilir. Bu da bizlere eğitim kurumlarında çocukların oynayabilecekleri veya kendi ürünlerini yetiştirebilecekleri bir hobi bahçesi alanı bulunması yapılacak olan etkinlikleri daha nitelikli kılacaktır. Yine ilköğretim 3. sınıf öğrencileri ile yapılan bir çalışmada öğrencilere doğa yürüyüşü yaptırılıyor. Öğrencilerin yürüyüş yapma sıklıkları arttıkça ağaçları korumayla ilgili farkındalıkları da arttığı ortaya konuluyor. Her ne şekilde olursa olsun çocuklar doğanın bir parçası haline getirilmeleri gerekiyor. Çocukların doğaya çıktıklarında en küçük olayı bile (küçük bir hayvan görmeleri, bir çiçeği görmeleri) abartarak ve nasıl heyecanla anlatmaları, çok küçük bir dere akıntısına girdiklerinde (ayaklarını sokunca) farklı hal ve hareketler sergilemeleri ve heyecanla derenin içinde zıplamaları onlara mutluluk verecek ve onların doğa bilincini geliştirecektir. Doğada geçirdikleri süreç içerisinde hem çok mutlu olduklarını görürsünüz hem de bu mutluluğun kaynağı olan etkeni koruma bilinci vermiş olursunuz. Araştırma sonuçları gösteriyor ki öğrenciler doğayla ne kadar içi içe olurlarsa doğaya o kadar sahip çıkacaklardır.

Sınıf düzeyi arttıkça öğrencilerin doğadan kopma oranları da artmaktadır. Peki doğadan sıyrılan bu öğrenciler zamanlarını nerede geçiriyor? Elbette ki facebook, instagram, whatsapp, youtube gibi sosyal medya alanlarında. Özellikle ortaokul ve lise dönemindeki öğrenciler yaş ilerlemesine bağlı olarak psikolojik ve sosyal durumları da göz önünde tutularak doğadan uzaklaştıkları görülmüştür. Sosyal medyada zaman geçirmek onlara daha cazip gelmektedir. TEMA vakfının İstanbul’da yaptığı bir araştırmaya göre ankete katılan 7. Sınıf öğrencilerin %76’sı, 10. Sınıf öğrencilerinin %88’i sosyal medya (facebook-twitter) kullanmaktadır. Buna karşılık öğrencilerin doğa yürüyüşlerine katılma durumlarına ilişkin %7,1’i haftada bir gün, %5,1’i 15 günde 1 gün, %20,6’sı ayda 1 gün, %55,7’si hiç gitmedim yanıtlarını vermişlerdi. (TEMA Vakfı, 2013). Anket sonuçlarına bakıldığında doğadan kopuk bir öğrenci kitlesi mevcut. Ancak istisnai durumlarında olduğunu söylemek mümkündür. Lisede yaptığımız sosyal etkinlikler neticesinde etkinliklere katılan lise öğrencilerinin de doğada bulunmaktan son derece haz aldıkları gözlemlenmiştir. Hatta doğada bulundukları zaman diliminde normal hayatlarında olmadıkları kadar mutlu olduklarının kendileri bile farkına varmışlardır.  Bizler eğitim kurumlarında doğaya katılan öğrencilerin sayısını arttırmamız gerekmektedir. Öğrencilerin doğa yürüyüşü veya çadır kampı gibi etkinliklere katılamamalarının önemli bir sebebi okullarda bu tarz etkinliklerin çok nadir yapılması veya hiç yapılmaması. Eğer bu tarz etkinliklere önem verilip sayısı arttırılırsa katılan öğrenci sayısı da artmış olacaktır. Bir keresinde bir öğrenci grubunu ders saatinde Kızılırmak kenarına doğru kısa bir yürüyüşe çıkarmıştım. Bir öğrenci “Kızılırmak buradan mı geçiyordu” diye tepki vermişti. Yanı başında duran bir nehirden, bitki topluluklarından, hayvan türlerinden bihaber bir öğrenci topluluğu var maalesef. Bir çift kuşu bile görmemiş olan bir çocuk için kelaynakların soyunun tükenmesi ne anlama gelebilir ki? Okullardaki derslerde yerel flora ve faunayla ilgili genel geçer bilgiler verilip geçiliyor ve tamamen askıda kalıyor. Ne yazık ki bugün görebileceğiniz bütün derslikler doğadan yoksundur. Dersleri o derece sanayileştirdik ki müfredatlarda doğaya yer kalmadı. Çocuklar dersliğin kapısının ötesindeki yeşillik hakkında hiçbir şey öğrenmiyor. İnsanlar doğaya güvenlik ya da adalet bulmaya gitmezler. Güzellik bulmaya giderler. Çocuklarımızdan doğayı esirgediğimizde onlardan güzelliği de esirgemiş oluyoruz. Çocukların doğayla bağ kurmasını sağlamak çok önemli bir mihenk taşı. Doğa ona dua için bir bağlam, bütün yaşama sevgi ve saygı duymayı öğrenebileceği bir yer sağlıyor. Varlıkları kaynağında görmeyi, koklamayı ve onlara dokunmayı öğreneceği ve bu varlıkları korumak için neden üzerine düşeni yapması gerektiğini anlayabileceği bir yer. Doğayı korumak isteyen insan değil, doğaya zarar veremeyecek insan yetiştirilmelidir. Her eğitim düzeyindeki öğrencilerin doğa ile bütünleştirilmeleri gerekmektedir. Zira doğayla bütünleşmiş bir şekilde yapılmayan çevre eğitiminin öğrencilerin çevre konusundaki bilinçlenmelerinde istenilen etkiyi sağlamayacaktır. Çevre ve doğa bilincine sahip insan, kendisini doğanın parçası olarak algılayacak, doğadaki diğer varlıklara saygı duyacak ve çevre ahlâkı gibi kurallara gerek kalmadan doğa koruma olayı kendini koruma ile özdeşleşerek kendiliğinden gerçekleşecektir.

KAYNAKLAR

Louv, R., Doğadaki Son Çocuk, Yayınları, 2018.

Çukur, D., Özgüner, H., “Kentsel Alanda Çocuklara Doğa Bilinci Kazandırmada Oyun Mekânı Tasarımının Rolü”, Süleyman Demirel Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi, Seri: A, Sayı: 2, S. 177-187, 2008.

Başaran, B., I., “Etkili Öğrenme ve Çoklu Zekâ Kuramı: Bir İnceleme”, Ege Eğitim Dergisi, Sayı 5, S.7-15, 2004.

Güneş, G., “Okul Öncesi Fen ve Doğa Eğitimi Araştırmalarına İlişkin Bir Tarama Çalışması: Türkiye Örneği”, Erken Çocukluk Çalışmaları Dergisi, S.1-35, 2018.

TEMA Vakfı, “İstanbul’da Çocuk ve Doğa İlişkisi Araştırması” Raporu, 2013

[1] Sivas Akademi Yeni Çizgi Okulları Coğrafya Öğretmeni

Coğrafya Yönüyle İstanbul Boğazı


COĞRAFYA YÖNÜYLE İSTANBUL BOĞAZI

Ahmet AYDOĞMUŞ [1]

Oluşumu:

İki kıta arasında yer alan iki boğazdan biri olan İstanbul Boğazı, oluşumu, çift katmanlı akıntı yapısı, balık göçleri  ve ekonomi için önemli ve riskli ulaşım özellikleriyle her zaman  dikkatleri üzerine toplamıştır.

Boğazın oluşumu ve gelişimi konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Zaman içinde yapılan ve yapılacak yeni çalışmalar bu konudaki bilgilerin güncellenmesine yardımcı olacaktır. Marmara Denizi ve Karadeniz’e dökülen iki akarsu geriye aşındırma sonucu birleşir ve iki su kütlesi arasında bağlantı kurulur. Başka bir görüş tektonik hareketlerle kuzey-güney yönlü oluk,  boğazı oluşturmuştur. Üçüncü başka bir  görüş de boğazın oluşumunu tektonik ve fluviyal etkenlere bağlar. (1)

İstanbul ve Kocaeli Yarımadalarının tektonik hareket sonucu saat yönünde dönmesi  Karadeniz içinde fay gelişimine, blokların farklı hızlarda dönmesi de İstanbul Boğazı’nın makaslama zonu olarak açılmasına neden olur. Su bağlantısı da yaklaşık 7200 yıl önce Holosende boğazın kuzey ve güney körfezlerinin birleşmesiyle meydana gelmiştir. (2)

Son buzul döneminin sona erdiği, yeryüzünde daha ılıman koşulların başladığı yaklaşık 11.000 yıl öncesinde eriyen buzul suları yeryüzü çanaklarına dolmaya başlar. Deniz ve göl düzeylerinde yükselme sonucu  transgresyon  yaşanır. iklim koşullarının değişmeye başladığı yaklaşık 7200 yıl önce Akdeniz’in deniz düzeyi yaklaşık 100 metre daha düşüktü. Akdeniz suları boğaz yolu ile ani ve hızlı şekilde boğaz üzerinden Karadeniz çanağına doluyor. Bir başka açıklama da Karadeniz su düzeyi bölgesel beslenme ile boğazı aşarak Marmara’ya ulaşıyor şeklinde ifade ediliyor. (3)

Karadeniz çanağının yaklaşık 8000-7000 yıl kadar önce  deniz basmasına maruz kaldığı ve deniz düzeyinin afet hızı ile yükseldiği konusu kabul görmektedir.

Sonuç olarak, İstanbul boğazının var oluş nedeni küresel iklim değişikliği ile ilişkilidir.

Görsel 1 (40 km yüksekten İstanbul Boğazı, Google Earth’den)

 
Boyutları:

İki kıta arasında yer alan çok dar bir su yoludur. Orta hat üzerinden 31.4 kilometre, Anadolu kıyılarının uzunluğu 35 kilometre, kıvrımları nedeniyle Trakya kıyılarının uzunluğu da 55 kilometre kadaradır.

 En geniş yeri Anadolu Feneri-Türkeli Feneri arasında 3600 metre, en dar yeri ise Anadolu Hisarı-Rumeli Hisarı arasında 698 metredir. En derin yeri Kandilli açığında 110 metreyi bulan boğazın  derinliği, genellikle 30-60 metre arasında değişmektedir. Derinlik kuzeyden güneye  gidildikçe azalır. En dar ve en derin yerler akıntının da güçlü olduğu yerlerdir.

Denizaltı Topografyası:

Beşiktaş ile Üsküdar-Kuzguncuk arasında uzanan 25-30 metrelik sırt daha sonra iki yana ayrılarak uzanır ve bir süre sonra kaybolur. Tek bir oluk halinde devam eden çukurluk Kandilli-Bebek Camii arasında 110 metreyi geçen derinliğe ulaşır. Boğazın her iki girişinde yaklaşık 50 metre kadar derinlikte birer eşik bulunur. Boğaz tabanı çeşitli sığlıklara da sahiptir. (1)

Tuzluluk:

İstanbul Boğazı tuzluluk bakımından çok değişkenlik gösteren bir su yoludur. Farklı özellikli su kütleleri aynı yerde ve aynı zamanda farklı derinliklerde yer alabilmektedir. Tuzluluk yüzeyden derine inildikçe artar Genellikle yüzeyde %o 17 olan tuzluluk değeri derinde %o 35’e kadar yükselmektedir.(1)

 Fenerler önünde  yüzey suyu tuzluluğu %o 18 iken Sarayburnu’nda yüzey suyu tuzluluğu %o 19’u geçmektedir. Bunun nedeni olarak Sarayburnu yüzey suyunun bir bölümünün boğaz diplerinden yükselen daha tuzlu su karışımıyla ilgili olduğu düşünülmektedir.

 İstanbul Boğazı’nda Akıntılar:

Boğazın akıntısı, aynı yatakta iki farklı yöne giden iki akıntı, bir yatakta akan iki nehir gibi düşünülebilir. Yüzeyden akan su Karadeniz özellikli, derinden akan su Akdeniz özelliklidir. Üst ve alt akıntılar sıcaklık, tuzluluk ve yoğunluk bakımından farklılık gösterir.

İstanbul Boğazı’nda iki katmanlı akıntı yapısı iki yanında yer alan farklı özelliklere sahip su kütlelerinin varlığı ile ilgilidir. Karadeniz çok yağış alan, sıcaklığı daha düşük olduğu için buharlaşma yoluyla su kaybı az olan ve debisi yüksek akarsularla beslenen bir denizdir ve su düzeyi Marmara’dan 40 cm. kadar daha yüksektir (4). Bu yükselti farklılığı yıl içinde beslenme koşullarına bağlı olarak bir miktar değişmektedir. Eylül-Şubat arası daha düşük, Mart-Ağustos arasında daha yüksektir. Karadeniz’in deniz düzeyi değişimine çok az da olsa gel-git etkisinden bahsedilebilir.(5)

 Karadeniz’in daha yüksek olan deniz düzeyi nedeniyle yüzey akıntısı ortalama 3-4 knot (1 knot=1.852km/saat) hızındadır. Kuzeyli rüzgarların şiddetli estiği zamanlarda rüzgar süpürmesi yüzey akıntı hızını 7-8 knot’a kadar çıkarabilmektedir.  Güneyli lodos etkisiyle boğazın üst akıntısının Karadeniz yönüne süpürülmesine orkoz denilmektedir. En dar ve en derin kesim akıntı hızının en yüksek olduğu yerdir. Boğaziçi’nin girintili-çıkıntılı kıyıları yüzey akıntısında ters yönde akıntıya neden olabilmektedir. Kandilli Burnu’ndan Akıntı Burnu’na yönelen ters akıntıya Şeytan Akıntısı, Arnavutköy-Vaniköy arasındaki ters akıntıya da  Maskara Akıntısı adı verilmektedir.(1)

Alt akıntı hızı Marmara Denizi içinde 5cm/saniyeden ( 180 m/saat) az olan alt akıntı hızı Boğaziçi’nde 20cm/saniye ( 720 m/saat.) hıza ulaşmaktadır. En yüksek alt akıntı hızı Bebek-Kandilli arasındaki derin alanda 70cm/saniye (2520m/saat) hıza ulaşmakta iken Çubuklu kuzeyinde boğaz kanalının genişlediği kesimde alt akıntının hızı yeniden düşmektedir. Alt akıntı boğaz tabanında aşındırma etkisi de göstermektedir.(3)

Rüzgar etkisi ile çok az rastlansa da alt ve üst akıntılar bazen birbirine karışarak girdaplar oluşturur, orkoz-orkos adı verilen tuz oranı yüksek ve farklı parlaklıkta alanlar ortaya çıkmaktadır. Orkoz deniz ulaşımında sorunlar yaratan bir olaydır.

Alt ve üst akıntı katmanları arasındaki karışım olayları da söz konusu. Alt akıntı boğazlar sistemine girmeden önce de yüzey tabakalarına karışıp geri dönmektedir.

Alt ve üst akıntıların türbülanslı ara katmanı Marmara Denizinde 10 metre gibi kalın tabaka halinde iken Karadeniz girişinde 2 metre gibi  katman kalınlığında olduğu belirtilmektedir.

İstanbul Boğazında Deniz Kazaları:

İstanbul Boğazı yoğun deniz trafiğinin yaşandığı su yoludur. 2018 Yılında 41103 gemi geçişine yol vermiştir. Bu gemilerden 23565’i kılavuz hizmeti alarak geçiş yapar.  Çeşitli yük, yolcu, canlı hayvan, petrol, likit gaz taşıyan ve savaş gemilerinin 200 metreden büyük olanlarının geçiş sayısı 2018 yılında 4106 olmuştur.(6)

Şehir Hatlarına ait geçişler ve balıkçı tekneleri de deniz ulaşımının diğer yandaşlarıdır. Bu kadar yoğun trafik beraberinde riskleri de taşımaktadır. Çoğu insan kaynaklı kazalar olmak üzere makine arızası ve çevresel etkenler de kazalara yol açmaktadır. Boğazdan geçen bir gemi boğazın büklümlerine uymak için 12 kez rota değiştirmek zorundadır. Kılavuz ücreti ödemeden kendi geçmek isteyen boğazın yabancısı kaptanlar çoğu zaman kazalara neden olmaktadır (7). 1979 Yılı Romen tankeri İndependenta kazası ve yangını (8) ile 1991 yılında 20.000 canlı koyun ile batan Lübnan bandıralı Rebunion-18 (9) en dikkat çekenler olmuştur. İstanbul Boğazı suları altında çok sayıda batık gemi enkazı bulunuyor (10).

Görsel 2 (İstanbul Boğazı’nda kaza)

Boğaz trafiğini olumsuz etkileyen faktörler şiddetli rüzgarlar ve bunun sonucu oluşan orkoz ile görüş mesafesini kısıtlayan sis olaylarıdır.

İstanbul’un Atık Suları ve Boğaz:

Boğaz alt akıntısı atık sular için doğal gider oluşturuyor. İleri arıtma  tesislerinden çıkan atık sular özellikle Paşabahçe derin deşarj hattı ile boğazın 72 metre altındaki alt akıntıya kıyıdan 450 metre açıktan  günlük 570.000 m³ arıtmadan geçmiş su basılmaktadır (11). Karadeniz’e yönelen alt akıntının % 10’luk bir kısmı üst akıntıya geçerek Marmara’ya geri dönebiliyor(12). Bu nedenle Boğaz’a boşaltılan atık suların mutlaka biyolojik arıtmadan geçmesi önemlidir.

Boğaz’da Balık Göçü:

İstanbul Boğazı; sıcaklığı ve tuzluluğu farklı denizleri bağlaması nedeniyle balıkların mevsimlik göç yolu durumundadır. Balıkçılık bakımından verimli olan boğazda çok sayıda balıkçı barınağı bulunmakta ve balıkçılık kooperatifi hizmet vermektedir.

Göçmen balıklar orkinos, palamut, lüfer, istavrit, zargana gibi türlerdir. Nisan sonunda Karadeniz’e geçen göçmenler Eylül’den itibaren tekrar Marmara Denizine yönelmektedirler (13).

İstanbul Boğazı’nın Enerji Potansiyeli:

Boğazda çift katmanlı akıntı söz konusu ise de  yoğun deniz trafiğinin yaşandığı üst akıntıdan enerji üretimi için yararlanmak olanaksızdır. Gemilerin etki alanından uzak  derindeki alt akıntıdan enerji üretmek amaçlı yararlanılabilir. Özellikle alt akıntı hızının yüksek olduğu  kesimin enerji üretimi için uygun koşullara sahip olduğu düşünülmektedir. Burada kurulacak deniz tabanı elektrik üretim tesisi İstanbul için yenilenebilir kaynak olma özelliği taşıyabilir (14).    Bu konuda olumsuz görüşler de ileri sürülmekte, uluslararası su yolu olması, boğaz derinliğinin gemi geçişlerine olumsuz etki yapabileceği, alt akıntı düzeninin  türbülanslı olabilmesi gibi görüşler de ileri sürülmektedir (15). Enerjinin önemli olduğu günümüzde bu konuda gerek teorik gerekse uzun süreli pratik  çalışma ve araştırmalara gerek duyulmaktadır. Boğaz alt akıntı sisteminin uzun zaman aralığında iyi araştırılması ile gerçek enerji potansiyeli ortaya çıkarılabilir.

Yararlanılan Kaynaklar

  1. Okay, A.I., Mater, B., Artüz,O.B., Gürseler,G., Artüz.M.L., ve Okay, N., “Bilimsel Açıdan Marmara Denizi”,  Barolar Birliği Yayını 119, Kültür Serisi 2, 2007. (Türkiye Barolar Birliği ve Sevinç-Erdal İnönü Vakfı)
  2. Oktay,F.Y., Gökaşan,E., İstanbul Boğazının Oluşumu, 65.Türkiye Jeoloji Kurultayı, 2-6 Nisan 2012.
  3. Gökaşan, E., Tur, H., Ecevitoğlu, B., Görüm.T., Türker,A., Tok,B., Birkan,H., İstanbul Boğazı deniz tabanı morfolojisini denetleyen etkenler:Son buzul dönemi sonrası aşınama izlerinin kanıtları, Hacettepe Üniversitesi Yerbilimleri Uygulama ve Araştırma Merkezi Dergisi, Yerbilimleri 27(3),143-161, 2006.
  4. Giray,D., Yelken Okulu, İstanbul Boğazı Akıntıları, Denizcilik Bilgileri,2013.
  5. Türker,A., İstanbul Boğazının Akıntı Rejimini Belirleyen Başlıca Etkenler, 6.Ulusal Kıyı Mühendisliği Sempozyumu, s.531.
  6. T.C.Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Denizcilik İstatistikleri, Türk Boğazları Gemi Geçiş İstatistikleri 2018 yılı. (genel geçiş, kılavuz, gemi tipleri )
  7. Oğuzülgen,S., Türk Boğazlarında Deniz Kazaları, Bahçeşehir Üniversitesi Türk Boğazları Uygulama ve Araştırma Merkezi, BAU TÜRBAM.
  8. Teknolojik Kazalar Bilgi Sistemi, Deniz Kazası Bilgileri, teknolojikkazalar.org, http://www.teknolojikkazalar.org/show_marine_accident/45f115f6212b6
  9. Teknolojik Kazalar Bilgi Sistemi, Deniz Kazası Bilgileri, teknolojikkazalar.org,  http://www.teknolojikkazalar.org/show_marine_accident/45f27024ac7fc
  10. Deniz Haber Ajansı, 23 Batık Gemi  İstanbul Boğazının Altında, www.DenizHaber.Com.tr https://www.denizhaber.net/
  11. Paşabahçe Atıksu Arıtma Tesisi ve Derin Deniz Deşarjı, 2009, http://www.suvecevre.com/yayin/545/pasabahce-atiksu-aritma-tesisi-ve-derin-deniz-desarji_16105.html#.XVqcpd4zbIU
  12. Koyuncu, İ., Türkiye’de Su yönetimi, ÇEKUD Röportaj Konuğu, https://www.cekud.org.tr/tr/turksyedesuyonetimi/
  13. Giray,D., Akdeniz’den Karadeniz’e Geçen Balıklar, https://yelkenokulu.com/balikcilik/marmara-baliklari/
  14. Tulgas, O., Demirören, A., Gören,Ö. ve Üstün Ö., İstanbul Boğazı’ndaki Akıntı Enerjisi Yardımıyla Elektrik Eldesi. http://www.emo.org.tr/ekler/ef560b7064c2e68_ek.pdf
  15. Siemens’in Elektrik Üretme Haberi, https://www.denizhaber.net/siemensin-elektrik-uretme-haberi-asparagas-cikti-haber-32593.htm

[1] Emekli Coğrafya Öğretmeni

Sakarı Değil, Sakarya Cennet Olsun


SAKARI DEĞİL, SAKARYA CENNET OLSUN

Prof. Dr. Nurfeddin KAHRAMAN [1]

Marmara, Karadeniz, İç Anadolu ve Ege coğrafi bölgelerinde 58.000 km2. lik su toplama alanına sahip Sakarya Nehri, 824 km. uzunluğu ile milli sınırlarımız içindeki en uzun üçüncü akarsuyumuzdur. Sakarya, kaynak bölgesinden ayrıldıktan sonra önce güneydoğu, sonra Ankara – Eskişehir il sınırı üzerinde kuzey, Orta Sakarya vadisinde batı, daha sonra da aşağı çığırında, kuzey-kuzeydoğu yönde akış göstererek Karadeniz’e ulaşır. Bu büyük nehir yatağının oluşum süreci, uzun sayılabilecek bir jeolojik geçmişe sahiptir.

Su toplama havzası, ülkemizin %7’sine yakın bir alanı içine alır. Sakarya, bu geniş sahada farklı iklim özellikleri gösteren sahalardan geçer. Nehir, yukarı çığırındaki  geniş, dalgalı düzlüklerde step, orta çığırını oluşturan Dağlık Frigya bölgesinin kuzeyinde Karadeniz, vadi tabanlarında ise Akdeniz, yüksek kesimlerde karasal, aşağı çığırında yükseltinin azlığına bağlı olarak Akdeniz, Karadeniz’e doğru yol aldıkça da Karadeniz tesirinin kuvvetlendiği iklim karmaşaları içinde denize ulaşır.  Nehir, aşağı çığırında Kuzey Anadolu Fay hattının oluşturduğu doğu – batı yönlü yapısal hatları lakayt bir şekilde keser. Yerkabuğu bloklarının yükseldiği kesimlerde derine doğru aşımın kuvvetli olmasına bağlı olarak dar ve derin boğazlar meydana getirmiştir. Geçitli, Darboğaz, Paşalar, Cambazkaya, Geyve, Mağara ve Akkum boğazları, Sakarya vadisinin gelişim hikayesini anlamak isteyenlere bu hikâyenin satırları olarak çok şey anlatır!.. Beraberinde sundukları göz alıcı manzaralar… Görmek isteyenlere de farklı bir dünyanın kapılarını aralar.

Sakarya Nehri, jeolojik anlamda da Anadolu coğrafyasının kadim nehirlerindendir. Nehrin yıl içinde taşıdığı su miktarı, zaman içinde değişmeler gösterse de; yıllık ortalama akımı (debi) 228 m3/sn.dir (Hoşgören, Y. Hidrografyanın ana çizgileri. İ. Ü. Ed. Fak. Yay. s. 57). Geçmişten günümüze geçen zaman içinde, nehrin beslenme açısından önemli kayıplar yaşadığını  söylemek mümkündür. Örneğin 1335 yılında İznik’ten Geyve’ye gitmek isteyen Tancalı (Cezayir) seyyah İbn-î Batuta, Pamukova batısındaki Mekece’de nehirden geçerek yoluna devam etmek niyetindedir. Fakat güçlü nehir, ünlü seyyahı atı ile sürüklemeye başlar. Yardımcıları Batuta’yı güçlükle  kurtarır. İbn-î Batuta bu nedenle Sakarya Nehri için “Sakarı” yakıştırmasını yapar (İbn-î Batuta seyahatnâmesinden seçmeler. 1000 temel eser MEB yay. s.47). Sakarı, Farsça’da “cehennem” demektir. Nehir yatağı çevresinde yaşayan insanlar da, günümüzde bu nehir  için “Sakar, Sakarı” derler (Deresakarı Köyü – Bilecik).

Uzun sayılabilecek bir zamandır Sakarya artık o eski gücünde değil. Orta Sakarya vadisindeki Geçitli Köyü önlerinde iki yıl önce paçaları sıvayıp nehri karşıdan karşıya geçtiğimde kendi adıma sevinmiş, Sakarya adına da cidden üzülmüştüm!

Gerçeği kabul edelim. Sakarya, artık o eskilerin anlattığı Sakarya’ya benzemiyor!.. Bizans’ın direnme  umudu, Osmanlı’nın kuruluş aşamasında rüyalarını süsleyen, yüzyıllar boyu çevresinde yaşayan insanlara suyu ve oluşturduğu alüvyal dolgulu topraklarla hayat kaynağı, I. Dünya Savaşı sonunda Anadolu’nun kurtuluşu için işgalcilere set olan bu nehir, artık geçmişte anlatılan Sakarya olmaktan hayli uzak görünüyor!..

Sakarya Nehri’ndeki değişmeleri, 1970’li yılların ikinci yarısından beri gözlemlediğimi söyleyebilirim. Geçen zaman içinde ne oldu da, Sakarya bu hale geldi? İşte böyle bir sorunun karşılığı olan gelişmeleri yakından görmek amacıyla Bilecik’in Osmaneli ilçesinden başlayan ve belirli etaplar halinde üç gün sürecek bir nehir seferi (ekspedisyon) yapmaya karar verdik. Gezinin ana teması da “Sakarya cennet olsun!..”  üzerine oturtuldu. Biri karayolu ile ekibi takip etmek, yedi kişi de bot ile seyahat etmek  üzere, sekiz kişi sıcak bir haziran sabahı yollara düştük.

29 Haziran 2019 günü Osmaneli’de, ilçenin batısında nehir üzerinde Bizans Dönemi’nde inşa edilmiş Taşkesiği Köprüsü önünde, bir gün önceden her türlü hazırlığını yaptığımız botumuzu suya indirdik.

Sabahın erken saatleri.

 Herşey dayanılmaz bir dinginliğin içinde ama Sakarya boz bulanık suları ile hayli coşkulu…

Bizi uğurlamaya gelenler ilçenin yöneticileri ve az sayıda basın mensubu. Ruhumuzu okşayan güzel sözler söylemeye çalışıyorlar ama bir taraftan da gözleri uzun zamandır böyle coşkulu akış göstermeyen Sakarya Nehri’nde!.. Sakarya o gün olmadığı kadar yatağını doldurmuş. Kahverengi tonlardaki suyu,  girdaplar yaparak köprü kalıntıları arasında gürültülü şekilde akıyor.  Belli ki yukarı kesimlerde yoğun sağanaklarla aşırı beslenmiş, bol miktarda erozyon malzemesi taşıyor.

Vedalaşma faslını bitiren ekip elemanları sıra ile bota atlıyor. Ekibin son elamanı bota bindiğinde bizi Karadeniz kıyılarına ulaştıracak botumuz, artık Sakarya’nın boz bulanık suları arasına sürüklenmeye başlamıştı bile.

İlk anlarda, nehir seferimizi belgeleyecek olan kayıt cihazlarımızı rahat kullanabileceğimiz şekilde bir oturma düzeni oluşturduk. Bunu takiben herkes görevinin gereğini yerine getirme telaşında küreklere asıldık. Artık ekip elemanlarının günlerdir haylini kurdukları işin içindeydik. Botla bir akarsuda seyahat etme konusunda içlerinde en tecrübeli olan bendim. Söylediklerim harfiyen yerine getirilmeye çalışılıyor. Ekip, ilk etabın daha başlarında, bu işi en iyi şekilde yapabilme samimiyeti içinde olduğunu belli ediyor. Buna seviniyorum.

Sakarya Nehri, Osmaneli batısında İznik’e giden karayoluna paralel şekilde uzanan yatağında iki taraftan ağaçlıkların oluşturduğu gölgeler arasından ölgün bir akışla, Göksu Çayı’nın katıldığı noktaya doğru süzülüyor. Başlangıçtaki coşkusu yok. Kıpırtısız yüzeyi ile iki taraftan yatağı kuşatan ağaçların hafif rüzgârda yarattığı uğultu ve kuş sesleri, tamamen nehrin boz bulanık sularına odaklanmış duyu organlarımızın harekete geçtiğini işaret ediyor!..

Herşey hayallerimizin ötesinde güzel. Gözlerimizi yoran nehir kıyılarında ağaç dallarına, çalılıklara takılmış katı atık kirliğine delil oluşturan çöpler. Nehir, o günlerde ne kadar bol su taşısa da, su kirliği kimsenin dikkatinden kaçmıyor.

İlgi odağımız, yatak kenarlarındaki dallarda, kaya çıkıntılarında pineklemiş, nehirde en ufak hareketi dikkatle izleyen az sayıdaki balıkçıllarda.

 Cambazkaya Boğazı’ndaki etabımız boğazın çıkışına doğru Osmaneli İçmeceler’ inde sonlandırıldı. İznik – Yenişehir depresyonları arasında doğu – batı doğrultuda uzanan Katırlı Dağları’nı Sakarya’nın binlerce yıl boyunca binbir emek ve güçlükle kazarak açtığı boğazın manzaraları, buraları bilen bir yerbilimcinin nazarında destansı bir hikayedir…

 Düşünün!..

 Dinozorlar karalarda cirit atarken Pamukova’ya açılan boğazın bulunduğu engebeli saha derin bir okyanusun büyük derinliklere inen kıta yamacıydı!

Yolculuğumuz Pamukova’da kirlilikten payını almış sularda can sıkıcı olsa da, bağıra çağıra sürdü. Eşzamanlı kürek çekmek, nehrin tembel akışlı yerlerinde yol almak adına önemli. Zaman zaman kürek çekme yeri konusunda nöbetleşiyoruz. Arada birbirimizi ikaz etmek gereği duyuyoruz. Aynı anda kürek çekebilmek adına tempo tutuyoruz.

Buralarda Sakarya, düzlükler içinde akmıyor! Adeta sürünüyor. Böyle anlarda şairin, “Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya” dizeleri, yol boyunca hafızamda tazeleniyor!

İlgimiz daha çok Pamukova’yı çevreleyen dağlarda. Uzaklara bakmak hayallerimizi sonsuzlaştırıyor belli ki. Gözlerimizi nehre çevirdiğimiz yerler, daha çok yatak kıvrımlarının dönüş kısımları oluyor. Belki yeni bir şey, farklı bir manzara göreceğiz umudundan olsa gerek o anlarda ekip elemanlarının bakışları nehre ve insan eli ile tahrip edilmiş yatak kenarlarına odaklanıyor.

Geyve Boğazı’nın başlangıcındaki Alifuatpaşa’ya girişimiz işte bu ahvalde oldu. Karşımızdaki II. Beyazıt Köprüsü bile kimseyi heyecanlandırmadı!

Botumuzu çekecek yer bulmakta zorlandık. Karaya çıktığımızda ilk anda kimseyi de bulamadık. Bir ilkokulun bahçesine yönlendiğimde, kalabalık bir toplulukla karşılaştık.  Düğün varmış. Bizi bekleyenlerde orada. Selamlaştıkça karşılama grubu büyüdü. Basın açıklaması yapıldı. Sorular soruldu. Günün anısına fotoğraflar çekildi. Kaymakam Bey’in davetine icabet edince de, ekip olarak oldukça kalabalık bir toplulukla Geyve merkezine yemeğe katılmak zorunda kaldık.

Nehir yolculuğumuza devam etmek üzere döndüğümüzde, karşılayanlar arasındaki bir grup tarafından Geyve Boğazı’ndaki Dereköy’e davet edildik.

Davet edenler köy sakinleri. Anlattıklarına bakılırsa, köyleri çevresinde yapılan çalışmalardan çok dertliler. HES ve oluşan gölet, köyleri çevresinde yapılan demiryolu tünelleri, sarp yamaçlarda açılmış hafriyat ocakları, sular altında kalan arazileri, dengesizleşen doğal ortamlarından şikayetleri derin boğaza sığmıyor anlaşılan!

Köye uğradık. Kişisel kanaatime göre de, köyde durum iyi değil. En azından taşkın riski yüksek bir yerleşme burası. Notlar alıp, Dereköy’den ayrıldık. Alifuatpaşa’ya dönerek botumuzu bize eşlik eden araca yükledik.

Geyve Boğazı’nı araçla geçtik. Hidroelektrik santrallerinin setleri ve oluşan göletler, su seviyesinin üzerinde düzensiz ve sık dağılmış kurumuş ağaç gövdeleri, acil durumlarda karayolundan yardım almanın oluşturacağı güçlükler, bu kararın alınmasına sebep olmuştu.

Sakarya Nehri’nin Adapazarı (Akova) Ovası’na açıldığı Geyve Boğazı çıkışında, çok sayıda kum ocağı bulunur. Yıllardır kum alımları dolayısıyla nehrin yatağında meydana getirilen tahribat, kelimelere sığmaz ölçülerde. Özellikle boğaz çıkışındaki Karaçam ile daha kuzeydeki Kumbaşı köyleri arasındaki kısımda yatak, tamamen beşeri müdahalelere bağlı olarak belirlenmiş. Oluşturulan yapay setler, sırt ve tepeler arasında Sakarya kendisine çizilen rotasında akmaya çalışıyor. Daha doğrusu var olma savaşı veriyor.

Burası Kuzey Anadolu Fay Zonu’nun en hareketli olduğu kuzey kolu üzerinde. Her zaman deprem riski var. Merkez üssü burası olabilecek büyük bir depremde Sakarya Nehri kum alımları ile kararsızlaştırılmış yatağında, böyle bir depreme nasıl tepki verir? Bunu düşünen oldu mu acaba?  Düşünen olsaydı, kuruluşumuza ve kurtuluşumuza destan yazdıran Sakarya, bu hallere getirilir miydi diye düşünmekten insan kendini alamıyor.

Yatak çevresinde rastgele oluşturulmuş çok sayıda göl var. Bazı göl alanları yatakla iç içe. Havadan çekimler yaparak ortaya çıkan tabloyu daha net görmek istiyoruz. Bu kesim, Sakarya Nehri’nin Geyve Boğazı’ndan Adapazarı Ovası’na açıldığı kısımda oluşturduğu bir delta. Denilebilir ki, nehir Karadeniz’e varmadan önce ilk deltasını burada meydana getirmiş. Bu nedenle kum ocağı işletmeleri burada yoğunlaşmış. Kum, çakıl depolarının yarattığı engebeler içinde yürümek, bir kırgıbayır topografyasında yürümekten daha zor.

Birbirini takip eden sırtlar, tepeler arasında Sakarya’yı buluyoruz!..

Akışı, akış değil.  Bitkin…

Rengi renk değil. Küskün!

Yıllar önce Doğu Karadeniz’in delikanlı nehri Çoruh’u böyle bulmuş, içimdeki hüznü, “keşke bu ellere gelmez olaydım, seni bu hallerde görmez olaydım” ağıtı ile dillendirmiştim. Ölgünlüğü, kırgınlığı, durgunluğu ile Sakarya’ya önümde daha bir acılı, daha bir mey sesli ağıt bekliyor!

Hoş ya! Sakarya’nın içine düştüğü hallere yanan yüreğimi, ağıtlar bile söndüremiyor.

Kirlilikten yüzüne bakılır gibi değil!

Ama kendisine yüzyıllar önce yakıştırılmış olan “cehennem” yerine, afacan ama bir o kadar da eli yüzü kir pas içinde bir çocuğun esintileri var akışında. Arada nazlı bir süzülüşü, sizi ona karşı ısıtıyor. Sakarya bu… Deli doluluğu her zaman olur! Üzüntülüyüm. Arkadaşlarıma bakıyorum. Hiç kimse birbiri ile konuşmuyor. Belli ki geçmişteki Sakarya’yı arıyorlar!

Tası tarağı topladık. Ekipte herkesin suratı asık. Bilinmez bir elden tokat yemiş, nehirden kaçarcasına arabamıza koştuk.

Kurtulduk mu?

Adapazarı Ovası düzlüklerinde Sakarya’yı nerede bulduysak, o kirli yüzüyle bizi karşıladı. Yola çıktığımızdan beri delik deşik edilmiş dağlarımızı, çöp yığınlarına boğulmuş ormanlarımızı, zehir akıtan akarsularımızı gördükçe, tarifsiz ıstıraplar içinde gönlümüz bitap düştü…

Sakarya’nın yarattığı hayal kırıklıkları içinde akşam saatleri Adapazarı merkezindeki Sakaryapark’a ulaştık. Karşılayanlar, program gereği verilen saatte oraya varmış olmamıza hayret ediyorlar. Herhalde nehir hakkında fazla bilgi sahibi değiller. Zorlu bir yolculuk yapacağımızı sanıyor olmalılar. Oysa Sakarya o eski şöhretini yatağını kuşatan kum ocaklarına kurban vererek, kendisine çizilmiş kadere de razı olarak uysallaşmış, sıradan bir su akıntısına dönüşmüştü. Artık onun kumundan başka sermayesi yoktu. Belki de insanlar bu yüzden Sakarya ile ilgilenmiyorlardı. Koca kent Adapazarı’nda, “Süs Bitkileri, Kanarya Sevenler Dernekleri” vardı ama bir tane bile Sakarya sevenler derneği bulunmuyordu!..

O akşam Adapazarı’nda Sakarya valiliğinin misafiri olarak kaldık. Uzun bir günün yorgunluğu üzerimizdeydi. Ama ilk günün sonunda duyduğumuz gönül huzuru her şeye değerdi.

Ertesi sabah Adapazarı Ovası’nın kuzey kenarına yakın Aktefek Köprüsü’nden yol devam etme kararı aldık. Kararlaştırdığımız noktada botumuzu nehre indirdiğimizde, etrafta kimseler yoktu. Nehir bizi bekler gibiydi. Hiç zorlukla karşılaşmadan kendimizi Sakarya’nın dinginliğine bıraktık…

Mağara Boğazı’nı geçerken nehrin sunduğu görüntüler karşısında yorgun düşmüş gönlümüz, yamaçları süsleyen ağaç denizini çağrıştıran manzaralarla avunmaya çalışıyor. Kıyıda rastladığımız insanlarla el kol hareketleri eşliğinde anlaştığımızı zannederek, Sakarya’nın içinde bulunduğu durumun gönlümüzde yarattığı hüznü dağıtma derdindeyiz. Bir yağmur serinliğinde ıslanmamız bile hiç kimseyi ferahlatmıyor belli ki!

Sakarya akıyor!.. Olup bitene aldırmadan yeni bir büklümün önünde sanki bilinmez bir aleme sürüklüyor bizi. Adatepe ilerisinde nehir kenarında tarlasında uğraşan bir grup insan, işlerini bırakıp nehir de suyun akışına kapılmış botu ve ekibi izliyor. El sallıyoruz. Karşılık verip, çaya davet ediyorlar. Bağıra çağıra teşekkür edip yüzümüzden yansıyan gülümsemeleri onlara yöneltiyoruz.

Çevrede yeşillikler içindeki sırt, tepe yamaçlarında kırmızı kiremitli, beyaz badanalı tek tek veya kümeler halinde evler… Tıpkı ünite dergilerindeki bir çizerin kaleminden çıkmış manzaralar. Ötelerde durgun su yüzeyinden yansıyan güneş ışınlarının ağaçlardaki şavkından oluşan ışık oyunları. Kuş sesleri dışında sükûnete boğulmuş bir dünyanın orta yerinde, nehir suyunun keyfi akışına kapılmış sürükleniyoruz. Huzur dedikleri bu olsa gerek. Gönlümüzü burkan görüntüler yok dediğimiz demler… Yükseklerde, bölüğünü arayan bir kuşun belli belirsiz çığlıkları… Altımızda her şeye kayıtsız akışını sürdüren Sakarya.

Sakarya Nehri’nde sürüklenme ile birlikte zaman da akıyor. Akşam saatleri. Gölgeler dönüyor. Kirli suyun rengi gri tonlardan ancak güneş ışınlarını yansıttığı yerlerde kırmızıya kayarak değişmeler gösteriyor.

Gölgeler dönüyor. Döndükçe uzuyor. Akşamın yorgunluğu, soluk ışıkla birlikte ekip elemanlarının yüzünden yansıyor. Sükûnet her yanı sarmış. Gözlerim nehri kuşatan akkavaklar, söğüt dalları üstünde.

Nana’yı arıyorum!.. Botumuzun yanından geçen bir plastik bidon parçası, “adeta kendine gel” der gibi! Bu suda Nana olur mu? Çelişkiler, hayallerimi prangalıyor.

Kamp kurduğumuz kıyıda akşamın dinginliğinde yürüyorum. Sükûnet, her yana hakim. Sakarya Nehri üzerine anlatılan onlarca efsane arasında aklımda en kalıcı olanı, su perilerinin en güzeli olan Nana’nın bu nehir sularında yaşadığı! Gerçekle hayaller arasında gidip geliyor düşüncelerim. Bir yanda insan hoyratlığının pençesinde kıvranan Sakarya, öbür yanda böyle olmamalıydı diyen mantığım. Bir çıkış olmalı Sakarya başta olmak üzere bütün doğal ortam unsurlarımız için…

Ertesi gün bir gecelik kamp alanımızı geride bırakarak tekrar Sakarya’ya dönüyoruz. Kavak söğüt gölgeleri altında nehrin sularında sürükleniyoruz. İki taraftan ağaçlarla kuşatılmış yatağında nehir yine dingin. Yıllar sonra kendisine gösterilen ilgiden mutlu mu, onu kestirmek zor!

Önümüzde yoğun ağaçlıklarla kuşatılmış sarp yamaçlar var. Gürgen, ıhlamur, kestane, yer yer çam toplulukları arasına serpilmiş maki elemanlarından oluşan bir cenk meydanı gibi gözlerimiz önündeki sırtın yamaçları. Doğuya doğru sürüklenirken biraz ileride ani bir dönüşle kuzeye yönleniyoruz. Artık Sakarya ağzına yakın bir noktadayız. Altından geçtiğimiz yamaçlar, tropikal yağmur ormanlarını andıran manzaralar içinde.

Sonunda Sakarya’nın geniş bir haliç halinde denizle vuslata erdiği Yenimahalle’ye ulaştık. Bizi karşılayanların el sallamaları, bağırtıları içinde işaret edilen bir tekneye yanaştık. Botumuz tekneye çekildi. Güverteye çıkanların gözleri, geldikleri nehir yatağı ile nehrin denize kavuştuğu ağzı arasında gidip geliyor.

Üç gün süren bir çabanın sonunda başarmıştık!.. Bunu herkesin başarabileceğini kanıtlama konusunda gösterdiğimiz çaba, istediğimiz şekilde noktalanmıştı ama…

Kafamda onlarca soru ile birlikte.

1973 yılında yayımlanan bir istatistiğe göre, Türkiye tatlı su zenginliği en yüksek olan Avrupa ülkeleri arasında üçüncü sırada yer alırken bu zenginliğimiz geçen zaman içinde ne yazık ki kendi elimizle yok edildi. Artık bu zenginlikten bahseden bile yok. Oysa ülkemiz coğrafi açıdan bir Orta Doğu ülkesi olarak biliniyor. Orta Doğu aynı zamanda kuraklığın coğrafyasıdır. Düşünebilir misiniz, hem kuraklığın coğrafyasında bir ülke olacaksınız ama aynı zamanda siyasi açıdan, su zengini olarak bilinen Avrupa ülkeleri içinde üçüncü sırada bulunacaksınız. Ne müthiş bir zenginlik!

Su, medeniyettir. Bir ülkede kişi başına tüketilen su miktarı, aynı zamanda kalkınmışlık ölçüsüdür. Bizde kişi başına düşen tatlı su miktarı, yıllar geçtikçe azalıyor. Örneğin 1990’lı yıllarda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 3000 metreküp idi. Bu miktar, 2017 yılında1386 metreküpe düşmüştür. 2030’lu yıllarda 1000 metre küpe, 2040’lı yıllarda ise 700 metreküplere düşmesi beklenmektedir. Su konusunda çalışmalar yapan DSİ, bu istatistikleri öngörüyor.

Unutmayalım ki, bir ülkede kişi başına düşen yıllık tatlı su miktarı, 8000 metreküpten fazla ise o ülke su zenginidir. Bu değer 2000 metreküpten az ise o ülkede su azlığı çekiliyordur. Eğer bu miktarlar 1000 metreküpten az ise o ülke, su fakiri bir ülke olarak kabul ediliyor (Akbulak, Y. SPK. Dünya.com).

Gelin Sakarya’yı güncel ihtiraslarımızın kurbanı yapmayalım. Onu çocuklarımıza bırakacağımız en aziz miraslarımızdan biri haline dönüştürelim. Bu, çok zor bir şey olmasa gerek. Unutmayalım ki; başardığımız gün, Sakarya bizim için cennet olur.

Teşekkür

Sakarya cennet olsun temalı nehir gezimize maddi ve manevi her türlü desteği veren Sakarya Valiliği’ne ve Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi yöneticilerine teşekkür ederiz.

Foto: Bot gezisinin başlangıcı. Osmaneli (Bilecik).

Foto: Sakarya Nehri’nin Karadeniz’e ulaşmadan önce katettiği Akkum Boğazı çıkışı.

Foto: Geyve Boğazı çıkışındaki Karaçam ve Kumbaşı köyleri arasında kum ocakları ve Sakarya Nehri.

[1] Prof. Dr. Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü