Doğal Kaynak Olarak Karbondioksit

 

DOĞAL KAYNAK OLARAK KARBONDİOKSİT: ÜRETİMİ VE TÜKETİMİ

Ahmet AYDOĞMUŞ [1]

    Bir karbon ve iki oksijen atomundan oluşan, havadan 1.53 kat ağır, renksiz, kokusuz, yanmayan, ekşimsi, suyla karışınca karbonik asit oluşturan bir gazdır. Zehirli değildir. Havadaki oranı %30’u geçtiğinde solunumu ve oksijen alımını engellediği için boğucu ve ölümcül olmaktadır  (1).

   Havadan ağır olduğu için havalandırma yapılamayan kuyularda ve maden ocaklarında birikebilmektedir. Basınç altında sıvılaşır. Gaz olarak 1 atmosfer basınç ve 0°C sıcaklıkta yoğunluğu 1,97 kg/m³, sıvı olarak da -56°C sıcaklıkta 1,77 kg/dm³ yoğunluktadır (2).

   Atmosferde ortalama değer olarak % 0,035 oranında bulunur. Bu oran yer ve zamana göre değişmektedir. Karalar üzerinde yüksek, denizler üzerinde düşüktür. Gece yüksek, gündüz düşüktür. Şehirler çevresinde yüksek, kırsalda düşüktür. Küresel iklim değişikliğinin önemli bileşeni, sera gazlarından biridir. Karbondioksit oranı arttıkça yeryüzünün ortalama sıcaklığı artmakta, oranı azaldıkça da soğumaya neden olmaktadır.

   Bitkiler karbondioksit alarak fotosentez yapar, yan ürün olarak oksijen üretir. Hayvanlar ise oksijen alarak solunum yapar. İnsanın solunum yolundaki havanın karbondioksit oranı %0,03 iken solunumla atılan hava içerisindeki karbondioksit oranı % 3,6 olmaktadır (3).

   Biyokütle ve fosil yakıtların yanması sonucunda da atmosfere karbondioksit salınmaktadır. Küresel iklim değişikliğinde çok önemli etken olan karbondioksit oranı 1880 yılında 290,8 ppm iken 2021 yılında 418,2 ppm değerine ulaşmıştır (Anadolu Ajansı). 30 Temmuz 2023’de ölçülen değer ise 421.61 ppm’dir. Fosil yakıtların yoğun kullanımı bu değeri yükseltmiş ve küresel iklim değişikliği gündeme gelmiştir. Karbondioksit üretimi baca gazlarından, kimyasal reaksiyonlardan, fermantasyondan ve doğal kaynaklardan elde edilmektedir (4).

Tablo 1. Mauna Loa’da haftalık ortalama karbondioksit değerleri ( https://gml.noaa.gov/ccgg/trends/weekly.html )

   Doğal karbondioksit serbest gaz olarak volkanik bölgelerden, aktif fay hatlarından çıkar. Çözünmüş gaz olarak da jeotermal sularda ve kaynak sularında bulunur. Doğal karbondioksit dört kaynaktan gelmektedir. Bunlar magmatik, metamorfik, jeotermal ve sedimanter kökenli kaynaklardır. (4).

   Dünyada ve Türkiye’de doğal karbondioksit üretim ve tüketimi artış göstermektedir  tüketimde en büyük payı kimya sanayisi almaktadır. Petrol çıkarılması, kurubuz üretimi, gazlı içecek üretimi diğer kullanım alanlarıdır. Ayrıca yangın söndürme cihazlarında, seracılıkta, kaynak makinelerinde ve tıp alanında da kullanım alanı bulmuştur. (1).

   Sağlık Alanında Karbondioksit

   Karbondioksit gazı sağlık sorunlarına neden olabilmektedir. Türkiye’de binlerce noktadan atmosfere gaz çıkışları olmaktadır. Bunun bir örneği Van İlimizin Çaldıran ilçesinde yaşanır. 240 konut içinde yaşayan insan ve hayvanlar  etkilenir. Yapılan sondajlarla gaz çıkışları kontrol altına alınır. Gazlı 240 konutun sayısı 37’ye düşer. Sorunun çözülemediği 14 konutun da yerinin değiştirilmesi teklif edilir (1).

   Sağlık kuruluşlarında teşhis ve tedavi amaçlı da karbondioksitten yararlanılmaktadır. Böbrek yetmezliği olan hastalarda damar görüntülenmesinde bazı kontrast maddelerin yerine kullanılmaktadır.  Ayrıca karın bölgesinin görüntülenmesinde de kullanılıyor, reaksiyona girmeyen bir gaz olan karbondioksit vücuttan kolayca atılmaktadır. Laparoskopik ameliyatlarda karın bölgesi karbondioksit gazı ile şişirilerek operasyon kolaylaşmaktadır (6).

   Karbondioksitin değişik oranlarda etilen oksitle ile karışımı ameliyat tıbbi malzemeleri, şırınga, iplik, önlük, örtülerin sterilizasyonunda kullanılır (lindegazmarket.com/).

   Tarım Alanında Karbondioksit

   Bitkiler fotosentez için karbondioksit kullanır. Yapraklardaki stomalardan alınan gaz, su ile birlikte ışık enerjisi kullanılarak besin ve oksijene dönüştürülür. Ortamdaki karbondioksit değeri fotosentez hızını etkiler. 150 ppm’de bitkiler ölmeye başlarken, 10.000 ppm’de  de bitkiler yaşayamaz. 1200 ppm değeri en iyi gelişimi sağlar. Seracılıkta bu gaz araştırma konusudur.  Sera içerisinde atmosferik karbondioksit gaz değerini yükseltmek için doğal gübrenin  fermantasyonundan yararlanılır. Fosil yakıtlar yakılarak gaz artışı sağlanırsa da birçok zararlı gaz da ortama yayılacağı ve pahalı olacağı için önerilmemektedir.  Üzerinde küçük delikleri olan borularla sıvı karbondioksit dağıtılması ve katı kurubuz kalıplarının kırılıp kaplara konularak gaz artışı sağlanabilir. Bu işlemlerde gaz çıkışını kontrol altında tutmak da sorun olabilmektedir.

   Sonuç olarak seralarda 1000-1200 ppm dolayındaki karbondioksit düzeyi bitki gelişimi ve turfandacılık için uygun olarak ifade edilmektedir  (8).

   Gıda Sanayinde Karbondioksit

  Genellikle gaz halinde kullanılmaktadır. Gıda maddelerinin uzun zaman bozulmadan korunması, depolanması, taşınması ve tazeliğinin korunmasında katı karbondioksit-kurubuz kullanılır. Soğutma kapasitesi çok yüksektir, küflenme ve bakteri oluşumunu engellediği gibi ürünün nem kaybını da engeller, buruşma ve büzülmeleri önler (1).

   Gazlı içeceklere, maden suyu, kola, bira gibi içeceklere eklenen karbondioksit gazıdır. Dondurulmuş gıdalarda, meyve sebze ve çiçeklerin korunmasında, çabuk bozulabilen maddelerin paketleme tazeliğinin korunmasında, dondurma, süt ve tereyağı üretiminde kullanılır (4). Uçaklarda, gemi ve trenlerde ikram edilecek yiyecek ve içeceklerin servis zamanına kadar bozulmadan saklanması kurubuz ile mümkün olmaktadır (10).

   Yaz aylarında taze balığın korunma ve taşınması da kurubuz ile mümkündür.  Böcekleri öldürmek için kuru gıdaların saklandığı silolara karbondioksit gazı pompalanır.

   Karbondioksitin Diğer Kullanım Alanları

  • Sahne şovlarında ve müzik programlarında sis efekti oluşturmak için,
  • Spreylerde itici gaz olarak,
  • Yangın söndürme tüplerinde,
  • Otomobil hava yastıklarında,
  • Petrol kuyularında kalan koyu kıvamlı petrolü çıkarmak için basılan karbondioksit akışkanlığı artırarak çıkarımı kolaylaştırır,
  • Gazaltı kaynak makinelerinde,
  • Üre gübresi üretiminde,
  • Kurubuz tanecikleri ile metal yüzeylerin temizlenmesinde,
  • Patlayan şeker üretiminde,
  • Kahvenin kafeinini gidermede kullanılmaktadır.
  • Yapay yağış oluşturmanın bir yolu da kurubuz parçaları ile bulutların tohumlanması için uçaklardan bulutlara serpilmesidir.

   Kurubuz-Katı Karbondioksit

   Sondaj ile açılan kuyulardan üretilen ve jeotermal sulardan ayrıştırılan gaz saflaştırıldıktan sonra basınç ve düşük sıcaklık koşullarında sıvılaştırılır.  Yatay veya dikey yalıtımlı, içten soğutmalı tanklarda depolanır. Yüksek basınç ve düşük sıcaklık koşullarında taşınır. Kurubuz fabrikasına getirilen sıvı karbondioksit özel tanklara boşaltılarak üretimde kullanılır.  Sıvı karbondioksitin üzerindeki basınç  kaldırılıp  delikli bir sistem yoluyla normal atmosfer basıncında  genleşirken kendini dondurur, kar ve buz parçacıklarına dönüşür. Bu parçacıklar özel yöntemlerle sıkıştırılarak blok, pelet ve nuget gibi şekillerde satışa sunulur. Strafor kutularla taşınır. Katı olan kurubuz süblimleşerek gaz haline geçerken çok yüksek soğutma özelliğine sahiptir ve ortama karbondioksit gazı salar (1). Bu nedenle zaman içerisinde kütle kaybeder. Beyaz renkte ve kokusuzdur. Hava içindeki ısıyı düşürerek  havadaki su moleküllerini soğutup sis oluşumuna neden olur. Düğünler ve sahne sanatlarında sis efekti oluşturmak amacıyla da kullanılmaktadır.

   Gaz hale geçerken kalıntı bırakmaz, zehirli değildir fakat yoğun soluma ile oksijen alımını engeller. Kurubuz  cilde temas ettiğinde don ısırığı oluşturur, bu nedenle eldivenle dokunulmalıdır.

   1925 yılında ABD’de ticari ürün olarak satılmaya başlayan kurubuz, günümüzde doğal karbondioksitten üretilip birçok alanda tüketilmektedir.

  Türkiye’de Karbondioksit Aramaları

   Dünyanın tektonik yönden hareketli alanları doğal karbondioksit  varlığı bakımından zengin alanlardır.  Fay hatları ve volkanik etkinliklerin bulunduğu Türkiye  zengin kaynaklara sahiptir. Yeraltı suları, jeotermal sular ve sondajla açılan kuyulardan üretim yapılır. Binlerce noktadan milyonlarca ton karbondioksit atmosfere geçmektedir (11).

   Doğal karbondioksit çıkışları eskiden beri bilinmektedir. Dünyanın manto katmanından kaynaklandığı için tükenmez bir kaynak olduğu düşünülmektedir. Sadimanter kökenli olduğu düşünülen karbondioksit sahası Siirt-Dodan’da bulunuyor. Yöredeki ağır petrolün çıkarılmasında kullanılacaktır. Türkiye’de doğal karbondioksite yönelik araştırmalar 1939’da başlatılır. Günümüzde arama çalışmalarını MTA Genel Müdürlüğü yapmaktadır. Üretim, 1986 yılında kurulan bir tesiste başlar (1).

   Artan nüfus ve kentleşme, hazır gıda sanayinin hızla büyümesi karbondioksit pazarının da büyümesine neden olmuştur.  Türkiye’de farklı kaynaklardan üretilebilecek karbondioksit potansiyeli TC Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Kuzeydoğu Kalkınma Ajansı (KUDAKA, 2021) sayfasında yayınlanan raporda yer almaktadır.
( https://www.kalkinmakutuphanesi.gov.tr/assets/upload/dosyalar/erzincan-ili-sivi-karbondioksit-isleme-tesisi-on-fizibilite-raporu-2021.pdf  Tablo-3 sayfa 8, Tablo-4 sayfa 10, Tablo-5 sayfa 10 ve 11 ) 

Resim. Kurubuz  https://eurekaoxygencompany.com/2017/09/15/what-is-dry-ice/

    Kaynaklar

  1. Gönenç Osman.,Karbondioksit ve Türkiye’de Karbondioksit Aramaları, MTA Genel Müdürlüğü, Ankara 1990.
  2. Erzincan İli, Sıvı Karbondioksit İşleme Tesisi, Ön fizibilite raporu, TC Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Kuzeydoğu Kalkınma Ajansı, KUDAKA; 2021.
  3. Koz Mitat., Solunum Sistemi Fizyolojisi, https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/8351/mod_resource/content/1/9.Solunum%20fizyolojisi.pdf
  4. Karbondioksit, (http://www.guneydogalgaz.com/tr/uretimler/karbondioksit-co2)
  5. Dünya CO2 ppm değeri, https://gml.noaa.gov/ccgg/trends/weekly.html
  6. Gümüş Burçak.,Tıp Alanında CO2, https://drburcakgumus.com/tedaviler.php?id=20
  7. Karbondioksit ve Sağlık, https://www.habas.com.tr/uploads/files/MSDS/Karbondioksit%20Medikal.pdf
  8. Tezcan Ahmet, Atılgan Atılgan ve Öz Hasan., Seralarda CO2 Düzeyi, CO2 Gübrelemesi ve Olası Etkileri
    https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/308765
  9. Karbondioksitin Ticari ve Endüstriyel Kullanım Alanları Hangileridir?
    https://www.atlascopco.com/tr-tr/compressors/wiki/compressed-air-articles/carbon-dioxide-uses
  10. Kurubuz, https://en.wikipedia.org/wiki/Dry_ice
  11. Yılmaz Hazım., Ülkemizde Doğal CO2 Çıkışlarının Çevre Üzerindeki Etkileri,Bilim ve Teknik Dergisi,Temmuz 1990, sayı 272
  12. Erol Oğuz., Genel Klimatoloji, Havadaki CO2, sayfa 23.
  13. https://www.seralgaz.com/karbondioksit.php
  14. Yılmaz Hazım., Ülkemizde Doğal Karbondioksit Potansiyeli ve Yasal Durumu.
    https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/1cdd433a18e3949_ek.pdf?dergi=HABER%20B%DCLTEN%DD

Not: Ankara İvedik OSB’de üretim yapan Başkent Kurubuz AŞ yetkililerine teşekkür ederim.

[1] Emekli Coğrafya Öğretmeni, ANKARA

Kıtaların Kayması ve Canlı Dağılımına Etkisi

 

Kıtaların Kayması ve Canlı Dağılışına Etkisi

Cansu Çulha[1]

Giriş:

Dünyayı güneş sistemi içerisinde yer alan öbür gezegenlerden farklı tutan en önemli hususlardan biri, kıtaların kayması ya da diğer adıyla levha tektoniği aracılığıyla sürdürülen jeolojik evriminin var olmasıdır (Polat, 2016). Dünyamızdaki bu jeolojik olayların geneli, levha sınırlarında oluşan fiziksel ya da kimyasal olaylardan etkilenme yoluyla meydana gelmektedir. Bu etkileşimler sonucunda yeni dağ sıraları ve adalar oluşurken; Asya ve Hindistan kıtalarının birleşimi gibi kıta birleşimi ya da Afrika ve Güney Amerika kıtalarının ayrımı gibi kıta ayrımı da gerçekleşmektedir. Ayrıca Alaska ve Batı Kanada gibi de bazı adaların kıtalara ek olarak yerleştiği de görülmektedir (Polat, 2016).

Levha sınırlarında oluşan bu olaylar neticesinde, canlıların yer aldığı coğrafik ortam diğerleri ile ilişkisi kesilmekte veya oluşan yeni ilişkiler ile canlılarda göç etme durumu görülmektedir. Yaşanılan coğrafik ilişki kesintileri, göç etmeleri ve ortam değişikliği, türlerin bazılarının yok olmasına ya da yeni türlerin meydana gelmesine sebebiyet vermektedir (Polat, 2016).

Jeolojik Evrim ile Canlı Dağılışı:

Paleozoik sonları ile mezozoik döneminin başlarında var olan Süperkıta Pangea’nın parçalanmaya başladığı süreçte, okyanusal alanları genişlemiş ve Orta ve Güney Atlantik okyanusunun gelişiminin yanı sıra Kuzey Atlantik oluşumu da başlamıştır. Bu süreç içerisinde Kuzey Amerika’da yer alan büyük iç deniz kurumuş ve Grönland’da Amerika kıtasından ayrılmıştır ve Güney yarım kürede Gondwana kıtası parçalanmalara devam etmekte ve Avustralya bu kıtadan ayrılmıştır. Bu değişiklikler gerçekleşirken ormanların geneli, güneyde yer alan kıtalarda; tropikal ve yarı tropikal yağmur ormanları ise ekvator çevresinde yer kaplamıştır. Bu bölgelerin yanı sıra kuzeyde daha soğuk alanlarda çam ormanları yayılış göstermiştir (Sakınç, 2006).

Amerika kıtasının kuzey ve güneyi, evrimleşmeye başlayan marsupial türündeki keseli hayvanlara kuzey bölgelere gitmesi için yol meydana getirmiştir. Bilimsel verilerden elde edilen kanıtlar doğrultusunda fosiller görüşü doğrular niteliktedir. Bu durumda plesental memeliler ise kuzeyde yer alan kıtalarda kemirici ve primatlar ile yayılımını sürdürmüştür. Aynı şekilde fosil kanıtlar doğrultusunda Güney Amerika’da yer alan toynaklıların kuzeyde ortaya çıktıktan sonra güneye karaköprü sayesinde geçiş yaptıkları belirtilmektedir (Sakınç, 2006).

Bu durumlar neticesinde günümüzde uzaklıkları oldukça fazla olan kara parçaları 500 milyon yıl önce birleşik vaziyette bulunduğu anlaşılmaktadır. Büyük yok oluşun ardından ortama adapte olabilen bazı faunalar evrimleşip hayatta kalmaya devam etmişlerdir. Böylelikle 500 milyon yıl önce evrimleşen bu faunalar çeşitlenmeler ile milyonlarca yıllık bir yolculuğa adım atmıştır (Sakınç, 2006).

50 milyon yıl kadar önce ya da Eosen döneminde Kuzey Amerika ile Asya kıtası arasında oluşan Bering Köprüsü sayesinde hayvanlar bu iki kıta arasında dağılış göstererek önemli bir coğrafik olayı oluşturmuştur (Türkeş,2015). Bu olay deniz suyu seviyesinin düşmesi ya da kara parçalarının tektonik nedenlerle yükselmesi sonucunda kıtaların arasında karasal bağlantı meydana gelmiş ve biota alışverişi Bering kara köprüsü ile dağılış göstermiştir (Demirsoy,2002).  

Görsel 1. Beringia’yı gösteren açık kahverengi bir kenarlığa sahip doğu Rus ve Alaska haritası (13).

Bugün bir kara köprüsü Panama kanalında Kuzey ve Güney Amerika’yı birbirine bağlamaktadır. Ancak Eosen döneminin ortasından (günümüzde 50 milyon yıl) Pliyosen döneminin sonuna kadar (günümüzde 3 milyon yıl), iki kıta tamamen sularla ayrılmıştır. Bu uzun dönem boyunca, büyük memeli grupları her kıtada farklı yönlerde evrimleşmiştir. Pliyosen döneminin sonunda kara köprüsü yeniden kurulduğunda, her iki yönde de bir memeli dalgası akmaya başlamış ve bu dağılma, dünya tarihinde farklı kıtasal faunaların en önemli karışımlarından biri olan “Büyük Amerikan Değişimi” olarak adlandırılmıştır (10). 

Görsel 2: Büyük Amerikan Değişimi.
En üstte, kıta boyunca kuzeye doğru yürüyen 38 Güney Amerika cinsinin temsilcileri bulunmaktadır. Altta ise, Güney Amerika’ya göç eden 47 Kuzey Amerika cinsinin temsilcileri bulunmaktadır. Kuzey Amerikalı göçmenler, Güney Amerika’ya girdikten sonra hızla çeşitlenmiştir. Kuzey Amerika’ya giden Güney Amerikalı göçmenler çok az çeşitlenmiş veya çoğu yok olmuştur (10).

Karaköprü dönemine girildiğinde izolasyonların ortadan kalkması ile göçler fazlalaşmakta ve çeşitlenmeye sağlanmaktadır. Bu durumda yarı tropikal ormanlar her iki kutupta da yayılım göstermekte olup kuzey enlemlerinde Amerika ve Avrasya’da yağmur ormanları yer almaktadır. Güney enlemlerde tropikal ormanlar Amerika, Afrika ve Avustralya kıtalarında yayılış göstermektedir. Ayrıca geniş ormanların bu denli yaygın olması memelilerin gelişimine katkıda bulunmuştur. Eosen döneminde Memelilerin yayılışlarında en ön safhalarda genellikle kemiriciler yer almaktadır. Fosil kanıtları sayesinde de toynaklı ve keseli memelilerin de yayılışta önem sarf eden bir durumda yer aldığı bilinmektedir (Sakınç, 2006).

Afrika ve Avrasya kıtalarının yaklaşımı sonucunda ise Tetis Okyanusu kapanmaya başlamış ve sonrasında Pratetis Denizi yok olmuştur. Bu durumun yanı sıra Asya ve Avrupa arasında yer alan Turgay Denizi de Eosen döneminin sonlarında kapanmaya başlamıştır. 30 milyon yıl öncesinde denizlerin ortadan kalkması coğrafik engeli aşmış ve Asya’da kalmış olan memelilerin Avrupa’ya dağılımı sağlanmıştır. Diğer bir yandan bu göçü tetikleyen unsur Alp Dağları’nın yükselmesi ile oluşmuş Dinarid-Pelagon-Küçük Asya karaköprüsü olmuştur. Antrakoterıum ve diğer canlılar, Trakya bölgesinden güney kesimlere doğru bu karaköprüsü ile dağılım göstermiştir. Edirne çevresinde bu memeli türünün fosillerine ulaşılarak Avrupa’dan güney kesimlere göç ettiği kanıtlanmış bulunmaktadır (Sakınç, 2006).

Avustralya ve Güney Amerika kıtalarında yaşayan bölgeye mahsus memeliler kıtaların ayrılmasının ardından ortama uyum sağlamak için gelişim göstermişlerdir. Bu canlılardan tavşangiller düzlüklerde hayatını sürdürmeye adapte olmuş ve bitkiler aracılığıyla beslenmelerini sağlamışlardır. Paleosen dönemindeki ormanlarda görülen toynaklı kurt bu değişiklere uyum sağlayamayarak yok olan türler arasında yerini almıştır (Sakınç, 2006). Bu durumda kıtaların kayma teorisi nedeniyle yeryüzünde oluşan coğrafik değişiklikler ile organizmalar popülasyonlarının ayrılması ve yok olması meydana gelmiştir. Kıtaların bu denli ayrılması neticesinde bazı bilim insanlarının tabiriyle kendi kargolarını da yanında götürmüşlerdir[2] (Avcı, 2011).

Miyosen döneminde Afrika kıtası Avrupa kıtasına yaklaşımını sürdürürken Tetis okyanusu da tükenme sürecine girmiş bulunmaktadır. Tetis Okyanusu’nun, Arabistan Yarımadasının Küçük Asya bölgesinin güneydoğusu ile çarpışması sonucunda Hint Okyanusu ile bağlantısını koparılmaktadır (Tassy, 1990). Bu kara parçaları arasındaki Tetis Okyanusunun ortadan kalkması ile Doğu Afrika vadilerinde yaşamını sürdüren pek çok memeliler Anadolu’nun içlerine ilerleyerek önemli yaşam alanları meydana getirmişlerdir. Böylece Anadolu’da 23 milyon yıldan beri göçler ile gerçek memeliler oluşuma adım atmıştır. Bu göç zamanında zürafa, gergedan, sırtlan, hortumlular, böcekçiller, geyikler, kemirgenler, suaygırıları ve insansıların bu bölgeye olan hareketinin kanıtları araştırmaları halen devam eden fosiller ile sürdürülmektedir (Agusti ve Anton, 2002).

Miyosen zamanında okyanusların yarattığı coğrafik engeller karaköprüsü ile kimi zaman aşılsa da bu özelliğini yitirdiği ve yeniden engel durumuna geldiği bilinmektedir. Bu kesiklik memelilerin hareketini de etkilemekte ve istikrarlı duruma gelmesi halinde kıtaların arasında yapılan geçişlerde karmaşalara yol açmaktadır. 5-2 milyon yıl kadar geriye gidildiğinde dünya şu andaki durumuna benzer hale gelmiştir. Bu durumda Asya ile Kuzey Amerika arasında oluşan Bering Boğazı ve Amerika kıtaları arasında yer alan Panama Boğazı dolaylarında oluşan karaköprüler memelilerin göçlerini hızlandırmış bulunmaktadır (Sakınç, 2006).

Yaşamın halen belirgin olduğu kıtalar haricinde Antarktika kıtası, diğer kıtalardan kopuşunun ardından güney kutbuna doğru ilerlemesi biyoçeşitliliği açısından oldukça önem sarf etmektedir. Antarktika’da elde edilen fosillerle bir dönem bu kıtada da bitki ve hayvanların yaşamı için bir ortamın bulunduğu anlaşılmıştır. Geçmiş dönemlerde biyoçeşitliliğinin zengin olduğu düşünülen bu kıtada da canlı türlerinin tamamı buzullarla kaplandığı için yok olmuştur (12).

Bunlara ilave olarak; bilimsel araştırmalar ışığında tarihte en az beş adet büyük ve daha çok sayıda küçük canlı türlerinin yok oluşla karşılaştığını belirtilmektedir. Dönemsel olarak bakıldığında bunlar; Geç Ordovisiyen, Geç Devoniyen, Geç Permiyen, Geç Triyas ve Geç Kretase jeolojik zamanlarında olduğu görülmektedir (Polat, 2016). Canlı türlerinin bahsedilen şekilde yok oluşlarına, geç Neoproterozoik ve erken Paleozoik zamanlarında varlığını sürdüren Iapetus Okyanusu’nun kıyı kesimlerin derinliği az olan sularında yaklaşık 600 milyon yıllarında yaşamakta olan omurgasız canlılardan Ediakarian hayvan topluluğu örnek gösterilebilmektedir. Ediakarian hayvan topluluğunda kurt, süngerler, denizanası, ilkel eklembacaklılar yer almaktadır. Bu faunanın fosillerine Avustralya’nın güneyinde yer alan Ediakarian Tepeleri üzerinde bulunan kumtaşlarında karşılaşılmıştır. Bunun yanı sıra Ediakarian hayvan topluluğuna ait fosillerin Rusya, Kanada, Çin ve Greenland’de de bulunduğu belirtilmektedir (Sakınç, 2006).

Araştırmalar dahilinde canlıların Kuzey Pangea bozulması sonucunda gerçekleşen yok oluşlarının temelinde üç çevresel nedenin yattığı düşünülmektedir. Birinci neden olarak derin su bölgelerinin kalsit oranlarının derinlere inildikçe artan oksijen yoğunlaşmasıyla yaşanan lisoklin sığlaşması gösterilmektedir. Lisoklin alanlarındaki daralma, kalsitin okyanusun içerisinde zorlu koşullarda çözüme ulaşmasına neden olmaktadır. Bununla beraber dallı bacaklı ve mercan türleri hayatına devam edebilmek için çözünmüş derecede kalsit ihtiyacı duyan karbonat üreticilerin ortadan kalkmasına neden olmuştur. İkinci bir neden Pangea’nın ayrılması sonucunda oluştuğu varsayılan Sibirya volkanlarının lav püskürtmesi olarak görülmektedir. Alandaki volkanik püskürtmeler zehirli metallerin etrafa yayılımıyla kısıtlamalara neden olmuştur. Atmosfere salınan aşırı karbondioksit ile lisoklin alanlarının daraldığı bu nedeni oluşturmaktadır. Son olarak yok oluşta etmen olan üçüncü neden kuzey Pangea başlangıçtaki anoksik ortamı kaynak olarak gösterilmiştir. Fazla yüklenen metal nedeniyle anoksik okyanusların asitleriyle dipteki ihtiyaç duymakta olan türler ortadan kalkmıştır (Bond ve Grasby, 2017).

Ayrıca kıtaların kayması, vikaryans biyocoğrafyası olarak adlandırılan yerkürede aralarında oldukça yüksek mesafeler olan türlerin ve bioatanın pasif durumda taşınışına yol açmıştır. Bu duruma göre türlerdeki dağılımların arasında oluşan parçalanmalar, dağ oluşumuna benzer biçimde gelişen edilgen ayrılmaların neticesini oluşturur. Bu model bir takson veya türün coğrafik olarak dağılışının, yok oluş ve ayrılma durumunda uyum içerisinde göstereceğini varsaymaktadır. Örnek olarak; Doğu Yarım Kürede yer alan Akdeniz Havzasındaki doğu çınarı, Batı Yarım Kürede yer alan kuzey Amerika’da dağılışının batı çınarı türü verilmektedir. Farklı kıtalar içerisinde bulunan grupların vikaryansın bir sonucu olarak farklılaştığı belirtilmektedir. Bu duruma örnek olarak yukarıda bahsedilen karaköprüler de verilmektedir (Avcı, 2011).

Levha tektoniği kuramı ve derin deniz araştırmaları ışığında elde edilen bilimsel verilerle fosillerin önemli bir kanıt teşkil ettiği görülmektedir. Güney Afrika kıtasının batısında ve Güney Amerika kıtasının doğusunda Üst Permiyen Yaşlı Mesozor adını almış su sürüngeninin fosil lokaliteleri sayesinde yaklaşık 250 milyon yıl öncesinde Amerika ve Afrika kıtasının birleşik olduğunu ortaya koymaktadır. Fosiller üzerinden elde edilen verilere bir diğer örnek eğrelti otu bitkisinin 300 milyon yıl kadar öncesinde, Prekambriyen’in sonlarında Antarktika, Avustralya, Afrika, Güney Amerika, Hindistan kıtaları ile Arabistan ve Madagaskar’ın birleşimiyle ortaya çıkan Gondwana kıtasını kaplamaktadır. Günümüzde ise uzaklıkları oldukça fazla olan bu kıtalar ve bölgeler üzerinde fosillerine rastlanmaktadır (Sakınç, 2006).

Bazı kanıtlar, hayvanların mevcut dağılımının kıtasal sürüklenme teorisi temelinde açıklamaktadır. Kuzey Yarım Kürede (Nearktik ve Palearktik bölge) memelilerin dağılımının, güney bölgelerdeki (Afrika, Güney Amerika ve Avustralya) memelilerin dağılımından daha fazla benzerlik gösterdiği bilinmektedir. Bu durum kuzey bölgesinin hayvanlarının son zamanlarda Bering Boğazı’ndaki kara bağlantıları nedeniyle yayıldığını belirtmektedir. Güney Yarım Kürenin memelileri ise, kıtaların parçalanması sırasında ortaya çıkmış ve kıtaların ayrılmasından sonra evrim geçirmiştir. Memeliler izole edildikten sonra farklı şekillerde evrimleşebilmekte ve Gondwana ilk bölünmeye başladığından, farklı kıtalardaki memelilerin ayrı ayrı evrimleştiği ve yayıldığı düşünülmektedir. Bu nedenle, lamalar, alpakalar, tembeller, armadillolar gibi Güney Amerika memelileri, Güney Yarım Kürenin diğer kıtalarında bulunmamaktadır. Etiyopya bölgesinin zürafa, zebra, su aygırı, şempanze ve gorilleri ile Avustralya bölgesinin yumurtlayan memelileri ve bazı keseli türleri bu bölgeler dışında hiçbir yerde bulunmamaktadır. Gondwana’daki memelilerin dağılımı farklı olsa da bunun aksine, bazı balıkların, amfibilerin ve sürüngenlerin dağılımı kıtaların kayması teorisi ile ilgili olarak çok benzerlik göstermektedir (11).

Akciğerli balıkların dağılımı da kıtaların kayma teorisini desteklemektedir. Orta Devoniyen’de ortaya çıkan dipnoanlar, şimdi üç cins Protopterus, Lepidosiren ve Neoceratodus tarafından temsil edilmektedir ve sırasıyla Afrika, Güney Amerika ve Avustralya’da bulunmaktadır. Bu dağılım ile, Orta Devoniyen ve Afrika, Güney Amerika ve Avustralya’daki Gondwana topraklarının o dönemde temas halinde olduğunu ve bu kıtaların ayrılmasıyla şu anda dipnoanların üç ayrı cinsle temsil edildiğini göstermektedir. Amfibiler arasında, üyelerin dağılımı, Kıtaların Kaymasını rastgele desteklememektedir. Sadece Afrika ve Güney Amerika arasındaki pipidlerin dağılımı ve Nearctic ve Avrasya’nın doğu kesimlerindeki semenderler kıtaların kaymasını bir dereceye kadar desteklemektedir. Bunların yanı sıra sürüngenler arasında da bazı üyelerin dağılımı kıtaların kaymasını desteklemektedir. İlkel kaplumbağaların bazı üyeleri Permiyen döneminde ortaya çıkmış ve hala Güney Yarım Kürede sınırlı durumda kalmışlardır. Timsahlar ve gavyal gibi timsahlar, şimdi Orta Amerika, Afrika ve Kuzey Avustralya bölgesinin bazı alanlarıyla sınırlı olan Triyas döneminde ortaya çıkmıştır (12).

Anadolu yarımadasına bakıldığında ise geçmiş yıllarda gerçekleşen göçler sayesinde dünyanın en güneyi ile en kuzeyinde yer alan bitkilerin dağılımı görülmüştür. Bu duruma örnek Afrika kıtası ve Asya kıtasının güneybatı kısmında bulunan karakulak ve çizgili sırtlanların dağılımlarının sınırlarından en kuzeyi Anadolu Yarımadası oluşturmaktadır. Benzer biçimde bozayı ve sarıçamlarında dağılış alanları Avrupa ve Sibirya olmakla beraber sınırının en güneyini Anadolu oluşturmaktadır. Anadolu bu sebeple tür açısından zengin ve de uç yayılış içeriği açısından genetik çeşitliliği önemli bir konumdadır. Paleoiklimsel değişikliklerin ve Anadolu topoğrafyasının doğurduğu sonuçlarla beraber bu topraklarda kurbağa ve sürüngenlerin çeşitlenmiş olması önemli rol oynamaktadır. (Tavşanoğlu, 2016)

Jeolojik değişiklikler yaklaşık 200 milyon yıllık bir zaman diliminde meydana gelmesine rağmen, bazı organizmalar evrimsel değişime dair çok az kanıt göstermektedir. Örneğin, yan boyunlu kaplumbağalar (Pleurodira alt takımı) Jura döneminden beri çok az değişmiştir. Bilim insanları, kıtasal parçalanma yaşanmadan önce Gondwana’ya dağıldıklarını varsaymaktadırlar. Bugün bu türdeki kaplumbağalar Güney Amerika, Afrika, Madagaskar, Avustralya ve Hint Okyanusu adalarının bazı bölgelerinde bulunmakta, ancak dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamaktadırlar (Gibbons, 2020). Wegener’in yaptığı birçok çalışma neticesinde de bahsedilen bu düşünceler doğrulanmıştır. Bilhassa solucan ve yengeçlerin evrimini az yaşamış olarak şu anki döneme kadar gelmiş olması kıtaların kaydığının önemli bir kanıtıdır.

Kara kütlelerin bir araya gelmesi de biyoçeşitlilik için büyük önem sarf etmektedir. Örneğin Afrika kıtası ile Hindistan levhası birbirinden ayrılarak Avrasya ile birleştiği sırada Afrika ile Hindistan arasındaki canlı bağları kesinti yaşamış, Hindistan ile Avrasya’da yaşayan canlılar arasında ise etkileşimler yaşanmıştır. Kıtaların kayması ile biyoçeşitliliğe etki eden bir diğer durum ise deniz altındaki tabakaların su yüzeyine çıkarak kara yaşamına elverişli hale gelmesidir. Örnek olarak, Avrasya ile Afrika, Arabistan ile Hindistan levhalarının arasında bulunan Tetis Denizi’nin tabanındaki tortul tabakaların su yüzeyine çıkması verilebilir. Bunun sonucunda Tetis Denizi’nin ekosistemi ortadan kalkmış ve su ekosistemi kara ekosistemine dönüşmüştür. Tam tersi biçimde kara alanlarını sular altında kaldığı yerlerde mevcuttur. Bu durumda, Türkiye ile Yunanistan’ın arasında bulunan Egeid kara parçasının çökmesi ile deniz meydana gelmiştir ve sonucunda kara ekosistemi yok olup su ekosistemine dönüşmüştür (12).

 

KAYNAKÇA:

  1. Agusti, J., Anton, M., Mammoths, Sabertooths, and Hominids: 65 Million Years of Mammalian Evolution in Europe, Columbia University Press, 2002.
  2. Avcı, M. Moleküler Biyocoğrafya: Gelişimi, Kapsamı, Paleobiyocoğrafya ve Biyolojik Çeşitlilik Açısından Bir Değerlendirme, Fiziki Coğrafya Araştırmaları: Sistematik ve Bölgesel, Türk Coğrafya Kurumu, s.241-266, 2011.
  3. Bond D., Grasby S., On the causes of mass extinctions, Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, Sayı 478, s. 3-29, 2017.
  4. Demirsoy, A., Genel Zoocoğrafya ve Türkiye Zoocoğrafyası “Hayvan Coğrafyası”, Meteksan Ankara, 2002.
  5. Polat, A., Yerküre üzerindeki yaşamın kökenine ve evrimine jeolojik bir bakış açısı. Popüler Yerbilim Dergisi, 2016.
  6. Sakınç, M., Jeoloji ve Biyolojik Evrim iç içe: Yerin Evrimi. Bilim ve Gelecek Dergisi, Sayı 26, s. 8-33, 2006.
  7. Tassy, P., The “proboscidean datum event”: how many proboscideans and how many events? in: Lindsay e.H., Fahlbusch v., Mein P. (eds.). European Neogene Mammal Chronology, Plenum Press, New York, s.237-252, 1990.
  8. Tavşanoğlu, Ç., Anadolu’nun yüksek biyoçeşitliliği: Evrim bunun neresinde? N. E. Iraz Akış (Dü.) içinde, Evrimin Işığında, Yazılama Yayınevi, s. 207-225, 2016.
  9. Türkeş, M., Biyocoğrafya: Bir Paleocoğrafya ve Ekoloji Yaklaşımı, Kriter yayınevi, Ankara, 2015.

Web Siteleri:

  1. https://biocyclopedia.com/index/general_zoology/continental_drift_theory.php
  2. https://www.biologydiscussion.com/animals-2/phylum-chordata/continental-drift-theory-evidences-and-explanation-biology/40477
  3. https://www.cografyaci.gen.tr/biyocesitliligi-etkileyen-paleocografya/
  4. https://www.nps.gov/bela/learn/historyculture/the-bering-land-bridge-theory.htm

[1] Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Coğrafya Eğitimi Yüksek Lisans Öğrencisi.

 İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsünde Yürütülen ” Genadaptif: Türler Arası Gen Geçişlerinin Türlerin Adaptif Potansiyeli Üzerine Etkilerinin Ekolojik ve Genomik Olarak Araştırılması” adlı projede yüksek lisans düzeyinde araştırmacı.

[2] Bahsedilen kargo için yaşamını devam ettirmekte olan canlılar ve fosil kanıtlar örnek olarak verilmektedir.

Türkiye’nin Lezzet Coğrafyası

 

Türkiye’nin Lezzet Coğrafyası Üzerine Bir Değerlendirme

Doç. Dr. Önder YAYLA

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Kadirli Uygulamalı Bilimler Fakültesi, Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü

Giriş

Beslenme, canlıların hayatta kalması için gerekli olan bir süreçtir. Ancak, sadece enerji elde etmek ve yaşamı sürdürmek için yemek yemek, özellikle insanlar için tekdüze olabilmektedir. Ayrıca, insanları her gün yeterli miktarda gıda tüketmeye teşvik etmek de zorlu bir süreçtir. Bu nedenle, yiyecek ve içeceklerin tadı, gıdaların seçilmesinde genellikle en önemli faktörlerden biri olmuştur. Bu durum, coğrafi ve kültürel geçmişe bakılmaksızın, daha lezzetli gıdaların tercih edildiği anlamına gelmektedir. Her ne kadar sağlık, insanların gıda seçimlerinde önemli bir etken olsa da, lezzet gıda seçiminde daha öncelikli bir faktördür.

  1. Lezzet

Lezzet, bir yiyeceğin seçilmesi, kabul edilmesi ve tüketilmesinde önemli bir duyusal özelliktir. Tüketiciler genellikle bir ürünü tercih etmelerinin en önemli nedenlerinden biri olarak lezzeti göstermektedir. Gıdalar hakkındaki ilk izlenimler, renk ve koku gibi duyusal özelliklerle oluşur ve bu nedenle hoş olmayan gıdalar genellikle satın alınmaz veya tüketilmez. Lezzet, tükettiğimiz yiyeceklerden elde ettiğimiz duyusal deneyimi tanımlamaktadır. Genel olarak, lezzet, bir yiyeceğin kokusu, tadı ve diğer uyarıcıların algılanması sonucu oluşan sinyallerin birleşimi veya etkileşimiyle ortaya çıkan bir his olarak tanımlanmaktadır. Lezzet, sadece tat alma ve koku alma yeteneğimizden değil, dokunma, görme, dokunma duyularından da etkilenen son derece karmaşık bir fenomendir.

  • Lezzet Algısını Oluşturan Unsurlar

Lezzet algısı, gıda tüketimi sırasında tüm duyuların (tat, koku, görme, işitme ve dokunma) entegre bir şekilde algılanması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Tat ve koku genellikle lezzet algısında merkezi bir rol oynamaktadır; ancak beş temel duyu da lezzet algısını etkilemektedir. Lezzet algısı genellikle görsel değerlendirmeyle başlamakta ve yeme süreci boyunca serbest bırakılan kimyasal uyarıcılarla birlikte oluşmaktadır. Lezzet algısı, uçucu aroma bileşenleri ve farklı gıda bileşenleri arasındaki etkileşimlere bağlı olarak şekillenmektedir. İnsanlar, yiyecek ve içeceklerin lezzetini artırmak için uzun zamandır katkı maddeleri veya özel aromalı bitkilerin kombinasyonları gibi yöntemlere başvurmuşlardır. Bu nedenle, yiyeceklerin ve içeceklerin lezzeti insanlar için büyük önem taşımaktadır.

  • Lezzeti Etkileyen Unsurlar

Teknolojik ilerlemeler ve sanayileşme, gıdaların tüketicilere ulaşmadan önce çeşitli işlemlerden geçmesine neden olmaktadır. Hasat edilen gıdalar, çeşitli işlemlerden geçtikten sonra tüketiciye sunulmaktadır. Bu değişimlerin ışığında, insanların gıda seçimi yaparken, tüketim miktarlarını belirlerken, gıdaların hazırlanması, pişirilmesi ve saklanması sırasında nelere dikkat etmeleri gerektiğinin farkında olmaları önemlidir. Bir gıdanın lezzeti, içindeki besin bileşenleri, ambalaj malzemesi, saklama süresi ve ortam koşulları gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca, gıda içindeki lezzet bileşenleri, çeşitli kimyasal reaksiyonlara tabi olabilmektedir. Lezzet oluşumundaki farklılıklar, gıdanın bileşimi ve yapısı tarafından belirlenmekte ve duyusal analizlerle ölçülebilmektedir.

  1. Türk Mutfak Kültürü

Beslenme, insanların en temel ihtiyaçlarından biridir ve bu ihtiyaç, mutfak kültürünün ortaya çıkmasını ve gelişmesini tetiklemiştir. Mutfaklar, tarihsel süreç içerisinde farklı evrim süreçleri yaşamış ve toplumların gelenekleri, sosyo-kültürel yapıları ve refah seviyeleri gibi faktörlere bağlı olarak şekillenmiştir. Her milletin ve ülkenin kendi yapısına, kültürüne ve geleneklerine göre bir mutfak kültürü vardır. Türk mutfağı da Orta Asya’dan başlayıp bugünkü topraklarda sona eren büyük göçler ve çeşitli kültürlerle etkileşim sonucu zenginleşmiş bir yemek kültürüne sahiptir. Türk mutfağı, pişirme teknikleri, sofra düzeni ve kendine özgü servis şekilleriyle dünyanın en önemli mutfağından biri olarak kabul edilmektedir. Türk mutfağı, Türkiye’de yaşayan insanların tükettiği yiyeceklerin hazırlanması, pişirilmesi ve saklanması, yemek yeme alışkanlıkları ve mutfak çevresinde gelişen tüm uygulamaları ve inançları kapsamaktadır. Türk mutfağındaki çeşitlilik, Orta Asya ve Anadolu topraklarının sunduğu ürün çeşitliliği, farklı kültürlerle yaşanan etkileşimler ve tarihsel süreçte saraylarda gelişen yeni tatlar sonucunda ortaya çıkmıştır. Aslında Türk mutfağı, binlerce yıl süren evrim süreci sonucunda sentez bir mutfağa dönüşmüştür. Türk mutfağının şekillenmesinde farklı tarihsel dönemlerin etkisi büyük olmuştur. Ayrıca, Türkiye’de yaşamış olan diğer uygarlıkların da Türk mutfağının zenginleşmesinde etkileri bulunmaktadır. Türk mutfağının tarihsel gelişimi dört ana döneme ayrılabilmektedir. Her dönem, Türk mutfağının gelişiminde ve çeşitliliğinde belirleyici bir faktör olmuştur.

  • Orta Asya Türk Mutfağı (1038’den önce)

Orta Asya, Türklerin kökeni olduğu ve göçebe bir yaşam tarzının hâkim olduğu geniş bozkırlara ev sahipliği yapmaktadır. Bu bölgedeki topraklar tarıma uygun olmadığından, halk hayvancılıkla uğraşmıştır. Bozkır kültürü, Türk mutfağının çeşitliliği ve zenginliği üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Özellikle süt ve süt ürünleri bu mutfağın önemli bir parçasını oluşturmuştur. Orta Asya’daki göçebe yaşam koşulları, farklı kültürlerle etkileşime girilerek hem bu kültürlerin mutfaklarını etkilemiş hem de Türk mutfağını zenginleştirmiştir. Süt ve süt ürünleri temel besin kaynaklarından biri olarak kullanılmış ve yoğurt gibi ürünlerin yapımında kullanılmıştır. Orta Asya’da hayvancılıkla uğraşan Türkler, at, koyun, keçi, büyükbaş hayvanlar ve av hayvanları gibi kaynaklardan faydalanmışlardır. Ayrıca, buğday, arpa ve darı gibi tahıllar da önemli bir rol oynamıştır. Tarıma yönelmeyle birlikte bu tahıllar, hamur işleri ve yemeklerin yapımında kullanılmıştır. Türk mutfağının çeşitliliği, Orta Asya’da yaşanan bu tarım ve hayvancılık geleneğinin ve etkileşimlerin bir sonucudur.

  • Selçuklu Mutfağı (1038-1299)

Selçuklular, Anadolu’yu fethederek Mezopotamya ve Anadolu’ya yarı göçebe bir yaşam tarzıyla gelmişlerdir. Bu dönemde Selçukluların etkisiyle milli ve İslami temelli bir kültür gelişmiştir ve mutfak kültürü de bu sürecin önemli bir parçası olmuştur. Selçuklular, Anadolu’nun verimli topraklarına yerleşerek tarıma yönelmiş ve tarımsal ürünlerden daha fazla yararlanmaya başlamışlardır. Bu dönemde İslamiyet’in etkileri de mutfak kültürüne yansımıştır. Geleneksel ürünlerin kullanımı, israfın önlenmesi ve sadelik Selçuklu mutfağının dikkat çeken özellikleridir. Selçuklular, geleneklerini korurken, Anadolu’nun topraklarını ve iklimini kullanmayı ve İslamiyet’in etkilerini mutfaklarına entegre etmeyi başarmışlardır. Selçuklu döneminde tarımsal üretim faaliyetleri arttığından tahıllar, sebzeler, meyveler ve hayvansal ürünler önemli bir yer tutmuştur. Et, un ve yağ gibi temel malzemeler kullanılarak kendine özgü bir mutfak kültürü oluşturulmuş ve bu ürünler yemeklerin sembolü haline gelmiştir. Selçuklu döneminde yemek çeşitliliği, pişirme ve yiyecek saklama tekniklerinde de önemli gelişmeler yaşanmıştır. Sabah ve akşam yemeği olarak adlandırılan iki ana öğün tercih edilmiş ve sofra adabı kuralları da önemli bir yer tutmuştur. Selçuklular, et tüketimine önem vermiş ve genellikle koyun, kuzu, keçi, balık, kümes hayvanları ve av hayvanlarından çeşitli yemekler yapmışlardır. Ayrıca, tahıllarla yapılan ekmek çeşitleri ve sebzelerle yapılan yemekler de sıklıkla tüketilmiştir. Meyveler taze olarak tüketildiği gibi tatlandırıcı olarak da kullanılmıştır. Tatlılarında meyveler, bal ve pekmez kullanılmıştır. Bir bakıma Selçuklu mutfağı, göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçiş ve İslamiyet’in etkileriyle şekillenmiş, zengin ve çeşitli bir mutfak kültürünün temellerini atmıştır.

  • Osmanlı Mutfağı (1299-1923)

Osmanlı İmparatorluğu, Türk mutfak kültürünün şekillenmesinde önemli bir role sahiptir. İmparatorluğun genişlemesi ve topraklarının yayılması, Osmanlı mutfağının gelişimine katkıda bulunmuştur. Sarayda yüksek rütbeli kişilerin bir araya gelerek yemek yemesi, aşçıların yeteneklerini sergileme fırsatı buldukları bir sosyal etkinlik olmuştur. Bu sayede Osmanlı mutfağı, lezzetli, zengin ve çeşitli yemeklerle tanışmıştır. Osmanlı mutfağının oluşumunda etkili olan faktörler arasında Orta Asya’daki beslenme alışkanlıklarının devam etmesi, göçler sırasında Arap ve İran kültürleriyle etkileşim, Anadolu’daki farklı kültürlerle tanışma, Anadolu topraklarında yetişen ürünlerin mutfakta kullanılması ve İslami inanç ve kültürün etkisi bulunmaktadır. Osmanlı mutfağı, Türk mutfak kültürünün en parlak dönemini 15. ve 18. yüzyıllar arasında yaşamıştır. Bu dönemde fetihlerin sonucunda sınırların genişlemesi ve farklı kültürlerle etkileşim, Osmanlı mutfağının çeşitliliğine ve zenginliğine büyük katkı sağlamıştır. Ancak, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik olarak zayıflaması, mutfak kültürünü de etkilemiştir. Osmanlı mutfağı, Saray mutfağı ve Halk mutfağı olmak üzere iki ana kategoriye ayrılmaktadır. Sarayda ve halk arasında hazırlanan yemekler arasında genellikle büyük farklılıklar bulunmamaktadır. Farklılıklar genellikle pişirme teknikleri ve kullanılan malzemelerle ilgilidir. Osmanlı mutfağında birçok farklı baharat kullanılmıştır. Kimyon, hardal, safran, kişniş ve tarçın en yaygın kullanılan baharatlardır. Bunların yanı sıra, nane, maydanoz, fesleğen, reyhan, sarımsak ve soğan da yemeklere lezzet katmak için kullanılmıştır. Amerika’nın keşfiyle birlikte patates, domates gibi yeni ürünler de Osmanlı mutfağına dahil olmuştur.

  • Cumhuriyet Dönemi Türk Mutfağı (1923 sonrası)

Cumhuriyet dönemi Türk mutfağı, 1923 yılında Cumhuriyet’in ilanıyla başlayan ve günümüze kadar devam eden süreci kapsamaktadır. Bu dönemde, Türk mutfağı üzerinde Tanzimat’ın ilanı sonrası başlayan batılılaşma hareketleri önemli bir etki yapmış ve Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bu süreç devam etmiştir. Cumhuriyet dönemi Türk mutfağı, Anadolu’nun farklı toplumlarını, medeniyetlerini ve devletlerini yansıtan ve birbirlerini etkileyen mutfak kültürlerinin bir birleşimi olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Türk mutfağında kullanılan besin malzemeleri, beslenme düzeni, araç-gereçler ve yiyecek hizmet sektörüyle ilgili olarak önemli değişimler ve ilerlemeler yaşanmıştır. Cumhuriyet döneminde çay, kahvenin yerini almıştır. Bu dönemde çayın daha çok tercih edilmesinin sebepleri arasında, çayın daha ekonomik olması ve Karadeniz Bölgesi’nde çay üretiminin başlaması yer almaktadır. 1950’lerde dış göçlerin artması, batı kültürüyle daha fazla etkileşimin yaşanması ve kentleşme sürecinin hızlanması Türk mutfağını önemli ölçüde etkilemiştir. Modernleşme süreciyle birlikte kadınların iş hayatına daha fazla katılması, evde yemek yapma süresini kısaltmış ve yemek yapma ve tüketme alışkanlıklarını değiştirmiştir. 1980’lerde kültürler arası etkileşimin artması, dünya mutfaklarının Türkiye’ye girişini sağlamış ve birçok yeni restoranın açılmasına yol açmıştır. Bu dönemde Türkiye’de çeşitli lezzetler sunan farklı mutfaklara ait restoranlar yaygınlaşmıştır. Batı kültürünün etkisiyle birlikte günlük öğün sayısı da değişmiştir. Cumhuriyet öncesi dönemde genellikle günde iki öğün yemek tercih edilirken, modernleşme süreciyle birlikte bu sayı üçe çıkmış ve kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği olmak üzere günde üç öğün yemek yenilir hale gelmiştir.

  1. Türkiye’nin Lezzet Bölgeleri

Türkiye’nin 15 farklı lezzet bölgesi vardır (Bkz. Şekil 1) ve her bölgenin de kendine özgü bir lezzet anlayışı bulunmaktadır.

Şekil 1. Türkiye’nin Lezzet Bölgeleri

Lezzet bölgelerdeki illerin lezzet anlayışlarına ilişkin bazı önemli noktalar şöyledir:

  1. Bölge: Gaziantep, Kilis, Hatay, Osmaniye, Şanlıurfa, Kahramanmaraş, Adıyaman, Adana, Mersin ve Malatya illerinden oluşur. Bu bölgede Gaziantep mutfağı ön plana çıkmaktadır. Bu bölgedeki benzerliklerin temelinde kültürel etkileşim yer almaktadır. Farklı kültürlerden gelen insanların uzun süredir bir arada yaşamaları, bu bölgenin lezzet anlayışının birbirine karışmasına yol açmıştır ve bu lezzet bölgesi diğer bölgelere göre daha geniştir. Bu bölgede göç faktörü en çok etkilenen unsurdur, özellikle son yıllarda Suriye’den gelen göçler ve Arap kültürü bu bölgede kendini hissettirmekte ve Hatay ilinin bu bölgeden lezzet anlayışı açısından farklılaştığı görülmektedir.
  2. Bölge: Manisa, İzmir, Balıkesir ve Bursa illerini içerir. Bu bölgede Manisa mutfağı öne çıkar. Bu bölgenin kümelenmesinde coğrafyanın önemli bir etkisi vardır. Bölge, İç Ege Bölgesi’ne göre daha ılıman bir iklimi benimsemektedir. Bu nedenle domates gibi ürünlerin kullanımı bu bölgede daha yaygındır. İç kesimlerde ise iklim değişikliğiyle birlikte patates kullanımı artmaktadır. Coğrafi konum ve iklim, mutfak kültürünü etkileyen ve birleştiren temel unsurlardır. Öte yandan, Bursa, Balıkesir ve İzmir gibi yerlerde mutfak kültürü göçlerden etkilenmiş ve farklı mutfakların zamanla yeni bir mutfak kültürünün oluşmasına yol açmıştır.
  3. Bölge: Denizli, Uşak, Aydın ve Muğla illerinden oluşur. Bu bölgede Denizli mutfağı önemli bir yer tutar. Bu illerin bulunduğu bölgelerdeki dağların yükseklikleri 2. Bölgeye göre farklılık göstermektedir, bu da üretilen ürünlerin çeşitliliğini etkilemektedir. Özellikle Denizli’de koyun eti tüketimi diğer illerden ayrılmaktadır ve bu kültürel bir tercih olarak gösterilebilir. Diğer illerdeki dana eti tüketimi ise toplumsal değişimlerden kaynaklanmaktadır. Türkiye’de şehirleşmenin yoğun olduğu bölgelerde dana eti tüketimi artmakta ve ot yemekleri önemini kaybetmektedir. Ancak, bu durumun tek istisnası, Akdeniz’in doğusu ve Güneydoğu Anadolu’nun batısı gibi kültürel olarak koyun etinin yemeklerin vazgeçilmez bir parçası olduğu bölgelerdir.
  4. Bölge: Kastamonu ve Sinop illerini içerir. Bu bölgede Kastamonu ve Sinop’un lezzet anlayışları benzerlik gösterir. Bu bölgenin merkezi, her iki ilin de ortasına yakın bir konumdadır. Bu nedenle, iki ilin lezzet anlayışı birbirine oldukça benzerdir. Bu benzerlik, illerin kültürel olarak birbirlerine yakın iki şehir olmalarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, aynı iklim ve coğrafi özellikleri taşıyan bu bölge, lezzet anlayışını etkilemektedir.
  5. Bölge: Erzurum, Kars ve Artvin illerini kapsar. Bu bölgede Erzurum mutfağı öne çıkar. Bu bölgenin diğer lezzet sınıflarından ayrılmasının temel nedeni, fiziki coğrafyasının diğer yerlerden farklı olması ve iklim koşullarının daha zorlu olmasıdır. Ayrıca Erzurum ili, ülkenin doğusunda gelişmiş bir mutfak kültürüne sahiptir ve merkezi konumda olup diğer illeri kendi etkisi altına almaktadır. Bu durum, coğrafi olarak bir kavşak noktası olmasından kaynaklanan kültürel etkileşimden kaynaklanmaktadır. Bu etkileşim lezzet anlayışına da yansımaktadır.
  6. Bölge: Kocaeli ve İstanbul illerini içerir. Bu bölgede Kocaeli mutfağı önemli bir rol oynar. Bölgenin lezzet anlayışı büyük ölçüde göçlerle şekillenmiştir. Hem içeriden hem de dışarıdan yoğun göç alan bir bölge olduğu bilinmektedir.
  7. Bölge: Kütahya, Eskişehir, Afyonkarahisar ve Konya illerini içerir. Konya’nın kuzeybatısı bu bölgenin lezzet anlayışına daha uygundur. Bu bölgedeki iller, Ege ve İç Anadolu bölgelerinin geçiş noktasında bulunmaktadır. Bu nedenle, coğrafi özellikleri her iki bölgeden farklılık göstermekte ve kendi aralarında kümelenmelere sebep olmaktadır.
  8. Bölge: Tokat, Amasya, Çorum, Yozgat ve Sivas illerinden oluşur. Tokat ve Sivas illeri bu bölgedeki lezzet anlayışında önemli rol oynar. Bu bölgenin lezzet anlayışı, İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinden farklılaşmaktadır. Bu iller, üç bölgenin kesişim noktasında yer aldığı için farklı bir lezzet anlayışına sahip bir alan ortaya çıkmıştır. Özellikle Tokat ilinin merkezi konumda olması bu durumu açıklamada önemli bir faktördür. Ayrıca, Tokat ili sentez bir yemek kültürüne sahip olduğu için çevre illerle de ilişki içindedir.
  9. Bölge: Bitlis, Muş ve Ağrı illerini içerir. Bu bölgede Bitlis mutfağı öne çıkar. Bu bölgenin lezzet anlayışı üzerinde coğrafyanın etkisi büyüktür çünkü Türkiye’nin en yüksek rakımlı bölgelerinden birinde bulunmaktadır. Bu nedenle tarım ürünleri sınırlıdır veya kısıtlıdır. Bu üç il arasında kültürel olarak da bir bağ kurulmuştur ve benzer yaşam tarzına sahip toplulukların yeme alışkanlıkları da birbirine benzemektedir.
  10. Bölge: Niğde, Aksaray ve Nevşehir illerini kapsar. Bu bölgede Niğde mutfağı önemli bir yer tutar. Bu bölge, İç Anadolu Bölgesi ile Akdeniz Bölgesi arasındaki Toros Dağları’nın üst kısmına denk gelir. Hem Akdeniz ikliminden uzaklaşmaları hem de kültürel olarak birbirlerine yakın olmaları nedeniyle bu iller kendi aralarında kümelenmiştir. Ayrıca, farklı dinler ve kültürler ile tarihsel birikim, bu bölgenin bir araya gelmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
  11. Bölge: Zonguldak, Karabük ve Bartın illerinden oluşur. Zonguldak bu bölgenin lezzet anlayışında öne çıkar. Bu bölgedeki lezzet anlayışını şekillendiren en önemli faktör iklimdir. Coğrafi konumları lezzet anlayışlarını etkilemektedir. Diğer bir faktör ise bu illerin eski zamanlardan beri göç almasıdır, bu da lezzet anlayışlarının çevre illerden farklılaşmasına yol açmaktadır.
  12. Bölge: Giresun, Trabzon ve Ordu illerini içerir. Trabzon ve Giresun illeri bu bölgedeki lezzet anlayışında önemli rol oynar. Ordu ili, bu bölgenin lezzet anlayışına benzese de kendine özgü özellikler göstererek ayrı bir sınıflandırmaya sahiptir. Bu şehirlerin coğrafi şartları, iklimi ve kültürel benzerlikleri, bu bölgelerin bir araya gelmesinin temel nedenidir.
  13. Bölge: Mardin, Diyarbakır ve Elazığ illerini kapsar. Bu bölgede Mardin mutfağı öne çıkar. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin doğusunda yer alan bu iller, yükseltinin azalmaya başladığı bir bölgede bulunmaktadır. Ayrıca, farklı dini ve etnik toplulukların bir arada yaşaması, bu bölgenin lezzet anlayışını etkilemiş ve ortak bir mutfak kimliği oluşmasına yol açmıştır.
  14. Bölge: Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli illerini kapsar. Bu bölgede Edirne mutfağı öne çıkar ve bölgedeki diğer illerin lezzet anlayışı da benzerlik gösterir. . Trakya, Türkiye’nin batısında Balkan Yarımadası’nın güneydoğusunda yer alması nedeniyle kültürel etkileşimin yoğun olduğu bir bölgedir. Ayrıca, coğrafi konumu gereği Anadolu’ya uzak olması, toplumda farklı bir lezzet anlayışının oluşmasına yol açmıştır. İstanbul’a yakın bölgelerde mekânsal kümelenmenin azalması, kendine özgü bir halk grubunun bir arada yaşadığının belirgin bir göstergesidir.
  15. Bölge: Siirt ve Şırnak illerinden oluşur. Bu bölgede Siirt mutfağı önemli bir rol oynar ve Şırnak ile benzer lezzet anlayışına sahiptir. Bu bölgede, yükseklik seviyesi tekrar artış gösterirken, coğrafi konumları nedeniyle iki il de benzer bir lezzet anlayışına sahiptir. Hakkâri’nin bu kümeye dahil olmamasının temel nedeni yine coğrafyadır. Hakkâri’nin fiziksel coğrafyası, birçok tarım ürününün yetişmesine engel teşkil etmektedir. Ayrıca, bölgenin dış dünyaya kapalı olması ve batı kültürünün bu bölgeye yavaş yayılması nedeniyle, bölge kendi özgünlüğünü korumaya devam etmektedir. Ayrıca, terör gibi nedenlerle halkın diğer bölgelerle olan ilişkisi de sınırlıdır.

Bunlara ek olarak, Tokat, Erzurum ve Bitlis illerinin lezzet anlayışlarının bulundukları bölgelerin merkezinde yer aldığı ve diğer bölgeler üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Öte yandan, Ordu ili Karadeniz bölgesinde, kendi ilçeleriyle bağımsız bir küme oluşturma eğilimindedir. Bu bölgelendirme, Türkiye’nin farklı coğrafi bölgelerindeki lezzet farklılıklarını ve yöresel tatların çeşitliliğini göstermektedir. Her bölgenin kendi lezzet anlayışı, kullanılan malzemeler, pişirme yöntemleri ve özel yemeklerinin olması, Türk mutfağının zenginliğini ve çeşitliliğini ortaya koymaktadır.

Sonuç

Bölgeler arasındaki lezzet farklılıkları, coğrafi, iklimsel ve kültürel etkenlerin bir sonucudur. Ayrıca Türkiye’nin farklı bölgeleri, kendi tarım ürünleri, hayvancılık faaliyetleri ve geleneksel lezzet anlayışlarıyla kendine özgü bir mutfağa sahiptir. Bu da Türk mutfağının çeşitliliği ve zenginliğini ortaya koymaktadır. Her bölge kendi yöresel tatlarıyla öne çıkmakta ve bu da Türk mutfağının zengin ve çeşitli bir yapıya sahip olmasını sağlamaktadır.

*Çalışma yazarın doktora tezinden derlenmiştir. Lütfen detaylı bilgi için yazarın doktora tezini ve/veya Coğrafya ve Lezzet: Seçilmiş Yemekler Üzerinden Türkiye’nin Lezzet Anlayışı (Yayınevi: Nobel Bilimsel Eserler) kitabını okuyunuz:

Doktora Tezi Künyesi: Yayla, Ö. (2019). Kullanılan Malzeme Yoğunluğuna Göre Türkiye’de Lezzet Bölgelerinin Oluşturulması. Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir.

 

 

Kaynakça

Abdi, H. (2002). What can cognitive psychology and sensory evaluation learn from each other?. Food Quality and Preference, 13, 445-451.

Akın, G., Özkoçak, V., & Gültekin, T. (2015). Geçmişten Günümüze Geleneksel Anadolu Mutfak Kültürünün Gelişimi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Antropoloji Dergisi, (30), 33-52.

Akkor, Y.E. (2016). Osmanlı Mutfağı-Gelenekten Evrensele. İstanbul: Alfa Yayıncılık.

Akşin, S. (2012). Kısa Türkiye Tarihi. (15. Baskı). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Alpargu, M. (2008). 12. Yüzyıla Kadar İç Asya’da Türk Mutfak Kültürü. A. Bilgin ve Ö. Samancı (Dü.) Türk Mutfağı. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

Arlı, M., & Gümüş, H. (2008). Türk Mutfak Kültüründe Çorbalar. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi (ICANAS 38) (s. 143-158). Ankara: Korza Yayıncılık.

Ateş, M., Ballar, E., & Pekcan, G. (1986). Sosyo-Ekonomik Yönden Farklı Semtlerde Yaşayan Ev Kadınlarının Besin Hazırlama, Pişirme ve Saklama Yöntemlerinin Saklanması. Beslenme ve Diyet Dergisi, 15, 71-83.

Auvray, M., & Spence, C. (2008). Multisensory perception of flavor. Consciousness and Cognition, 17(3), 1016-1031.

Bayrak, A. (2006). Gıda Aromaları. Ankara: Gıda Teknolojisi Derneği.

Baysal, A. (2002). Beslenme Kültürümüz. Kültür Bakanlığı Yayınları: 1230, Yayınlar Dairesi Başkanlığı, Ankara.

Bilgin, A. (2008). Klasik dönem Osmanlı saray mutfağı. A. Bilgin, & Ö. Samancı (Dü.), Türk mutfağı içinde (ss. 71-93), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

Choi, N. E., & Han, J. (2015). How Flavor Works: The Science of Taste and Aroma. Chichester, UK: Wiley Blackwell.

Christensen, C. M. (1984). Food Texture Perception. C. O. Chichester, E. M. Mrak, & B. S. Schweigert (Dü), Advances in Food Research içinde (s. 159-199). Orlando, FL, USA: Academic Press.

Denizer, D. (2008). Türk Turizminin Gelişmesinde Türk Mutfağının Önemi ve Bugün İçin Yapılması Gerekenler. II. Gastronomi Sempozyumu ve Sanatsal Etkinlikler Bildirileri, 10-11 Nisan, Antalya.

Dilsiz, B. (2010). Türkiye’de gastronomi ve turizm (İstanbul örneği). (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul Üniversitesi, İstanbul.

Doğdubay, M., & Giritlioğlu İ. (2011). Mutfak Turizmi. N. Hacıoğlu ve C. Avcıkurt (Dü.), Turistik Ürün Çeşitlendirmesi. Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.

Düzgün, E., & Durlu Özkaya, F. (2015). Mezopotamya’dan Günümüze Mutfak Kültürü. Journal of Tourism and Gastronomy Studies, 3(1), 41-47.

Ekşi, A. (2014). Başlıca Gıda Katkıları ve Kullanılma Amaçları. M. Tayfur (Dü.), A’dan Z’ye Gıda Katkı Maddeleri içinde (s. 1-18). Ankara: Detay Yayıncılık.

Ekşi, A. (2018). Gıdaların Duyusallığı. https://www.labmedya.com/gidalarin-duyusalligi, Erişi tarihi: 4 Haziran 2019.

Eraslan, N. (2012). Pişirme Yöntemleri. Ankara: Detay Yayıncılık.

Erdoğan Aracı, Ü. (2016). Türk Mutfağı. H. Kurgun, & D. Bağıran Özşeker (Dü.) Gastronomi ve Turizm. Ankara: Detay Yayıncılık.

Fresquez, D. (2013). A Taste of Molecules – In Search of the Secrets of Flavor. New York, USA: the Feminist Press.

Guichard, E., & Salles, C. (2016). Retention and release of taste and aroma compounds from the food matrix during mastication and ingestion. P. Etievant, E. Guichard, C. Salles, & A. Voilley (Dü.), Flavor From Food to Behaviors, Wellbeing and Health içnde (pp. 3-22). Duxford, UK: Woodhead Publishing, Elsevier.

Gülal, M., & Korzay, M. (1987). Yemek Pişirme. İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.

Güler, S. (2010). Türk Mutfak Kültürü ve Yeme İçme Alışkanlıkları. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (26), 24-30.

Güler, S., & Olgaç S. (2010). Lisans Düzeyinde Eğitim Gören Öğrencilerin Türk Mutfağının Tanıtım ve Pazarlanmasına İlişkin Görüşleri (Anadolu Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu Örneği). Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 28, 227-238.

Gürsoy, D. (2004). Tarihin Süzgecinde Mutfak Kültürümüz. İstanbul: Oğlak Yayınları.

Halıcı, N. (2009). Türk mutfağı. İstanbul: Oğlak Yayıncılık.

Karadeniz, F. (2000). Lezzet Algılama Mekanizması. Gıda, 25(5), 317-324.

Kızıldemir, Ö., Öztürk, E., & Sarıışık, M. (2014). Türk Mutfak Kültürünün Tarihsel Gelişiminde Yaşanan Değişimler. AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(3), 191-210.

Közleme, O. (2012) “Türk Mutfak Kültürü ve Din”. (Yayınlanmamış Doktora Tezi). Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi, İstanbul.

Krishna, A. (2012). An integrative review of sensory marketing: Engaging the senses to affect perception, judgment and behavior. Journal of Consumer Psychology, 22(3), 332-351. doi:10.1016/j.jcps.2011.08.003

Kumar Verma, D., & Srivastav, P. P. (2019). Introduction to Rice Aroma, Flavor, and Fragrance. D. Kumar Verma, & P. P. Srivastav (Dü.) Science and Technolojy of Aroma, Flavour, and Fragrance in Rice içinde (s. 4-27). Waretown, USA: Apple Academic Press Inc.

Laing, D. G., & Jinks, A. (1996). Flavour perception mechanisms. Trends in Food Science and Technology, 7(Special Issue on Flavour Perception), 387-389.

Lindsay, R. C. (1996). Flavors. O. R. Fennema (Dü.), Food Chemistry içinde (s. 723-766). New York, USA: Marcel Dekker Inc.

Oral, M. Z. (2008). Selçuklu Devri Yemekleri ve Ekmekleri. M. S. Koz (Dü.), Yemek Kitabı I içinde (s.18-34). İstanbul, Kitabevi Yayınları.

Orhun, D. (2019). Gastronomi ve Tatbilirlik. E. Yalçınkaya (Ed), Koku ve Tat Algısı içinde (199-204). Ankara: US Akademi.

Orhun, D., & Akıllı, K. (2019). Yedikleriniz Davranışlarınız Olur. İstanbul: Velespit Yayınları.

Samancı, Ö. (2016). Cumhuriyet Döneminde Türk Mutfak Kültürü. A. Dündar Arıkan (Dü.), Türk Mutfak Kültürü içinde (s. 86-106). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.

Samancı, Ö., & Croxford, S. (2006). XIX. Yüzyıl İstanbul Mutfağı. İstanbul: PMP Basım Yayın.

Serdaroğlu, M., & Değirmencioğlu, G. Ö. (2002). Etin Önemli Bir Kalite Özelliği: Lezzet. Gıda, 27(4), 297-303.

Simon, S. A., de Araujo, I.E., Gutierrez, R., & Nicolelis, M. A. (2006). The neural mechanisms of gustation: a distributed processing code. Nature Reviews Neuroscience, (7), 890-901.

Small, D. M. (2008). Flavor and the Formation of Category-Specific Processing in Ol-faction. Chemosensory Perception, 1(2), 136-146.

Smith, D. V., & Margolskee, R. F. (2001). Making Sense of Taste. Scientific American, 284(3), 32-39.

Stevenson, R. J. (2012). The role of attention in flavour perception. Flavour, 1(2), 1-8.

Sürücüoğlu, M. S. (1999). Osmanlı İmparatorluğunda Mutfak Teşkilatı, Protokol, Tören ve Şenlik Yemekleri. Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar. Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayın No: 23, s. 49-81, Ankara.

Sürücüoğlu, M. S., Özçelik, A. Ö., & Hasipek, S. (2001). Akdeniz mutfağı içerisinde Isparta mutfağının yeri. Isparta’nın Dünü, Bugünü, Yarını Sempozyumu, Bildiriler Cilt:3, S.D.Ü. Basımevi, s.53-64, Isparta.

Sürücüoğlu, M. S., & Özçelik, A. Ö. (2005). Eski Türk besinleri ve yemekleri. Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar. Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayın No:34., Cilt :12, Birlik Matbaacılık, s.7-54. Ankara.

Sürücüoğlu, M. S., & Özçelik, A. Ö. (2008). Türk Mutfak ve Beslenme Kültürünün Tarihsel Gelişimi. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi (ICANAS 38). 1, s. 1289-1310. Ankara: Korza Yayıncılık.

Şahin, H. (2008). Türkiye Selçuklu ve Beylikler Dönemi Mutfağı. A. Bilgin, & Ö. Samancı (Dü.), Türk Mutfağı içinde (s. 39-55). Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

Şanlıer, N., Cömert, M., & Durlu Özkaya, F. (2012). Gençlerin Türk Mutfağına Bakış Açısı. Millî Folklor, 24(94), 152-161.

Türkoğlu, H., & Kozak, M. A. (2015). Türk mutfağının gelişiminde gurmelerin rollerine yönelik algılamalar. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, 26(2), 207-220.

Ünal, A. (2007). Anadolu’nun en eski yemekleri: Hititler ve çağdaşı toplumlarda mutfak kültürü. İstanbul: Homer Kitabevi.

Yerasimos, M. (2019). 500 Yıllık Osmanlı Mutfağı. İstanbul: Boyut Yayın Grubu.

Yılmaz, A. (2002). İşyerimiz mutfak, mesleğimiz aşçılık, sanatımız pişirmek. İstanbul: Boyut Yayıncılık.

Yılmaz, E., & İşleten, M. (2004). Gıda matrislerinden aroma maddeleri salınımının fiziksel esasları. Gıda Mühendisliği Dergisi, 8(18), 25-29.

Yılmaz, E., & İşleten, M. 2004. Gıda matrislerinden aroma maddeleri salınımının fiziksel esasları. Gıda Mühendisliği Dergisi, 8(18), 25-29.

CED 2023 İlkbahar Faaliyet Raporu    

A. ULUSLARARASI PROJE

Derneğimizin de paydaşı olduğu, Eskişehir Teknik Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi, İtalya ve İspanya’dan paydaşlarla yürütülmekte olan ‘’Sürdürülebilir Kırsal Turizm için Anti-Kırılgan Gençler: Kırsal Turizm için Evet’’ projesi kapsamında kırsal turizm girişimcisi yetiştirmeye yönelik hazırlanan eğitim Anadolu Üniversitesi Turizm Fakültesinde verilmektedir. Nonformal eğitim yöntemlerinin kullanıldığı eğitimler tüm coşkusuyla devam ediyor.

 

B. ÇEVRİM İÇİ YKS COĞRAFYA DERSLERİ

“Depremzedelere Umut Oldular: Coğrafya Eğitimi Derneği Üyeleri, Üniversite Adaylarına Ücretsiz ve Gönüllü YKS Hazırlık Dersleri Verdi”

Derneğimizin değerli üyeleri coğrafya öğretmenlerinden Ferhat Varol, İsmet Çüçen, Birol Altunay, Turgut Emrah Ardıçoğlu, Hatice Özgün ve Kadir Eldemir, üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilere ücretsiz ve gönüllü olarak online YKS hazırlık dersleri verdiler.

 

Derneğimizin yönetim kurulu üyesi Engin Kahyaoğlu tarafından planlanan ve yönetilen bu anlamlı projede 2 aylık bir süreyi kapsayan dersler, öğrencilerin sınav stresini hafifletmek ve onları üniversite sınavlarına coğrafya alanında en iyi şekilde hazırlamak amacıyla düzenlendi.

 

Öğretmenlerimizin bu özverili çalışmaları deprem bölgelerindeki gençlerin hayallerini gerçekleştirme yolunda önemli bir adım oldu. Zor şartlarda bile eğitimden kopmayan ve hayallerini sürdüren öğrenciler, bu dersler sayesinde sınavlara daha hazırlıklı, umutlu ve kendilerine güvenli bir şekilde girme fırsatı buldular.

 

Coğrafya Eğitimi Derneği, bu projeyle bir kez daha topluma olan sorumluluğunu yerine getirdiğini gösterdi. Dernek, gençlerin eğitimine ve gelişimine katkı sağlama konusunda öncü bir rol üstlendi ve toplumun her kesimine eğitim erişimini sağlama hedefine dair kararlılığını bir kez daha kanıtladı.

 

Coğrafya Eğitimi Derneği üyesi öğretmenlerimizin bu özverili ve değerli girişimini kutluyor ve depremden etkilenen bölgelerdeki öğrencilere eğitimde ışık olmaya devam etmeleri dileğimizi iletiyoruz.

 

 

 

 

 

 

C. DEKANLIK ATAMASI

Anadolu Üniversitesi Turizm Fakültesine dekan olarak derneğimiz yönetim kurulu başkanı Prof. Dr. Semra Günay atanmıştır. Başkanımızı tebrik eder, yeni görevinde başarılar dileriz.

 

Golf Sahalarında Su Kriziyle Mücadelede En Doğru Seçim Zoysia Çim

Golf Sahalarında Su Kriziyle Mücadelede En Doğru Seçim Zoysia Çim

Ahsen Aslı KARATAŞ – Elifsu ÖZGÜNEŞLİ – Işın ERDOĞAN

Dünyanın yaklaşık 4,5 milyar yıllık yolculuğunda ona eşlik etmiş olan en önemli kaynak şüphesiz sudur. Fakat dünya, bu kaynağının hoyratça kullanımı sonucunda en sadık yol arkadaşını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Su kaynaklarının tükenmesi sonucu meydana gelen su krizi dünya üzerindeki tüm canlılar için ciddi risk teşkil etmektedir. Su krizine sebep olan en temel etmen küresel ısınmadır. Küresel ısınma en basit tanımıyla atmosferin dünya yüzeyine yakın kısımlarında ortalama dünya sıcaklığının doğal olarak veya insan etkisiyle artması biçiminde tanımlanabilir (Aksay, 2005). Küresel ısınma sonucu meydana gelen iklim değişikliği, etkilerini hissedilir ve ciddi boyutlarda göstermeye başlamış olup dünyanın verdiği bir alarm niteliğine dönüşmüştür. Küresel ısınma ve iklim değişikliği kavramları aynı anlamda kullanılmasına karşın iki kavram arasında farklılıklar vardır. Küresel ısınma, dünyanın ortalama sıcaklık değerlerindeki artış anlamına gelirken iklim değişikliği; belirli bir bölgenin mevsimlik yağış, nem ve sıcaklık değerlerindeki değişimleri ifade etmektedir (Yamanoğlu, 2006). Sıcaklık artışı sonucu meydana gelen ısınma; kuraklık, hidrolojik döngünün değişmesi, su kaynaklarının hacminde ve kalitesinde azalma, temiz su kaynaklarının denize karışması, kar ve buzulların erimesi, aşırı buharlaşma, yağış miktar ve rejiminde değişiklik, su kıtlığı gibi sorunların kaynağını oluşturmaktadır (Karaman ve Gökalp, 2010). Buna ek olarak dünya genelinde var olan tatlı su miktarı, toplam suların yalnızca %3,5’i kadarken bu miktarın da %1,74’ü buzullarda katı halde bulunmakta ve bu sebeple kullanım imkânı sunmamaktadır (Sampat, 2001; akt. Aksungur ve Firidin, 2008). Kullanılabilir su kaynaklarının görece az oranda bulunması sebebiyle suyun bilinçsizce kullanımı konusuna son verilmesi oldukça önemli olup bu hususta su kaynaklarının daha çevreci, verimli ve öngörülen tehlikenin farkındalığıyla kullanımı önem arz etmektedir. Suyun bilinçsizce kullanımı sonucu ortaya çıkan su kıtlığından en çok etkileneceği öngörülen bölgelerden birisi de Akdeniz bölgesidir. Bu bağlamda Demir ve ark. (2008) yaptıkları bir çalışmada İngiltere Meteoroloji Servisi tarafından ortaya konan ve bölgesel bir iklim modeli olan PRECIS (Providing Regional Climates for Impacts Studies)’i baz alarak bir rapor oluşturmuşlardır. Bu rapora göre Akdeniz bölgesinde mevcut kaynak tüketiminin devam etmesi halinde ilerleyen yıllarda bölgenin genelinde 4-5°C sıcaklık artışı yaşanacağı ve yağış oranlarında düşüş meydana geleceği öngörülmektedir. Yaşanacak olan sıcaklık artışı ve yağış oranlarındaki azalış sebebiyle bölgede zamanla kuraklık ve susuzluk yaşanacağı da beklentiler arasındandır. Türkiye, Akdeniz iklim kuşağında yer aldığından rapora göre, bu iklim bölgesinde görülmesi beklenen sonuçların Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde de yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Akdeniz bölgesi için mevcut imkanlar bağlamında önlem alınabilirliği en mümkün olan ve kullanılabilir tatlı su sarfiyatının azımsanamayacak düzeyde olduğu sektörlerden birisi de turizm sektörüdür. Bu sektörde harcanan su miktarı göz önünde bulundurulduğunda sektörde doğru su yönetimi bir gereklilik olarak öne çıkmaktadır. Su yönetimi, su kaynaklarının planlı bir biçimde geliştirilmesi, paylaştırılması ve kullanılması olarak tanımlanabilir (Aküzüm, Çakmak ve Gökalp, 2010: 67). Doğru su yönetimine en çok ihtiyaç duyan sektörlerden biri olması sebebiyle turizm sektörüne “sürdürülebilir turizm” kavramının kazandırılması bir gerekliliktir. Sürdürülebilirlik kavramı ilk kez 1972 yılında Stockholm’de düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda gündeme gelmiştir. (Özgeriş ve Karahan, 2021). Sürdürülebilirlik, toplumun, ekosistemin ya da devam eden herhangi bir sistemin ana kaynakları tüketmeden belirsiz bir geleceğe dek işleyişinin devamlılığının sağlanması şeklinde tanımlanabilir (Gilman, 2002; akt. Özmehmet, 2010:3). Sürdürülebilir turizm ise en sade haliyle bir turistik merkezin ayırt edici özelliklerinin korunarak geleceğe aktarılması olarak ifade edilebilir (Garda ve Temizel, 2016). Sürdürülebilir turizmin gelişimi çevre ve doğal kaynakların korunarak bu kaynaklardan en zararsız ve en verimli şekilde yararlanılması ile mümkün olacaktır.  

Golften Kazandığımız Para Kaybettiğimiz Suyu Satın Almaya Yetmeyecek

Golf turizmi gibi oldukça fazla suya ihtiyaç duyan ancak Türkiye ekonomisine katkısı göz ardı edilemeyecek derecede olan faaliyetler için bu faaliyetlerden vazgeçmeden sürdürülebilir uygulamaların tercih edilerek devamlılığının sağlanması gerekmektedir. Golf turizminin Türkiye ekonomisine olan katkısına bakıldığında bir golf turistinin oyun başına verdiği ortalama ücretin yanında konaklama, yeme içme, ulaşım gibi hizmetlere ayırdığı ödenekler de hesaba katıldığında normal turiste göre 2,5 ile 10 kat daha fazla harcama yaptığı görülmektedir. Başka bir ifadeyle turistlerin Türkiye’de farklı destinasyonlarda bir hafta konaklayarak harcadığı miktarı golf turistleri bir golf oyununa harcamaktadır (Çetin, 2008). Golf turizminin ekonomik anlamdaki getirilerine karşın golf sahalarının sürekli yeşil kalması için yüksek miktarda su tüketimi gerekmektedir. TTYD (Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği)’nin 2010 yılı Golf Turizm Raporu’na göre Türkiye’deki tüm golf sahalarının bir yıllık su tüketim miktarı yaklaşık 4 milyon m³ tür. (Golf Turizm Raporu, 2010; akt. Çevik ve Güzel Değer, 2018). Bu denli su sarfiyatına neden olan başlıca etmen sahalarda kullanılan çim türünün duyduğu su ihtiyacıdır. Çim bitkisi, serin iklim çimleri ve sıcak iklim çimleri olarak iki farklı kategoriye ayrılmaktadır. Serin iklim çimlerinin kuraklığa olan hassasiyeti sebebiyle sulama aralıkları kısadır. Sıcak iklim çimleri, serin iklim çimlerinin aksine, kuraklığa dayanıklı olması sebebiyle geniş sulama aralıklarına sahiptir. Ayrıca yapılan araştırmalar sonucu sıcak iklim çimlerinin serin iklim çimlerine göre %43 daha az su talep ettiği ve %52 daha az su tükettiği belirlenmiştir (Ayanoğlu ve Orta, 2019). Bu iki tür arasındaki diğer farklar ise sıcak iklim çimlerinin, serin iklim çimlerine göre toprak yüzeyine daha yakın gelişebilmeleri, dipten biçilmeye dayanıklı olmaları, köklerini daha derine işleyebilmeleri, basılmaya ve ezilmeye karşı daha dayanıklı olmalarıdır. Buna ek olarak serin iklim çimlerinin tohumla üretilmesine karşın sıcak iklim çimlerinin çoğunlukla vejetatif üretilmesi sebebiyle daha hızlı üretim ve gelişim sağlaması da dikkate değer bir farklılıktır.[1] Sıcak iklim çimleri daha az su tüketmelerine rağmen yaz dönemi boyunca yeşil renklerini koruyabilmektedirler (Avcıoğlu 1997 akt. Ayanoğlu vd.). Ancak serin iklim çimlerinde bu durum oldukça fazla gübre ve pestisit kullanımıyla sağlanabilmektedir. Bu kullanımlar sonucu kimyasallar yeraltı sularına karışmakta ve bu durum çevre için büyük bir risk haline gelmektedir.

Proje Deney Süreci

Bu soruna yönelik olarak projemizde, sıcak iklim çimi Zoysia matrella ile serin iklim çimi Lolium perenne arasındaki su tüketim farklarını deneysel bir metodolojiyle ortaya koymak ve golf sahalarında Zoysia matrella çiminin diğer çime göre daha az su tükettiğini saptamak amaçlandı. Bu amaca yönelik iki deney düzeneği hazırlanarak bir düzeneğe Lolium perenne çimi diğerine ise Zoysia matrella çimi ekilerek ilk aşamada ihtiyaçları doğrultusunda Lolium perenne çimine 4 günde bir, Zoysia matrella çimine 10 günde bir su verildi. Bu esnada Lolium perenne çiminin daha sık biçme ihtiyacı duyduğu gözlemlendi. İkinci aşamada ise kıyaslama yapabilmek adına her iki çim içinde sulama aralığı 10 gün olarak sabitlendi. Bunun sebebi Zoysia matrella çiminin 10 günde bir sulanarak canlılığını ve estetik görünümünü koruyabilmesiydi. Her iki aşamada da Lolium perenne çimine, ihtiyaç duyması sebebiyle, gübre verildi. Deneyin ikinci aşamasında Lolium perenne çimine gübre verilmesine rağmen çimde yoğun sararma ve kuruma gözlemlendi. Ulaşılan sonuçlarda Zoysia matrella çiminin Lolium perenne çimine göre hem daha az su ve biçme gerektirmesi hem de kimyasala ihtiyaç duymadan estetiğini koruyabilmesi sebebiyle golf sahalarında kullanılmasının daha çevreci bir alternatif olduğu tespit edildi. 

  Fotoğraf 1. Lolium perenne çiminin ilk hali        

Fotoğraf 2. Lolium perenne çiminin son hali

Fotoğraf 3. Zoysia matrella çiminin ilk hali 

Fotoğraf 4. Zoysia matrella çiminin son hali

Çalışma, deneysel yöntemin yanında nitel yöntem ile de desteklendi. Nitel yöntem; gözlem, görüşme ve doküman analizi gibi nitel veri toplama yöntemlerinin kullanıldığı, algıların ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül bir biçimde ortaya konmasına yönelik nitel bir sürecin izlendiği araştırma biçimi olarak tanımlanabilir (Yıldırım ve Şahin, 2008, 39). Nitel yöntem kapsamında konunun uygulanabilirliğini ölçmek ve deneyi desteklemek amacıyla uzman iki bahçıvan, bir uzman Zoysia yetiştiricisi, bir ziraat mühendisi Zoysia yetiştiricisi, bir akademisyen ziraat mühendisi, bir akademisyen çevre mühendisi, bir akademisyen turizm coğrafyacısı ve bir peyzaj mimarıyla mülakatlar gerçekleştirildi. Ayrıca konuya ilişkin yapılan araştırmalara ve konunun geçerliliğini tespit edebilmeye dair geniş çaplı bir alanyazın taraması yapıldı. Mülakatlar ve literatür taraması sonucunda Zoysia matrella çiminin %50 daha az su tükettiğine, daha az kimyasal kullanımı gerektirdiğine ve sürdürülebilir bir çim olduğuna ulaşıldı. Elde edilen bu sonuçlar deneyle ortaya konan verilerle birebir örtüştü. Gerçekleştirilen mülakatlardan bir örnek aşağıda yer almaktadır.

Sekizinci Görüşmeci

Meslek: Akademisyen Çevre Mühendisi

Görüşme Tarihi: 14.01.2023/ 14.30

1)      Bu görüşmenin kayıt altına alınmasına onayınız var mıdır?

 Elbette.

 

 

2)      Zoysia çimi kullanımının biyoçeşitliliğe olumlu veya olumsuz etkileri var mıdır? Varsa nelerdir?

Eğer ki çim haşere oluşumuna müsaade etmiyorsa bu biyoçeşitliliği tehlikeye sokar. Ancak bünyesinde bu haşerelerden bulundurup haşereler bu çimle beslenmiyorsa herhangi bir sorun olmaz biyoçeşitlilik için. Zoysia çiminin de bildiğim kadarıyla yapraklarını böcekler yemiyor. Yani Zoysia biyoçeşitlilik için risk teşkil edeceğini düşünmüyorum ben.

 

 

 

 

 

3)      Zoysia çiminin yetiştirilmesinde pestisit ve herbisite ihtiyaç duymaması çevreye ne gibi etkilere sebep olur?

Çok güzel bir soru. Şimdi pestisit ya da herbisit kullanılmıyorsa çevre yetiştiriciliğinde bir zararı olmaz. Olumlu açıdan baktığımızda normalde şu anda tarımda önemli olan ürünün verimini artırmak için pestisit veya herbisit kullanmak. Ama bu çimin bunlara ihtiyaç duymaması kesinlikle inanılmaz yüksek bir avantaj sağlar. Çünkü bizim istediğimiz; yeraltı suyunu kirletmeyecek, çim sulaması yaptığınız zaman siz o su topraktan yeraltına geçecek. Pestisitlere ihtiyaç duymaması sebebiyle yeraltı suları korunmuş oluyor. Diğer çimlere göre inanılmaz derecede avantajlıdır.

 

 

 

 

 

4)      Golf sahalarındaki aşırı su tüketimine karşı başka ne gibi alternatifler var?

Aslında golf sahaları bizim çevre mühendisleri açısından çok doğru bulduğumuz alanlar değil. Sürekli yeşil kalması için sulanması yüzünden biz bu alanları istemiyoruz. Ama çevre açısından düşünüldüğünde çim yerine atıklardan çıkan yapay çim kullanılabilir. Ama bunun şöyle bir dezavantajı olabilir. Yağış olduğunda siz orada geçirimsiz bir alan oluşturuyorsanız o yağışı toplamanız gerekir. Tabi bu bazen avantaj bazen dezavantajdır. Suyu alırsınız başka bir alanda kullanabilirsiniz. Yapay çimlerin su ihtiyacı olmayacağından yeraltı suyunu kirletmemiş olursunuz ilaç kullanılmadığı için.

 

5)      Zoysia çiminin istilacı özelliğe sahip olması ne gibi sonuçlara neden olabilir?

Alanda korumalı bir üretim yapıldığında istilacı bir tür olmasının bence bir önemi yoktur. Golf sahaları da korunaklı alanlar olduğu için bir sınırınız var. Ancak çimin tohumu diğer alanlara yayılırsa bu tehlikeli bir durumdur.

 

6)      Golf sahalarının sıcak ve nemli Akdeniz bölgesinden daha iç kesimlere taşınması konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

Biz bu konuyu da çok tartıştık. Aslında taşınabilir mi taşınabilir. Akdeniz’deki sıcak hava dalgası iklimin kaymasıyla beraber İç Anadolu’ya kaydı. Biz Akdeniz’deki iklimi yaşıyoruz Eskişehir’de. O yüzden çim koşullara uyum sağlayabileceği için sorun olmayacaktır.

Tüm proje sürecinde elde edilen ve unutulmaması gereken en önemli sonuç şudur ki “Su biterse herkes susar.”

KAYNAKLAR

Aksay, C. S., Ketenoğlu, O. & Kurt, L. (2005). Küresel Isınma ve İklim Değişikliği. Selçuk Üniversitesi Fen Fakültesi Fen Dergisi, 1 (25), 29-42.

Aksungur, N. & Firidin, Ş. (2008). Su Kaynaklarının Kullanımı ve Sürdürülebilirlik. Aquaculture Studies, 2008 (2)

Aküzüm, T., Çakmak, B., & Gökalp, Z. (2010). Türkiye’de su kaynakları yönetiminin değerlendirilmesi. Tarım Bilimleri Araştırma Dergisi, (1), 67-74.

Ayanoğlu, H., & Orta, A. H. (2019). Toprak Altı Damla Sulama Yöntemi ile Sulanan Serin ve Sıcak İklim Çimlerinde Sulama Zamanı Planlaması. Tekirdağ Ziraat Fakültesi Dergisi, 16(3), 362-381.

Çetin G., “Dünya’da Golf Turizmi ve Türkiye’de Golf Turizmi Potansiyelinin Değerlendirilmesi”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, (2008).

Çevik, S. & Güzel Değer, A. (2018). Akdeniz Bölgesi İçin Küresel Isınma Senaryoları ve Bitkiler Üzerindeki Olası Etkileri. Dünya Multidisipliner Araştırmalar Dergisi, 2018 (1), 60-68 

Demir, İ., Kılıç, G. & Coşkun, M. (2008). Türkiye ve bölgesi için PRECIS bölgesel iklim modeli çalışmaları. İklim Değişikliği ve Çevre, 1 (1), 11-17.

Garda, B., & Temizel, M. (2016). Sürdürülebilir turizm çeşitleri. Selçuk Üniversitesi Sosyal ve Teknik Araştırmalar Dergisi, (12), 83-103.

Karaman, S., & Gökalp, Z. (2010). Küresel Isınma ve İklim Değişikliğinin Su Kaynakları Üzerine Etkileri. Tarım Bilimleri Araştırma Dergisi, (1), 59-66.

Özgeriş, M., & Karahan, F. (2021). Kalkınma Odaklı Mekânsal Tasarım ve Uygulama Girişimlerinin Sürdürülebilirliğinin Değerlendirilmesi: Sakin Şehir Uzundere Örneğinde Bir Çalışma. Bartın Orman Fakültesi Dergisi23(1), 45-58.

Özmehmet, E. (2008). Dünyada ve Türkiye Sürdürülebilir Kalkınma Yaklaşımları. Yaşar Üniversitesi E-Dergisi, 3(12), 1853-1876.

Yamanoğlu, G. Ç. (2006). Türkiye’de Küresel Isınmaya Yol Açan Sera Gazı Emisyonlarındaki Artış ile Mücadelede İktisadi Araçların Rolü. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara

Yıldırım, A., & Şimşek, H. (2008). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri (6. Baskı). Ankara: Seçkin Yayıncılık

https://acikders.ankara.edu.tr/mod/resource/view.php?id=4949

Değişen İklimin Göç Tembeli Kuşları Leylek, Kara Leylek, Karabaşlı ve Maskeli Ötleğen Örneklemi  

 

Değişen İklimin Göç Tembeli Kuşları Leylek, Kara Leylek, Karabaşlı ve Maskeli Ötleğen Örneklemi 

Gülce Alya Ertürkmen [1] –  Irmak Eyüpoğlu [2]Işın Erdoğan [3]

GİRİŞ

“Bağışlayın bizi ey göçmen kuşlar! Yaşananlar ve yaşanacak olanlar için bizi bağışlayın! İnsanlar niçin böyle yaşıyor, bu dünyada niçin bunca katledilen ve katledilecek olan insan var, bunu ne benim açıklayabilmem ne de sizin anlayabilmeniz mümkün değil… Tanrı aşkına bizi bağışlayın temiz gökyüzünde kendi yoluna giden göğün masum kuşları…” Aytmatov’un bu sözleri[4] her geçen gün yadsınamaz şekilde hissedilen ve insan kaynaklı olan küresel iklim değişikliğinin göçmen kuşlar üzerindeki etkileri sonucunda insanlığın, göçmen kuşlara özrü niteliğindedir. Sadece göçmen kuşlara değil insanlık olarak çevreye verdiğimiz her zarardan dolayı özellikle de nesli tükenmiş ve bir daha asla göremeyeceğimiz tüm canlı türlerine özür borçluyuz. Onlar tarafından bağışlanmayabiliriz ama hala aramızda olan türler için elimizden geleni yapmalı ve Dünya’mızı tekrar yaşanabilir bir yer haline getirmeliyiz.

Küresel iklim değişikliğinin canlı türlerinin fenolojilerini etkileyip değişimlere sebep olduğu bilinmektedir[5]. Hatta farklı canlı türlerini farklı şekilde etkileyeceğinden dolayı canlıların bu değişimden kaynaklı fenolojilerinin nasıl şekilleneceğine dair olan bilgilere duyulan ihtiyacın artacağı tahmin edilmektedir.[6] Fenoloji; İklime ve çevre şartlarına bağlı sürekli ve belirli aralıklarla gerçekleşen biyolojik olayların kayda alınması ve incelenmesidir. Fenolojik değişimlere göç, çiftleşme, yuva yapma vb. davranışlarındaki değişimler örnek verilebilir.

Birçok çalışma, göçmen kuşların göç fenolojisi ile iklim değişkenleri arasında anlamlı istatistiksel ilişkiler olduğu sonucuna varmıştır ve göç tarihlerindeki son değişimlerin iklim değişikliğine verilen bir tepki olduğu çoğunluk tarafından kabul edilmektedir. [7] Kış aylarının daha ılıman geçtiği ve besine ulaşmanın daha kolay olduğu durumlarda göçmen kuşlarda göç etmeme isteği görülebilmektedir. Bu durum da bir göç davranış değişikliğine sebep olabilmektedir. Yapılan bir araştırmaya göre insan faaliyetleri sonucunda, bazı kuş göçlerinin azalacağı hatta ortadan kalkabileceği sonucuna varılmıştır.[8]

NASA tarafından hazırlanan 1880-2021 yılları arasındaki küresel sıcaklık anomalilerinin görselleştirildiği videoda da açıkça görüldüğü üzere 1880’den beri tutulan kayıtlarda son sekiz yıl en sıcak yıllardır. Buradan iklim değişikliğinin küresel sıcaklık değerlerine olan etkisi görülebilmektedir.[9] IPCC Altıncı Değerlendirme Raporu’nda belirtildiği üzere Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, sıcaklığı en çok artan bölge olmamasına rağmen “iklim değişikliği odak noktası” (climate change hotspot) olarak adlandırılmıştır. [10]Ayrıca raporda, AB ve Doğu Avrupa’daki en büyük kış ısınması ve Akdeniz’deki en büyük yaz ısınmasıyla birlikte Avrupa kıtasındaki ortalama ısınmanın küresel ısınma ortalamasından daha yüksek olacağı belirtilmiştir. [11]Bu odak noktaları üzerinde yer alan ülkemize dair yapılan çalışmalar sonucunda ısınmanın gün geçtikçe artacağı ve yıllık ortalama, maksimum ve minimum hava sıcaklıklarında açıkça bir artış eğilimi olduğu görülmüştür. Ülkemizin mevsimlik ortalama hava sıcaklıkları incelendiğinde (özellikle Akdeniz Bölgesi’nde) kış mevsiminde anlamlı ısınma eğilimleri saptanmıştır.[12]

Birçok göçmen kuş gibi Leylekler (Ciconia ciconia) de Avrupa’ya göç etmek için iki ana güzergâh kullanırlar: bu güzergahlardan biri Cebelitarık Boğazı iken diğeri ise Anadolu üzerinden İstanbul ve Çanakkale Boğazlarıdır (bkz. orni_ekler) Leylekler bu iki göç rotasının birini kullanarak ilkbahar göçünü tamamlarlar. Bu sebeple ülkemiz Leylekler için önemli bir geçiş ve üreme noktasıdır. [13] Ülkemizde sıkça görülen bilimsel adı “Ciconia nigra” olan “kara leylek” habitat olarak yerleşimden uzak, zarar görmemiş sulak ormanlık alanları seçer. Göç güzergahı leyleklerinkiyle benzerlik göstermektedir.[14] Karabaşlı ötleğen (Sylvia atricapilla) küçük sürüler halinde göç eder. Avrupa popülasyonlarının göç alışkanlıklarında oldukça hızlı evrimsel değişiklikler görülebilmektedir.[15] Maskeli ötleğen (Curruca melanocephala) Akdeniz ve Avrupa da yaşam alanları bulunan bir türdür. İlkbaharda kıyı göçü yaparak sıcak kıyı kesimlerini tercih eder.[16] Özellikle Avrupa’nın kuzeyinde yaşanan, soğuk kışlar ile üreme sayılarında ciddi düşüş yaşanır ve yaşamları tehlikeye girer. Bu kuş türünün Avrupa’daki popülasyonları için Küresel İklim değişikliğinin fayda sağlayabileceği düşünülmektedir. [17]

YÖNTEM

Yapılan araştırma nicel ve nitel araştırma yöntemlerinin bir arada kullanıldığı karma yöntem ile desenlenmiştir. Araştırmada hem nicel hem de nitel yöntemlerin veri toplama aracı kullanılmış. İki yöntemi de kullanarak araştırmanın güvenilirlik düzeyinin arttırılması sağlanmıştır.[18] Ayrıca proje sürecinde Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ornitoloji Araştırma Merkezinin yönettiği halkalama çalışmalarına katılarak, araştırılan kuş türlerine dair ornitologlardan ve halkalama kampına katılan öğrencilerden bilgi edinilmiş, araştırılan türler derince incelenmiş, halkalamaya tanıklık etme imkânı bulunmuş ve türlere ait saha çalışması yapılmıştır. Bu açıklamalar çerçevesinde yürütülen çalışmada alanında uzman bir iklim bilimci ve iki ornitolog ile mülakat yapılmıştır. Bununla birlikte konuya dair uzun süren ve birçok kaynağın incelendiği literatür taraması gerçekleştirilmiştir. Uzmanlar tarafından onaylanmış olan kuş gözlem ve kayıt platformu olan eBird’den 2000-2022 yılları arası aralık-şubat aylarının Türkiye geneli verileri alınarak (bkz. orni_ekler) Coğrafya Bilgi Sistem (CBS) olan ArcGIS 10.5 ile yıllık periyot haritalarına dönüştürülmüştür. Aynı zamanda tüm çalışmadaki istatistiksel analizlerde Ondokuz Mayıs Üniversitesi tarafından lisanslı SPSS 22 bilgisayar paket programı kullanılarak belirlenen tarih aralığındaki yıllık sayısal değişikliklerdeki ilişkiye bakılmıştır.

SONUÇ

Harita Sonuçlarının Analizi

Bu çalışmada küresel iklim değişikliğinden kaynaklı artan sıcaklık değerlerinden yola çıkarak 2000-2022 yılları arasında özellikle de aralık-şubat döneminde ülkemizden göç etmeyen bazı leylek, kara leylek, maskeli ötleğen, karabaşlı ötleğen popülasyonlarının sayılarındaki değişimler izlenmiştir.

 Harita 1’de görüldüğü gibi 2000-2001 dönemine ait leylek kayıtları oldukça azdır.

 Harita 2’de hem leylek gözlenen yerlerde hem de gözlenen birey sayılarında artış bulunmaktadır.

Harita 3’ten hareketle en çok kayıt Marmara bölgesindendir. Doğu Anadolu bölgesinden en çok kayıt Iğdır ilimizdendir.

Harita 4’te 2000-2001 dönemine ait sadece İzmir Kuş Cenneti’nden 1 kayıt yapılmıştır.  

 Harita 5’ten hareketle 2000-2010 döneminde alınan verilerin Adana, İzmir ve İstanbul illerinde yoğunlaştığı saptanmıştır.

Harita 6da görüldüğü üzere kara leylekler, Ege kıyılarında sıkça gözlemlenmişken Hatay, Adana ve Samsun illerinde de oldukça fazla gözlem yapılmıştır.

Harita 7’de 2000-2001 dönemine ait Hatay ilinden sadece 1 tane kayıt bulunmaktadır.

Harita 8 incelendiğinde karabaşlı ötleğenler’ in Hatay ve Ege kıyılarında yoğun olarak gözlemlendiği tespit edilmiştir.

Harita 9’da görüldüğü gibi karabaşlı ötleğenler en çok Akdeniz, Ege ve Marmara’nın Güney kıyılarında gözlemlenmiştir.

Harita 10’da Maskeli Ötleğenler için 1 tane gözlem verisi bulunmuştur.

Harita 11 ele alındığında 2000-2010 döneminde maskeli ötleğenler çoğunlukla Akdeniz ve Ege’nin kıyı kesimlerinde gözlemlenmişlerdir. Akdeniz ve Ege kıyılarında kışladıkları bilenen Maskeli Ötleğenlerin,

Harita 12’de de görüldüğü gibi bu kıyı kesimlerde yoğunlukla görülmesi gayet olağan bir durumdur. Bunun yanı sıra Marmara bölgesinde de kayıt yoğunluğu fazladır.

Tüm haritalar ele alındığında 4 tür için yapılan gözlem sayılarında artış saptanmıştır.

Göç 1: Leylek Göç Haritası (https://www.iucnredlist.org/species/22697691/86248677) (Erişim Tarihi: 17.05.2022 18.20)

Göç 2: Kara Leylek Göç Haritası (https://www.iucnredlist.org/species/22697669/111747857) (Erişim Tarihi: 17.05.2022 18.20)

 Göç 3: Karabaşlı Ötleğen Göç Haritası (https://www.iucnredlist.org/species/22716901/87681382) (Erişim Tarihi: 17.05.2022 18.22)

Göç 4: Maskeli Ötleğen Göç Haritası (https://www.iucnredlist.org/species/22716959/132113832) (Erişim Tarihi: 17.05.2022 18.25)

Not: eBird verilerinin toplandığı tabloların sayfa sayısı çok fazla olduğundan dolayı

QR Kod 1: Leylek 2000-2022 Aralık-Şubat Gözlem Tablosu QR Kodu

QR Kod 2: Kara Leylek 2000-2022 Aralık-Şubat Gözlem Tablosu QR Kodu

QR Kod 3: Karabaşlı Ötleğen 2000-2022 Aralık-Şubat Gözlem Tablosu QR Kodu

QR Kod 4: Maskeliı Ötleğen 2000-2022 Aralık-Şubat Gözlem Tablosu QR Kodu 

QR Kod 5: Leylek ve Kara Leylek 2000-2022 Yılları Aralık-Şubat Dönemi Gözlem Haritaları Videosu Bağlantı QR Kodu

QR Kod 6: Cernek Halkalama Kampı Saha Çalışması Video QR Kodu

 

Mülakat Döküm Analizi

Görüşmeci 1 ile yapılan mülakatta küresel iklim değişikliği sonucunda yaşanan sert radikal hava değişimlerinden kaynaklı bazı kuş türlerinin davranışsal faaliyetlerinin tarihlerinde kaymalar olduğu dile getirilmiştir. Ayrıca artık göç etmeyi tercih etmeyen göçmen kuşlar “göç tembeli” olarak adlandırılmıştır. “Göç tembeliğinin” genetik bir durum olduğundan “göç tembeli” olan bireylerin yavrularının da göç etmemeye yatkın olduğu belirtilmiştir.

Görüşmeci 2 ile yapılan mülakatta leylek, kara leylek, karabaşlı ötleğen ve maskeli ötleğenlerinin iklim değişikliğinden kaynaklı göç davranışlarının etkilendiği belirtilmiştir. 2010 yılından önce ülkemizde kuş gözlemine ve ornitolojiye günümüzdeki kadar yaygın olmadığı ifade edilmiştir.

Görüşmeci 3 ile yapılan mülakatta iklim değişikliğinin her zaman ısı artışı ve kuraklık demek olmadığı ve küresel iklim değişikliği ile küresel ısınmanın farklı kavramlar olduğu vurgulanmıştır. İklim paradigmasının değişken olmadığı, değiştiği ifade edilmiştir. Türkiye’nin birçok sulak alanında antropojenik kuraklık görüldüğü söylenmiştir. Bundan hareketle sulak alanları kendine habitat edinen göçmen ve daha birçok hayvanın yaşam alanı tehdit altında olduğu sonucuna varılmıştır.

Grafiklerin Analizi

Edinilen bulgular ışığında araştırılan göçmen kuş türlerinin 2000-2022 yılları arasında ülkemizde kışlayan popülasyonlarında anlamlı artışlar olduğu sonucuna varılmıştır.

ÖNERİLER

Araştırmada elde edilen bulgular ve sonuçlar kapsamında aşağıdaki öneriler sunulmuştur.

·      Göç yolları üzerindeki ve göçmen kuşlar için önem arz eden sulak alanlar korunmalı ve kurutma faaliyetlerinin önüne geçilmelidir.

·      Doğal kaynaklarımızı geri dönülemez şekilde kaybetmeden önce koruma modelleri geliştirilebilir. Bu modeller oluşturulurken çevrenin sosyo-ekonomik yapısı, biyoçeşitliliği, kültür ve turizm yapısı göz önünde bulundurulabilir.[19]

·      Türkiye’nin kuşları ve Türkiye üzerinden gerçekleştiren göçler ile ilgili projelerin yürütülmesiyle, araştırma ve gözlem merkezlerinin sayısının arttırılmasıyla ülkemizdeki ornitolog sayısı arttırılabilir.[20]

·      Ülkemiz genelinde göçmen kuşları koruma amaçlı bilgilendirici kaynaklar oluşturulmalı ve illegal avcılık gibi göçmen kuşların zarar göreceği faaliyetler kısıtlandırılabilir. [21]

·      Kuş halkalama istasyon sayıları artırılabilir ve bu istasyonlara akademik destek verilip çalışmaları desteklenebilir.

KAYNAKÇA

1. Aytmatov, Cengiz. Yıldırım Sesli Manasçı, çev., Mehmet Özgül & Fatma ve Serdar Arıkan. İstanbul: Ketebe Kitap ve Dergi Yayıncılığı, 2021

2. Karol, Sevinç, Zekiye Suludere, Cevat Ayvalı. Biyoloji Terimler Sözlüğü. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000

3.      Tagliari, M. M., Danthu, P., Leong Pock Tsy, J.-M., Cornu, C., Lenoir, J., Carvalho-Rocha, V., & Vieilledent, G. (2021). Not all species will migqrate poleward
as the climate warms: The case of the se baobab species in Madagascar. Global Change Biology, 27, 6071–6085

4.      Gordo, O. (2007). Why are bird migration dates shifting? A review of weather and climate effects on avian migratory phenology. Climate research, 35(1-2), 37-58

5.       (https://www.calacademy.org/explore-science/lazy-bustards) (Erişim tarihi: 14.05.2022 20.30)

6.      (https://svs.gsfc.nasa.gov/4964 ) (Erişim tarihi 15.05.2022 19.30)

7.      (https://www.ipcc.ch/report/ar6/wg2/downloads/report/IPCC_AR6_WGII_CrossChapterPaper4.pdf ) (Erişim Tarihi:10.05.2022, 10.36)

8.      (https://www.ipcc.ch/report/ar6/wg2/downloads/report/IPCC_AR6_WGII_FinalDraft_Chapter13.pdf ) (Erişim Tarihi:10.05.2022, 10,42)

9.      Türkes, M. (2012). Türkiye’de gözlenen ve öngörülen iklim değişikliği, kuraklık ve çölleşme . Ankara Üniversitesi Çevrebilimleri Dergisi , 4 (2) , 1-32 . DOI:
10.1501/Csaum_0000000063

10.  (https://www.trakus.org/kods_bird/uye/?fsx=2fsdl17@d&tur=Leylek) (Erişim tarihi: 15.5.2022 20.00

11.  (https://www.trakus.org/kods_bird/uye/?fsx=2fsdl17@d&tur=Kara%20Leylek) (Erişim tarihi: 15.05.2022 20.15)

12.  (https://birdsoftheworld.org/bow/species/blackc1/cur/introduction) (Erişim tarihi: 15.05.2022 19.57)

13.  (https://www.trakus.org/kods_bird/uye/?fsx=2fsdl17@d&tur=Maskeli%20%F6tle%F0en) (Erişim tarihi: 16.05.2022 9.24)

14.  (https://www.iucnredlist.org/species/22716959/132113832 )(Erişim tarihi: 16.05.2022 9.33)

15.  Aslan, Ş.(Ed.). (2018). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri: Nicel, Nitel ve Karma Tasarımlar İçin Bir Rehber. Eğitim Yayınevi.

16. KARDAŞ, F., & Meral, CEBE (2021). Sulak Alanlar ve Göçmen Kuşların Ekosistemdeki Yeri. Menba Kastamonu Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dergisi , 7 (1), 1-5.

17.  Zafer, A.Y. A. Ş. (2007). Göçmen kuşlar ve kuş gribi. Flora, 12(1), 5-13.

18. Turan, L., & Arıkan, K. (2011). Hatay ve risk altındaki göçmen kuşlar. Hacettepe Üniversitesi Çevre Eğitimi, Kuş Araştırma ve Halkalama Merkezi.

 

İklim Değişikliği Sonrası Kutup Bölgelerinin Jeopolitiği

 

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ SONRASI KUTUP BÖLGELERİNİN JEOPOLİTİK KONUMU

Tolga ELDURMAZ [1]

İklim değişikliğinin en büyük çevresel etkileri Kutuplarda yaşanmaktadır. Binlerce yıldır donuk halde duran toprakların çözülmesi, eriyen suların okyanus akıntılarını değiştirmesi, okyanusa eklenen erimiş buzulların (tatlı su) okyanus sularının kimyasında neden olacağı değişim ve bunun canlılar üzerindeki etkisi gibi doğal ortamda yaşanması beklenen çok sayıda radikal değişim söz konusudur. Bu değişimler sadece iklimsel konularda değil, siyasi konularda da ön plana çıkmaya başlamıştır (Seval 2019). Coğrafi anlamda arazideki fiziksel değişimlerin yanı sıra eriyen buzullar sonrası ortaya çıkacak yeni doğal kaynakların kullanımı ve hak iddiaları nedeniyle Kutup ve Kutup altı bölgelerde yaşanması beklenen büyük siyasi çekişmeler söz konusudur. Bu çekişmeler gün geçtikçe kızışırken ön plana çıkan saha Kuzey Kutbu olmaktadır. Coğrafi konumu itibariyle 60. Kuzey paralelinin kuzeyinde kalan alanlara ihtiva eden Arktika genel olarak kar buz ve buzullarla kaplı, ağaçsız ve donmuş topraklarla çevrili, buzda yaşayan organizmaları, denizde yaşayan balık ve deniz memelilerini, kuşlar, kurtlar, karibular (ren geyiği) ve kutup ayıları gibi kara hayvanları ile insan topluluklarını da içeren yaşamla dolu bir ekosistemdir (Limon, 2020a). Bu çerçevede 9 milyon kilometrekaresini karaların oluşturduğu yaklaşık 27 milyon kilometrekareye denk düşmektedir (Kavas, 2014; Aktaran: Kavas, 2019). Geçmişte insanoğlunun Afrika ve Amerika kıtalarında, altına hücum etmesi gibi, iklim değişikliği Arktika’ya küresel bir yönelim başlatmaktadır (Limon, 2020a). Bu bölgede Rusya Federasyonu, Kanada, Norveç ve Amerika Birleşik Devletleri direkt olarak coğrafi ve kültürel bağlarıyla ön plana çıksa da İsveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Japonya ve İngiltere yakın ülkeler olarak söz sahibi olma çabasındadır. Hatta son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti gibi bölgeden uzak ama bölgede çıkar sahibi olmak isteyen çok sayıda ülke söz sahibi olmaya çalışmaktadır.

Arktika’nın sınırları net bir kara parçasından ibaret olmadığı için tam olarak belirlenmesi oldukça güçtür. Buna karşın Güney Kutbu yani Antarktika’nın sınırları daha somut olarak çizilir. Kıtayı çevreleyen Güney Okyanusu ve Antarktika tek bir bölge olarak değerlendirilebilir. Bu bölgenin coğrafi konumu 65 – 90 Güney enlemleri arasında yer almaktadır ve %95’i buzlar altındadır (Öztürk, 2015). Antarktika çevresindeki karalar oldukça uzak ve bölgeyle bağlantısız olduğu için bu bölgede hak iddia eden ülke sayısı Arktika yani Kuzey Kutbu’ndan daha azdır. Kıtaya en yakın 2 ülke olan Şili ve Avustralya’nın yanı sıra koloniyal dönemden mirasçı durumundaki İngiltere bölge için çekişir. Avustralya, Antarktika’nın %42’si üzerinde hak iddia etmektedir. Şili, Antarktika pasaportu vererek kıtada hak iddia ettiğini bildirmektedir. Birleşik Krallık Antarktika’da hak iddia ettiği bölgeyi “British Antarctic Territory” olarak tanımlamakta, kıtada görev yapan araştırmacıları vergiden muaf tutmaktadır (Öztürk, 2015).

Arktika özelinde konuyu ele alacak olursak ülkelerin bir anda bu bölgeyi sahiplenmesi tesadüfi ya da duygusal değildir. Kavas (2019) 21. yüzyılda Arktika’nın gerek jeopolitik – jeostratejik gerekse jeoekonomik önemini oluşturan iki temel sacayağı bulunduğunu belirtir. İlki bölgede son dönemde keşfedilen ciddi ölçekli yer altı zenginlikleri, ikincisi ise özellikle küresel ısınmayla birlikte iklim koşullarındaki değişime bağlı olarak bölgedeki deniz ulaşımı ve ticaretinin daha avantajlı hale gelme olasılığının yüksekliğidir. Bugün buzulların erimesine neden olan küresel iklim değişikliğinin temel nedeni doğal kaynak tüketiminde sınırı aşan insan etkinlikleridir. Yani bölgeden elde edilecek özellikle fosil kökenli doğal kaynakların piyasaya kazandırılıp kullanılması iklim krizini derinleştirerek insan yaşantısını daha derinden etkilemeye devam edecektir. İşte bu yüzden aynı Güney Kutbu’nda olduğu gibi Kuzey Kutbu’nun da gezegenin geleceği ve insanlığın iyiliği için bilimsel amaçlarla kullanılması konusunda uluslararası çözüm önerilerine ihtiyaç vardır.

İklim Değişikliğinin Kutuplar Üzerindeki Etkileri

Karalar üzerindeki yağan karın yeniden kristalleşmesiyle veya suyun donmasıyla oluşan, kendi ağırlığı ile ileri doğru hareket eden büyük ve kalıcı buz kütlesine buzul (glasye) adı verilir (Özey, 2014). Buzulların Kutup bölgeleri çevresine sıkışmış halde, dar bir alanı kapladığını düşünürüz. Oysaki bugün yaşadığımız dünyanın yaklaşık 15 milyon kilometrekaresini (dünya karalarının %10’unu) buzullar kaplar. Dünyadaki buzulların %99’u Antarktika (13 milyon km²) ve Greenland’da (1,73 milyon km²) yer almaktadır. Geri kalan %1 ise yüksek dağ zirvelerinde bulunur (Özey, 2014). Büyük bir kısmı Kutuplarda yer alan buzulların iklim üzerinde sanılandan daha fazla etkisi vardır. Bu nedenle buzul bölgelerinde yaşanabilecek fiziki değişimler iklim sistemleri üzerinde büyük etkiler yaratabilir. Medeniyetten uzaktaki Kutup buzulları bu fiziki müdahalelerden ve değişimlerden etkilenmez gibi düşünülse de maalesef Kutuplar, günümüzde büyük tehditlerle karşı karşıyadır. Karşı karşıya kaldığı en büyük felaket küresel ısınmadır (Galip Akın, 2013). Son yıllarda ısınma yerine “küresel iklim değişikliği” ya da “iklim krizi” olarak adlandırılan bu olay, tamamen insan etkisi sonucunda gezegenimizin atmosfer olaylarının ve iklim özelliklerinin doğal süreçlerden daha hızlı bir şekilde değişmesidir. İnsan aktivitesi ve sanayi sistemleri tarafından atmosfere çok miktarda bırakılan CO2, CH4, N2O gibi gazların aşırı sera etkisi oluşturması sonucu, yeryüzünde (atmosferin troposfer tabakasının yeryüzüne yakın bölümünde) sıcaklığın giderek artmasına neden olmaktadır (Galip Akın, 2006). Bu sıcaklık yükselmesi ise hem Kutupların hem de Kutuplardan uzak bölgelerdeki dağ buzullarının hızlı bir şekilde erimesine neden olmaktadır. Eldeki kayıtlar Arktika’daki permafrost alanlarına yakın zamanda birçok alanda ısınmaya ve erinmeye başladığını göstermektedir (Limon, 2020a). Ortaya çıkan daha fazla ısınma daha fazla erimeye, azalan albedo ise daha fazla ısınmaya neden olan ve kendini yöneten bir döngünün oluşmasına yol açar (Türkeş, 2019). Bu durum sadece bölgesel bir problem olarak algılanmaktadır. Ancak Kutup buzullarında yaşanan kayıp, bölge ile alakası olmayan farklı bir noktadaki kara parçasını da olumsuz etkileyebilmektedir. En basit haliyle buzul kaybı, küresel ölçekte deniz suyu seviyesinde değişimlere neden olarak su baskınlarını meydana getirme riskini barındırır. Ayrıca buzullardan eriyip okyanusa katılan tatlı su, okyanus sularının tuzluluk oranını ve dolayısıyla pH dengesini etkileyerek okyanus ekosistemleri üzerinde olumsuz etkiye neden olacaktır. Bunun yanı sıra buzullar genel hava ve su dolaşımı üzerinde büyük bir belirleyici güçtür. Özellikle buzullardan eriyen tatlı sular Avrupa ve Kanada’nın yüksek enlemlerinde yaşamı kolaylaştıran sıcak su akıntılarını (Transpolar ya da Körfez Akıntısı) bloke edecektir.  Beaufort Döngüsü ve Transpolar Akıntısı’ndaki değişim Arktika’nın ısınmasıyla bağlantılıyken dünyanın hızla değişen bir uzaktaki ekosistemleri etkileme potansiyeline sahiptir (Limon, 2020a). Yani yakın gelecekte Avrupa’nın ılıman okyanusal kuşağında daha sert kışlar yaşanması gibi sadece sıcaklık değerlerinin yükselmesinden ibaret olmayan bir iklim krizi kapıdadır.

Bu iklimsel değişim süreçleri içerisinde Kutup buzullarının erimesi ile albedo etkisinin zayıflamasının yanı sıra Kutupların krizi derinleştirebilecek bazı salınımlar yapması da ayrı bir endişe kaynağıdır. Örneğin Kutup bölgelerinde permaforst olarak adlandırılan, milyonlarca yıldır donuk halde bekleyen karasal alanlar iklim değişimi ile çözülmeye başlamaktadır. Arktika’daki bu permafrost alanları yaklaşık 1,7 trilyon ton karbon içermektedir (Limon, 2020a). Permafrostun çözülmesi bu karasal karbon depolarının açığa çıkmasına, atmosferdeki sera etkisinin derinleşmesine neden olacaktır. Ayrıca, Arktika Okyanusu deniz yatağında karbon içeriği 10 milyon tonu bulan büyük miktarda metan gazı bulunmaktadır (Limon, 2020a). Sıcaklık değerlerinin yükselmesi ile okyanus suyundaki ısınma, yükselen su sıcaklığına bağlı olarak okyanus suyundaki çözünmüş karbon kökenli gazların atmosfere kaçışı, permafrostun çözülmesi gibi atmosferdeki sera etkisini ciddi anlamda güçlendirecektir.

Tüm bu olumsuz tablolara rağmen küresel iklim değişikliğinin Kutuplar üzerindeki etkisini fırsat olarak gören ülkeler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin, balıkçılık alanlarının dünya genelinde neredeyse %70’inin yok edildiği ve okyanuslarda tahribatın sürekli hale gelmesine birkaç yıl varken Arktika Okyanusu yeni fırsatlar sunmaktadır (Limon, 2020a). Buzulların erimesi ile açılan yeni sahalarda daha önce avlanamayan canlılar hedef haline gelmektedir. Ayrıca çözünen permafrost içerisinde daha önce kullanılamayan çeşitli doğal kaynak rezervlerine yönelik saha araştırmaları yapılmaya başlanmıştır. Kanada, ABD, Rusya ve Norveç her yıl yeni keşfedilen kömür, doğal gaz ve petrol yataklarını çözünen bu permafrost alanlarında bulmaktadır. Arktika’nın sahip olduğu petrol, doğal gaz ve madenler gibi stratejik kaynakların kullanabilir hale gelmesi, bölgede teknolojik gelişmelere bağlı olarak ulaşım ve altyapının geliştirilmesine ihtiyaç duyarken özellikle iklim değişikliğinin bölgede yaratmakta olduğu etki teknolojik imkanlar dahilinde Atlantik ve Pasifik Okyanusları arasındaki deniz geçiş yollarıyla Avrupa – Asya ve Amerika – Asya kıtalarına ulaşımı elverişli hale getirebilmektedir (Limon, 2020a). Toprağın donuk, iklimin sert olmasından dolayı tarıma müsait olmayan toprakların tarımsal alanda artık kullanılması da söz konusudur. Bu ve bunun gibi gelişmeler nedeniyle Kutuplar, jeopolitik anlamda hızla önem kazanırken yakın gelecekte güç yarışına sahne olacak bir coğrafya olarak dikkatlerine üzerine çekmektedir.

İklim Krizi Sonrası Kutupların Jeopolitik Konumundaki Değişim

Jeopolitik kavramı, ilk defa İsveçli siyaset bilimci Rudolf Kjellen tarafından kullanılmıştır (Özey, 2017). Kara ve deniz alanının stratejik değerini ulusal ekonomi ve askeri güç bağlamında değerlendiren siyasi coğrafyanın bir koludur (Özey, 2017). Günümüzün popüler kavramlarından biri olan jeopolitiğin en önemli misyonu ülkelerin güncel siyasi pratiklerini belirlemesi olarak kabul edilir. Buna karşın jeopolitik; bugünkü ve gelecekteki güç ve amaç ilişkisini – politik düzeyde – fiziki ve siyasi coğrafyayı esas alarak inceler (İlhan, 2002). Bu da jeopolitiği durum tespitinden öte uygulamaya yönelik olması, geleceğe yönelik politikalar üretilmesi açısından oldukça önemli bir alan haline getirmektedir. Üretilen bu reel politikalar coğrafya temelli olduğu için de ütopik ya da teorik olmayan, uygulanabilir eylemler ortaya çıkmaktadır.

Bununla beraber ülkelerin jeopolitik özellikleri ile Dünya hakimiyeti ya da daha postmordern bir yaklaşımla uluslararası siyasette ön plana çıkma hedefi olan bir ülkenin ilgi duyduğu alan zaman içerisinde değişebilmektedir. Bu duruma jeopolitik kayma denir. Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, Anadolu, Orta Asya, Hindistan ve Çin önemli kayma bölgeleridir (Özey, 2017). Yeni ticaret yolları, ucuz iş gücü ve hammadde bulma amacıyla Afrika ve Amerika kıtalarına olan ilgi, buraların koloni edilmesi ve Süveyş Kanalı’nın açılması ile Orta Doğu’ya doğru kaymıştır. Orta Doğu önem kazandıkça onlarca yıl sömürülen Afrika kaderine terk edilmiş ve büyük ülkeler buralarda sömürgelerine, kâr sağlamadıkları için bağımsızlık vererek bu bölgeleri elden çıkartmaya başlamıştır. Orta Doğu’da zengin doğal kaynakların bulunması ve bölgenin büyük bir pazar olması jeopolitik anlamda burayı önemli hale getirse de bölgedeki istikrarsız ülkeler, halk ayaklanmaları ve savaş durumları günümüzde büyük güçlerin bölgeden çekilmesine neden olmaktadır. Bugün ve yakın gelecekte ise ilgi yine ucuz iş gücü ve pazar imkanlarından dolayı Uzakdoğu Asya’ya kaymıştır. Görüldüğü üzere bölgelerin jeopolitik önemleri zaman içerisinde değişkenlik gösterebilmektedir. Bununla beraber kayma yaşanan bölgelerin hepsinin Orta Kuşak karası olduğu görülmektedir. Ancak bir sonraki küresel jeopolitik kaymanın Kutuplar olması beklenmektedir.

 Buzsuz bir Arktika, yalnızca bölgesel ve küresel ölçekte büyük bir çevresel değişimi değil, aynı zamanda Arktika’nın temel bir siyasi düzenlemesi anlamına da gelmektedir (Limon, 2020b). Dünyanın en kuzeyinde ve en güneyinde yer alan Kutuplar, buzlarla kaplı ve beşeri anlamda önemsiz yerler olarak yıllarca tarihte yaşanan savaşlardan, olaylardan, devrimlerden uzak kalmıştır. Literatüre bakıldığında klasik jeopolitikte önemli yer tutan hakimiyet teorilerinden hiçbiri Kutuplara yer vermediği görülmektedir. Sadece Arktika, McKinder’in (1904) herkesçe bilinen “Kara Hakimiyeti Teorisi” içerisinde birkaç cümle ile kendisine yer bulmaktadır. McKinder’e göre (Aktaran: Limon, 2020a) Arktika, Avrasya’nın kalpgah bölgesinin savunulma ihtiyacı duyulmayan güvenli kuzey sınırıdır. Ancak, son yıllarda bölgeye olan ilgi artmaktadır (Ateş, 2017). Bölgeye olan ilgiyi arttıran iki durum söz konusudur. Bunlardan birincisi, iklim değişikliğinin Arktika’nın fizik yapısındaki görünür etkisi, ikincisi ise Arktika’da ortaya çıkan yeni enerji havzalarının işletilebilir hale gelmesidir (Gümükçü, İnan Şimşek ve Ersoy, 2017).

Dünya siyasi haritası ele alındığında Yeni Zelanda, Avustralya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Şili, Antarktika’ya en yakın ülkeler olup Falkland Adaları nedeniyle İngiltere de bölgede bir güç olarak yer almaktadır. Buna rağmen Antarktika’nın göreceli olarak ana karalardan uzak oluşu ve bilimsel amaçlarla kullanılmasını ön gören hükümetler üzeri hukuki durumu burası üzerinde bir jeopolitik kayma yaşanmasına engel olmaktadır. Ancak, Arktika daha önce de belirtildiği gibi ABD, Kanada, Rusya, Norveç ve Danimarka tarafından doğrudan hegemonya alanı olarak görülen bir coğrafyadır. Bu çekişmenin tarihi yeni olup 20. yy sonunda SSCB döneminde Arktika’nın askersizleştirilmiş bir bölge olarak tutulması gündeme gelmiştir. SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov bizzat Mumansk konuşmasında (Aktaran: Limon, 2020a) Arktika’nın sadece buzla kaplı bir deniz olmadığını aynı zamanda  Avrupa, Asya ve Amerika’nın kuzey topraklarının da burada bulunduğunu belirterek dünyanın kuzey ucunda  dünyanın bir başka bölgesinden çok daha fazla, tüm dünyanın çıkarlarının ortaklığı ve birbiriyle ilişkisine  ihtiyaç duyulduğu vurgulanmıştır. Gorbaçov’un da dediği gibi Arktika sadece buzla kaplı bir deniz değildir. Bugün bakıldığında özellikle altı doğal kaynaklarla dolu, el değmemiş bir coğrafyadır. 15. yy.ın Amerikası ya da Afrikası’dır. Arktika’da iklim değişikliğine bağlı olarak permafrostun çözülmesi ve deniz buzullarının çekilmesi ile açılan arazide petrol ve doğal gaz aramalarına hızlı bir şekilde başlanmış ve çok sayıda rezerv bulunmuştur. Bulunan çok sayıdaki rezerv ve bölge hakkındaki jeolojik veriler birleştirildiğinde henüz keşfedilmemiş doğal kaynak rezervlerinin bilançosu bile çıkarılmıştır (Tablo 1).

Tablo 1. USGS tarafından hazırlanan Arktika’nın keşfedilmemiş doğal kaynak rezervleri (Aktaran: Limon, 2020a).

Arktika’da Beaufort Denizi (Kuzey Slope, Alaska ve Mackenzie Deltası), Rus Arktikası’nın kuzeybatı (Barents Denizi ve Batı Sibirya) kısımları ile Kanada’nın kuzeyindeki takım adaları (Nunavut) doğal gaz ve petrol rezervleri ile dikkat çekmektedir (Harita 1 ve 2). Arktika’daki toplam petrol ve gaz kaynaklarının dünyadaki keşfedilmemiş ve teknik olarak geri kazanılabilir kaynakların yaklaşık %22’sini bunun da %84’ünün denizde olduğu tahmin edilmektedir (Limon, 2020a).

Harita 1. Arktika’nın keşfedilmemiş tahmini petrol rezerv bölgeleri (USGS, 2008)

Harita 2. Arktika’nın keşfedilmemiş tahmini petrol rezerv bölgeleri (USGS, 2008)

Arktika sadece petrol ve doğal gaz zengini bir arazi de değildir. Arktika’da nikel, bakır, altın, uranyum, elmas, volfran (tungsten), lantatit, çinko vb. birçok metal ve mineral bulunmaktadır (Limon, 2020a). Özellikle maden rezervlerinin varlığı yıllardır Kanada, ABD ve Rusya tarafından bilinmesine karşın rezervin çıkarılmasına yönelik çalışmalar çevresel nedenlerden dolayı yapılamamaktaydı. Bölgede araştırma, sondaj maliyetleri ve yakıt masrafları gibi nedenlerden dolayı sorunlar yaşanırken buradaki maden potansiyeli Çin, Japonya ve Hindistan başta olmak üzere dünya çapındaki ilgiyi arttırmaya devam etmektedir (Limon, 2020a).

Tüm bunların yanı sıra Arktika’ya artan ilgi ve yaşanan jeopolitik kaymayı sadece fosil kaynaklar ile açıklamak oldukça sığ bir yaklaşım olacaktır. Dünya ticaretinin yaklaşık %80’i deniz yolu taşımacılığı ile yapılmaktadır (Tümertekin ve Özgüç, 2012). Diğer ulaşım yollarına göre daha ucuz olan deniz yolunun tek dezavantajı yavaş olmasıdır. İnsanlar bu sorunu doğal su yolu olan boğazları kullanarak çözmüşlerdir. Ancak kimi zaman bu doğal su yolları siyasi ya da doğal sebeplerle kullanılamadığında Panama ve Süveyş Kanalları gibi yapay su yolları inşa ederek bu yolu kısaltmışlardır. Bu şekilde açılan su yolları Panama Kanalı özelinde Güney Amerika’nın; Süveyş Kanalı özelinde Afrika’nın jeopolitik kaymaya uğrayıp önemsizleşmesine neden olmuştur. Bugün dünya deniz ticaretinin büyük bir kısmı Kuzey Yarım Küre’de yapılırken Arktika’nın deniz buzulları doğal bir engel olarak ticareti kısıtlamakta ya da ulaşım güzergahını uzatmaktadır. Ancak, Arktika Okyanusu’nun, küresel ısınma sebebiyle gelecek on yıllarda tamamen buzlardan arınacağına ilişkin tahminler, bölgedeki Kuzeybatı Geçidi ve Kuzey Denizi Rotası’nın (Harita 3) uluslararası ticaretteki geleneksel su yollarına alternatif olabilecekleri beklentisini yaratmaktadır (Ateş, 2017). Yani Arktika sadece bir doğal kaynak merkezi değil stratejik bir su yolu hattına sahiptir. Dünya ticaret hatlarının ve kaynak çıkarımının bu bölgede artması Arktika’nın jeopolitik kaymaya uğramasının bir diğer sebebi olarak açıklanabilmektedir. Bu bağlamda, başta Arktika devletleri olmak üzere, dünyanın enerji ve ticaret devi ülkeleri, Arktika ile yakından ilgilenmektedir (Ateş, 2017).

Harita 3. Arktika’da kullanılmaya başlayan ve ileride kullanılması beklenen alternatif ticaret hatları (Zanbak ve Akay, 2019)

Tüm bu doğal ve beşeri kaynakların dışında su, balıkçılık alanları ve ormanlar gibi ekonomik potansiyeli olan kaynaklar zaman ve mekana göre stratejik kaynak özelliği gösterebilirler (Limon, 2020a). Özellikle Kuzey Buz Denizi’ni çevreleyen ana kara kıyılarındaki fiyort ve skyer tipi kıyıların oluşturduğu doğal güzellikler, doğal bir turizm sermayesi olarak dikkat çekmektedir. Yine çözülen permafrost uzun yıllar boyunca tarımsal anlamda dışa bağımlı kalan Arktika insanları için işlenebilir hale gelmesi ile önemli bir doğal kaynak halini alacaktır. Tüm bunlar birleştirildiğinde yakın bir gelecekte Arktika’nın öneminin büyük bir ölçüde artması ve jeopolitik kaymanın Uzakdoğu’da Kutuplara doğru gerçekleşmesi öngörülmektedir.

Kutupların Hukuki Durumu

Bugün, dünyamızın iki Kutbu’nun da siyasi ve hukuki durumu farklıdır. Antarktika’nın kullanımı, bir dizi anlaşma sonrasında barışçıl bir şekilde belirlenmiştir. Kıtaya ilgi gösteren 12 devletin girişimiyle imzalanan ve 1961’de yürürlüğe giren Antarktika Antlaşması doğrultusunda 2041’e kadar kıta üzerindeki bütün hak iddiaları dondurulmuş durumdadır (Öztürk, 2015). Bugün ise bu anlaşmanın altında 52 devletin imzası bulunmaktadır. Bu ülkelerin hepsi geçmişte Antarktika üzerinde hak iddia eden güçler değildir. Antlaşmaya taraf olan 52 devletin 29’u danışman üye statüsündedir ve her yıl düzenlenen Antarktika Antlaşması Danışma Toplantısı’nda karar alma sürecinde oy hakkına sahiptir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu diğer gruptakiler ise antlaşmanın tarafı olmakla birlikte istişari olmayan danışman ülke konumundadır (Öztürk, 2015). Ülkemiz bu anlaşmaya yaklaşık 35 yıl sonra dâhil olmuştur. 1995 yılında AA’ya taraf olan Türkiye’nin gerek siyasi vizyon eksikliği gerekse de Antarktika özelinde kurumsal bir yapının oluşturul(a)maması (o dönem için Çevre Bakanlığı tarafından yürütülen girişimlerin daha sonraki dönemlerde bakanlık yapısını ve bakanların sıklıkla değişmesi) gibi nedenlerle Antarktika özelinde bir kutup stratejisi ve politikası geliştirilememiştir (Limon, 2020b). Bugün ise bu konuda henüz tam anlamıyla bir değişim söz konusu değildir. Türkiye, AA’ya taraf olmasına rağmen yıllardır yapılan danışma toplantılarına, “Danışman Olmayan Devlet” olarak temsilci gönderme girişiminde bulunmamıştır (Altıner Coşkun, 2018). Son yıllarda ise Antarktika’ya araştırmacılar gönderen ülkemiz, kıtada bize ait bir bilimsel araştırma üssü açmak için çalışmalara başlamıştır.

Antarktika’daki düzenin aksine Arktika belirsizliklerle doludur. Aynı Antarktika Anlaşması gibi bölge ülkeleri bir araya gelme çabası göstermişlerdir. ABD, Danimarka Kanada Norveç ve Rusya’nın bir araya gelmesiyle birlikte ortaya çıkan A5 yapılanmasıdır (Limon, 2020a). Buna karşın bu topluluk, Arktika’nın hegemonik bir şekilde paylaşılmasını esas almaktadır. Bu durum hem bölgeye ilgi duyan bazı ülkelerin hem de Arktika’da artacak insan faaliyetlerinin artmasından endişe duyan bazı ülkelerin tepkisini çekmektedir. Özellikle Avrupa Birliği, Kuzey Kutbu’nun da Antarktika gibi küresel müştereklerden biri olduğunu ve çevresel olumsuz gidişi tersine çevirecek adımların ortak kararlılıkla atılması gerektiğini ileri sürmektedirler (Taraktaşı, 2019). Bu ülkelerin de konuya dahil olması ile Birleşmiş Milletler çatısı altında Arktika Konseyi kurulmuştur. Arktika Konseyi, paylaşılan ve iş birliği yapılan bir Arktika’nın yaratılmasına yönelik bir girişimdir (Limon, 2020a). Arktik Konsey, özellikle sürdürülebilir kalkınma ve doğanın korunması hususları çerçevesinde Arktik ülkeleri ve bölgede bulunan yerli topluluklar arasında iş birliği, koordinasyon ve etkileşimi teşvik eden bir hükümetler – arası örgüttür. 1996 Ottawa Deklarasyonu’nda Kanada, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Norveç, Rusya Federasyonu, İsveç ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Arktik Konsey’in üye ülkeleri olarak belirlenmiştir (Seval, 2019).

Aynı Antarktika Anlaşması’nda olduğu gibi üye ülkeler sadece coğrafi olarak Arktika ülkelerinden oluşmamaktadır. Arktika Konseyi’nin çalışmalarına katkıda bulunabileceği belirlenen ancak Arktika’da bulunmayan devletlere hükümetler ve parlamentolar arası organizasyonlara, küresel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına gözlemci statüsünde açık olduğu vurgulanmaktadır (Limon, 2020a). Ülkemiz ise Arktika konseyi gözlemci üyeliği için ilk defa 2015 yılında Arktika Konseyi’ne başvuru yapmıştır (Limon, 2020b).

Sonuç olarak iklim değişikliğine bağlı olarak hızla eriyen kutup buzulları ve permafrost tabakası yakın gelecekte özellikle Arktika’ya doğru bir jeopolitik kaymanın yaşanmasına neden olmasına neden olacaktır. İnsan kullanımına açılan yeni alanların deniz yolu ulaşımı, madencilik, enerji üretimi, tarım vb. çok sayıda ekonomik avantaja sahip olup başta Kutup bölgesine yakın ülkeler olmak üzere siyasi çekişmelere sahne olacağı ortadadır.

Kaynaklar

Akın, G. (2006). Küresel ısınma, nedenleri ve sonuçları. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Dergisi 46 (2): 29 – 43. Erişim adresi:

http://www.dtcfdergisi.ankara.edu.tr/index.php/dtcf/article/view/1450

Akın, G. (2013). Yüzyılımızın Temel Sorunlarından Biri; Buzulların Erimesi. Antropoloji, (25), 9 – 27. Erişim adresi:

https://dergipark.org.tr/en/pub/antropolojidergisi/article/525277

Altıner Coşkun, S. (2018). Antarktika Kıtasındaki Hukuki Rejim Ve Türkiye’nin Kıtadaki Varlığı. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi , 22 (3) , 67-112 . Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/ahbvuhfd/issue/44331/547712

Ateş, O. (2017). Rusya Federasyonu’nun Arktika Politikası. Avrasya İncelemeleri Dergisi, 6 (1), 57 – 95. Erişim adresi:

https://dergipark.org.tr/tr/pub/iuavid/issue/33577/371512

Gümrükçü, H, İnan Şimşek, A. ve Ersoy, G. (2017). Küresel Bakışla Kutup Çağı Farklı Disiplinler Çok Yönlü Perspektifler. Ankara: Efil Yayınları.

İlhan, S. (2002). Jeopolitik Kavramı ve Unsurları. Avrasya Dosyası, Jeopolitik Özel. Kış 2002, Cilt: 8, Sayı: 4, s.318 – 322. Erişim adresi:

https://www.21yyte.org/assets/uploads/files/318-322%20suat%20ilhan.pdf

Kavas, A.Y. (2014). Rusya’nın Arktik Politikası ve Türkiye. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM).

Kavas, A.Y. (2019). Soğuk Savaş Sonrası Arktika Bölgesi Jeopolitiği ve Bölgesel İş Birliği Potansiyeli. Akdeniz İİBF Dergis, 21. Yüzyıl Siyasetinde Kutuplar, 22 – 44. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/830628

Limon, O. (2020a). Arktika Jeopolitiği – I. İstanbul: Efe Akademi.

Limon, O. (2020b). Arktika Jeopolitiği – II. İstanbul: Efe Akademi.

Mackinder H. J. [1904). “The Geographical Pivot of History.” The Geographical Journal 170(4): 298–321.

Özey, R. (2014). Çevre Sorunları. İstanbul: Aktif Yayınevi.

Özey, R (2017). Jeopolitik: Tanımlar, Teoriler ve Değişimler. Ankara: Pegem Akademi.

Öztürk, B. (2015). Türkiye Nasıl Bir Antarktika Stratejisi Geliştirmelidir?. Bilge Strateji, 7 (13), 1 – 10. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/bs/issue/3797/50922

Seval, H. (2019). Arktik Bölge’de Uluslararası Siyasi Düzen: Teorik Bir Yaklaşım. Akdeniz İİBF Dergisi, 21. Yüzyıl Siyasetinde Kutuplar, 1 – 24. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/830623

Taraktaş, A. (2019). Kuzey Kutbu’nda Ortakların Trajedisi Sorununa Çözüm Olarak Küresel Müşterekler Önerisinin Değerlendirilmesi. Akdeniz İİBF Dergisi, 21. Yüzyıl Siyasetinde Kutuplar, 45 – 63.

Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/auiibfd/issue/49490/632912

Tümertekin, E. ve Özgüç, N. (2012). Ekonomik Coğrafya: Küreselleşme ve Kalkınma. İstanbul: Çantay Kitapevi.

Türkeş, M. (2019). İklim değişikliğinin fiziksel bilim temeli – I. Toplum ve Hekim Dergisi. 34. 57-75. Erişim adresi:

https://www.researchgate.net/publication/341056375_IKLIM_DEGISIKLIGININ_FIZIKSEL_BILIM_TEMELI-I_Iklim_Iklim_Sistemi_ve_Iklim_Degisikligi_Nedir_Iklim_Degisikliginin_Baslica_Nedenleri_Nelerdir_What_are_Climate_Climate_System_and_Climate_Change_What_are_

USGS. (2008). Circum-Arctic Resource Appraisal: Estimates of Undiscovered Oil and Gas North of the Arctic Circle. US Geological Survey. Erişim adresi: https://pubs.usgs.gov/fs/2008/3049/fs2008-3049.pdf

Zanbak, M.ve Akay, A. (2019). Bir Çekim Merkezi Olarak Arktika’nın Çin Ekonomisi Açısından Önemi: Seçilmiş Endüstrilere Yönelik Bazı Çıkarımlar. Akdeniz İİBF Dergisi, 21. Yüzyıl Siyasetinde Kutuplar, 92-121. Erişim adresi:

 https://dergipark.org.tr/tr/pub/auiibfd/issue/49490/632925

 

[1] Hisar Okulları Coğrafya Öğretmeni

Prens Adalarının Depremselliği

 

İstanbul’daki Prens Adalarının Depremselliği

Sinan KÜTÜK 1

Giriş

Ülkemizin bugünkü sınırları içerisinde ve çevresinde kalan topraklar Alp-Himalaya deprem kuşağı üzerinde bulunmaktadır. Bu topraklar çeşitli kültürlerin mirasını ve belgelerini barındırmakta, çok eski yüzyıllara kadar uzanan yazılı ve görsel belgeler bu topraklardaki nesillerin depremlerle birlikte yaşadığını ortaya koymaktadır (Eyidoğan, 2006;16). Köklü tarihi ve kültürel bir birikime sahip olan İstanbul, eş zamanlı olarak tarih boyunca bir dizi afetle karşı karşıya da kalmıştır. Geçmişten günümüze depremler, yangınlar, sel ve taşkınlar şehirde zaman zaman yıkıcı bir etki yaratmıştır. Ancak odaklandığımız konu, deprem ve hatta daha da özelinde Prens Adaları’nın depremden etkilenme durumudur.

İstanbul il sınırları içerisinde kara üzerinde gerek tarihsel gerekse aletsel döneme ait bilinen hiçbir yıkıcı deprem yaşanmamıştır. İstanbul’da yıkıma neden olan bütün depremler Marmara Denizi içerisindeki faylar üzerinde oluştuğu kabul edilir. Son veriler ışığında da Marmara Denizi içerisinde ciddi bir deprem tehlikesi olduğu kabul edilmektedir (Tüysüz, 2003;167). 1999 yılında meydana gelen Gölcük merkezli deprem başta Kocaeli, Sakarya, Yalova ve İstanbul olmak üzere bölgedeki birçok ilimizde ağır yıkımlara neden olmuştur. Bu depremin ardından bölge hakkındaki çalışmalar artmış ve istatistiksel olarak bazı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Örneğin Tüysüz, yapmış olduğu çalışmasında (2003) İstanbul’da önümüzdeki 30 yıl içerisinde kuvvetli bir sarsıntının olma olasılığını % 62±15 olarak hesaplamıştır. Yapılan deprem senaryolarına göre Marmara Bölgesi’ni etkileyecek bir depremin büyüklüğü M=7.5 (Magnitüd 7.5) olarak alınmaktadır. Marmara Denizi içerisinde kırılması beklenen fayın oluşturacağı sarsıntıları şüphesiz coğrafi yakınlığından dolayı ilk hisseden ve belki de daha da şiddetli bir şekilde hissedecek olan yer Prens Adaları’dır. Bu nedenle bu çalışmadaki odak noktamız adaların depremselliği olmuştur.

İstanbul Adalarının Coğrafi Konumu

İnceleme sahası olan İstanbul Adalar grubu Coğrafi Koordinat Sistemine göre 29° 5’ 2’’ ve 29° 13’ 24’’ doğu boylamları ile 40° 55’ 4’’ ve 41° 0’ 2’’ kuzey enlemleri arasında yer almaktadır (Görsel 1). Türkiye Coğrafi Bölgeler sınıflandırmasına göre ise Marmara Bölgesi’nde ve onun Çatalca Kocaeli Bölümü üzerinde; İdari yönetim bakımından ise İstanbul İl sınırları içerisindedir Güneydoğu – Kuzeybatı istikametinde Kocaeli yarımadasına neredeyse paralel olarak dizilmiş olan İstanbul Adaları (Prens Adaları) Marmara Denizinin kuzeyinde, İstanbul boğazı girişinin yaklaşık olarak 15 km kadar güneydoğusunda yer almaktadır.

Görsel 1. İstanbul Adalarının Coğrafi Konumu (Telli, 2010).

Prens Adaları 1984 yılında I. Derece doğal ve kentsel sit alanı olarak belirlenmiştir ve toplam dokuz adadan oluşmaktadır. Bunlar; üzerlerinde yerleşim bulunan Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada, Sedefadası ile yerleşim olmayıp boş olan Sivriada, Yassıada, Kaşıkadası ve Balıkçıadası (Tavşanadası)’dır (Telli, 2010;3).

Yaklaşık 2000 yıllık bir geçmişe sahip olan bu adalar, tarih boyunca farklı isimlerle anılmıştır. Bunlar; Evliya adaları, Kesiş adaları, Ruh adaları, Cin adaları, Halka adaları, Prens adaları, Kızıl adalar olarak bilinir (Telli, 2010;3) Doğa, tarih ve kültür mozaiği olan İstanbul Adaları, bugün İstanbul’un Büyükşehir Belediye sınırları içerisindeki ilçe belediyelerden birisidir.

Kapladığı yüzölçümü bakımından grubun en büyük adası isminden de anlaşılacağı üzere Büyük Ada’dır. Büyük Ada çevre uzunluğu bakımından da en büyük uzunluk değerine sahiptir. Büyük Adayı sırasıyla Heybeli, Burgaz, Kınalı, Sedef, Yassı, Sivri ve Kaşık Adaları takip eder. Alan bakımından en küçük ada ise Balıkçı Ada’sıdır. En yüksek nokta 201 metre ile Büyükada’da bulunurken en küçük zirveye sahip ada ise 23 metrelik zirvesiyle Kaşık Ada’sıdır. En yüksek zirve bakımından Büyük Adayı Burgaz, Heybeli, Kınalı, Sivri, Sedef, Yassı, Balıkçı ve Kaşık Adaları takip eder (Telli, 2010;6).

 

Adalarda Sosyal ve Mekansal Yaşam

Batı kaynaklarında Prens Adaları olarak da bilinen Adaların,  2000 yıllık bir geçmişe sahip olduğu bilinmekle birlikte, bunun hakkında çok az bir bilgiye sahibiz. Adalar İstanbul kuşatması sırasında Gelibolu’lu balıkçı reisi Baltaoğlu Süleyman Bey tarafından 17 Nisan 1453’te fethedilmiştir. 1854  yılında kurulan İstanbul Şehremaneti’ne bağlı 7. Daire-i Belediye olarak 1861 tarihinde belediye şubesi, 1867 tarihli Vilayet Nizamnamesi ile İstanbul’un bir ilçesi konumuna gelmiştir (Adalar Kaymakamlığı).

Adaların, gerek uygun iklim koşulları ve gerekse doğal güzellikleri kendisini birer cazibe merkezi konumuna getirmiştir. Başta İstanbul’un anakarasından olmak üzere çevre illerden hatta farklı ülkelerden de ziyaretçi akınına uğrayan adaların, yaz aylarında nüfusu oldukça artmaktadır. Özellikle Nisan ve Ekim ayları arasında yoğun turist ve ziyaretçi akınına uğramaktadır. Bu duruma rağmen doğası nispeten korunmuş olup sahip olduğu yüzölçümünün büyük çoğunluğu sit alanını oluşturmaktadır (Özcan ve Garipağaoğlu, 2015;173)

İstanbul Adalarında nüfus ve yerleşim alanları Büyükada, Heybeli Ada, Burgaz Ada, Kınalı Ada ve Sedef Adası’nda toplanmıştır. Ayrıca yerleşim alanları coğrafi faktörlerin etkisiyle adaların kuzey kesiminde yoğunlaşmıştır (Görsel 2 ve Görsel 6). Ancak adalarda yerleşim alanları oldukça dar olup yoğun nüfuslanan zamanlarda yerleşim alanlarında mekân baskısı oluşmaktadır. Bunun yanı sıra adalardaki yerleşik nüfus az olmasına rağmen çalışmak için gelen ve turizm nedeniyle gelen nüfusun da yoğun olması, mekân baskısı sorununu daha da arttırmaktadır (Özcan vd., 2015;184).

Görsel 2. İstanbul Adalarında nüfusun dağılışı ve yoğunluğu (Özcan vd. 2015;184).

Bugün İstanbul’un nüfusu yıldan yıla hızlı bir şekilde artmaktadır. Şüphesiz bu durumun nedenlerinin başında ekonomik açıdan sahip olduğu imkanlar gelmektedir. İstanbul’un ilçeleri arasında 16.690 kişi ile (2022) nüfusu en az ilçe Adalar ilçesidir (TUİK, 2022). Ancak bu sayı adrese kayıtlı nüfusu ifade eden diğer bir ifadeyle kalıcı yerleşim yerlerinin sayısıdır. Yukarıda bahsedilen, Nisan ve Ekim aylarında adaya yapılan günübirlik ve yazlıkçıların ziyaretleriyle adaların nüfusu neredeyse üç katına çıkabilmektedir.  

Adaların Jeolojik – Tektonik Özelliklerine Genel Bir Bakış

Kuzey Anadolu Fayı 12 milyon yıl önce Anadolu’nun kuzeyini doğudan batıya kırarak Marmara’ya doğru gelmeye başlamış ve 2 milyon yıl önce de Marmara Bölgesi’ni oluşan yeni yan kollarıyla sarmalamış ve bölgeyi yapısal düzeyde şekillendirmeye başlamıştır. Kuzey Anadolu Fayı’nın oluşturduğu bu coğrafi değişim ve buzul çağı da sona ermiş ve ardından denizlerin su seviyesi yükselerek Marmara Denizi’ni ortaya çıkarmıştır. 130 bin yıl önce buzul çağının sonunda Karadeniz’den gelen su Marmara çukurunu doldurmuş ve bugünkü Marmara Denizi son haline gelmiştir. Günümüzde İstanbul başta olmak üzere Marmara Bölgesi ticaret, eğitim, turizm, kültürel faktörler gibi nedenlerle bir cazibe merkezi olmuştur. Günümüzde ise 16 milyondan fazla insan sadece İstanbul’da, 20 milyon civarındaki insan ise Marmara Bölgesi2nde yaşamaktadır. Kuzey Anadolu Fayı Adapazarı’nın batısında 3 ana kola ayrılarak yan kollarıyla birlikte yoğun nüfuslu Marmara Bölgesini bir pençe gibi sarmalamıştır (Şekil 1). Bu kolların en aktif olanı Kuzey Marmara Fayı, İstanbul’un hemen güneyine doğu-batı doğrultusunda yerleşmiş, yarattığı çek-ayır hareketi ile deniz tabanında derinlikleri 1.100 metreye varan üç tane çukur oluşturmuştur (Görsel 3). Kuzey Marmara Fayı yılda 2-3 santimetrelik bir kayma hızı ile yanal yönde hareket etmekte, yüzbinlerce yıldır her büyüklükte deprem yaratmayı sürdürmektedir. Kuzey Marmara Fayı Yassıada ve Sivriada’ya 3 km, diğer adalarımıza 8 km uzaklıktadır. Bu nedenle adalarımız, kırılacak bu fayın yaratacağı depremin sarsıntılarını ilk olarak algılayan konumda bulunmaktadır (Eyidoğan, 2019;2).

Görsel 3. Kuzey Anadolu Fayı Sakarya’nın batısında 3 ana kola ayrılarak Marmara Bölgesi’ne yerleşmektedir. Şekildeki fay hatları türleri ve özelliklerine göre renklendirilmiştir. CI: Çınarcık çukuru CE: Merkez Havza çukuru, TE: Tekirdağ Havzası çukuru (1, 2) (Eyidoğan, 2019;2).

Marmara Denizi ve çevresi yerbilimciler (jeoloji, jeofizik, jeomorfoloji) tarafından yıllarca ilgiyle araştırılarak bugün dünyanın en iyi bilinen bir iç denizi olmuştur. Bölgenin milyonlarca yıllık süren jeolojik evrimi incelenerek depreme neden olan faylar titizlikle haritalanmıştır. Bunun sonucunda ise depremlerin fiziksel özellikleri belirlenerek Marmara Bölgesi’ndeki yerleşmelerdeki deprem hasar ve kayıplar raporlaştırılmıştır. Bu çalışmalar 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi sonrası daha da ivme kazanmıştır. Başta Kuzey Marmara Fayı olmak üzere Marmara Denizi tabanını kıran tehlike yaratacak fayları yeniden haritalanmış ve tehlike düzeyleri belirlenmiş ve olası depremler için kayıp senaryoları üretilmiştir (Görsel 4) (Eyidoğan, 2019;3).

Görsel 4. İstanbul’da meydana gelebilecek deprem senaryosuna göre en fazla ağır hasar oluşacak ilk 10 ilçe (Eyidoğan, 2019; 4).

Yukarıdaki çizelgeye bakıldığında Adaların bulunduğu bina sayısına ve nüfusuna oranla en fazla kaybı yaşayacağı görülmektedir. Bu durum Adalar gibi zengin doğal, tarihi ve kültürel coğrafi unsurları barındıran bir yerleşim yeri için acilen gerekli önlemlerin alınmasını zorunlu kılmaktadır. Adalar için diğer bir tehlike ise depremlerin neden olacağı ve kıyılarımızı olumsuz yönde etkilemesi muhtemel olan tsunamidir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem ve Zemin İnceleme Müdürlüğü ve Japonya ortaklığıyla “İstanbul Kıyılarını Etkileyebilecek Tsunamiler için Benzetim ve Hasar Görebilirlik Analizi” projesi yapılmıştır. Projeden elde edilen bulgulara göre, Marmara Denizi tabanında oluşacak büyük bir depremin İstanbul kıyılarında oluşabilecek en büyük dalga tırmanma yüksekliği ortalama 5 m, tsunami dalgasının kıyılara erişme zamanı 5-10 dakika, kıyılarda tırmanma (baskın) mesafesi 150 metreye kadardır (Görsel 5) Depremin adalarımıza yakınlığı düşünülürse ilk ve en yüksek tsunami dalgaları Yassıada ve Sivriada’ya daha kısa sürede ulaşacaktır. Adaların kuzeye bakan kıyılarında tsunami tırmanma yükseklikleri daha düşük olacaktır. Adalarda yerleşim alanlarının büyük çoğunluğunun kuzey kesimlerini oluşturduğu göz önüne alındığında tsunaminin yerleşim alanlarındaki yıkıcı etkinin azalacağı düşünülmektedir (Görsel 6). Tsunaminin İstanbul ve Adalar kıyılarında etki edeceği bölgeler; sığ deniz alanları, liman ve tekne barınakları, ırmak ve dere ağızları, denizden yüksekliğe göre değişmek üzere kıyıdan 100-150 metre uzaktaki kara alanlarıdır. Tsunami oluşması durumunda, Marmara denizinde etkili olma süresi 90-120 dakika olacaktır. (Eyidoğan, 2017; 4).

Görsel 5. İstanbul kıyılarını etkileyebilecek tsunamiler için Benzetim ve Hasar Görebilirlik Analizi projesinde Adalar ve çevresi için hesaplanan tsunami tırmanma yükseklikleri (Eyidoğan, 2017; 5).    

 

 Görsel 6. Prens Adaları’nın uydu görüntüsü. Yerleşim yerlerinin çoğunlukla kuzey kıyılarında toplandığı bu görselde de görülmektedir (https://earthexplorer.usgs.gov/ )

 

Sonuç ve Öneriler

İstanbul’un ilçesi konumunda olan Adalar, Marmara Denizi’nde bulunup beklenen Marmara depremine en yakın konumda olan yerleşim yeridir. Doğal olarak olası bir depremde sarsıntılar ilk olarak burada hissedilecek olup şiddetinin de yüksek olacağı tahmin edilmektedir. Ancak jeolojik açıdan bakıldığında adaların büyük çoğunluğunun paleozoik yaşlı kayaçlardan oluşması ve aynı zamanda masif araziler barındırması adaların depremsellik açıdan güvenli olduğunu düşündürebilir (Görsel 7). Ancak geçmişten günümüze yerleşim yeri olarak seçilen arazilerin kuvaterner yaşlı olup alüvyon (çakıl, kum, kil) formasyonlu istiflerle kaplıdır (Görsel 8). Ayrıca bugün yapılan yapıların birçoğu denizin doldurulmasıyla oluşturulan yapay dolgu alanları üzerinde bulunmaktadır.

Görsel 7. İnceleme Sahasının Jeolojik Zaman Haritası (Telli,2010).

Görsel 8. İnceleme sahasının Jeoloji (Formasyon, Alt Devir, Litoloji) Haritası (Telli, 2010).

Bundan dolayı yerleşim yeri olarak seçilen alanların, depremin yarattığı sarsıntıdan oldukça fazla etkileneceği düşünülmektedir. Marmara Denizi’ndeki faylar adalara oldukça yakın bir konumdadır. Buna ek olarak ada yerleşim yeri olmasından dolayı depremin tetikleyeceği tsunami afetinden ciddi bir şekilde etkilenme ihtimali yüksektir. Adalar, yılın büyük bir kısmı insan hareketliliğinin fazla olduğu bir ilçedir. Konumu itibariyle deprem, tsunami ve yangın gibi afetlere karşı her yerden daha fazla önlem alınarak korunması gerekmektedir.

  • Başta merkezi otorite olmak üzere İstanbul Valili, Büyükşehir Belediyesi ve Kaymakamlığı gibi yerel yönetimlerce de konuya müdahil olması gerekmektedir.
  • Gerek insan hayatı gerekse sahip olduğu doğal ve beşeri güzelliklerinden dolayı adalar, korunması gereken önemli sit alanlarının başında gelmektedir.
  • Adada bulunan tüm yapılar elden geçirilerek depreme karşı dayanaklılıkları test edilmelidir. Hasarlı olanlar kontrollü bir şekilde yıkılıp güvenliği sağlanmalı. Güçlendirme imkanları olanlar güçlendirilmeli. Bu süreçte vatandaşlar mağdur edilmeden geçici konut sağlanmalıdır.
  • Toplanma alanlarının uygunluğu kontrol edilmeli ve bu alanlara çıkan yolların açık ve erişime uygunluğuna dikkat edilmelidir.
  • Ada halkının özellikle deprem, tsunami ve yangın gibi afetlere karşı bilgi ve bilinç düzeyleri güncellenerek arttırılmalıdır. Bu konuda ilgi çekici, uyarıcı etki yaratan ve anlaşılır bir şekilde afiş ve levhalar adaların belirli noktalarına yerleştirilmelidir.
  • Afet zamanlarında vatandaşlar için yeterince sağlık ve güvenlik kurumları ile bu kurumların ilgili personelleri temin temin edilmeli.
  • Afet sonrası kullanılmak üzere gerekli ekipmanlar oluşturulmalı.
  • Deprem sonrasında beklenen tsunamilere karşı kıyı alanlarındaki yerleşim yerlerinin planlanması bu durum dikkat edilerek yapılmalı. Tsunamilerin kıyıyı etkileme tehlikesine karşın erken uyarı sistemlerinden yararlanılmalıdır.
  • Bugün adaların %50’sinden biraz daha fazlası ormanlarla kaplıdır. Dolayısıyla deprem sonrası oluşabilecek yangınlar adalar açısından ayrı bir afet boyutu yaratabilmektedir. Bu nedenle deprem sonrası ya da normal zamanlarda da oluşabilecek yangınlara müdahale için gerekli araç ve personel sağlanmalıdır.

KAYNAKÇA

  • Garipağaoğlu, N, ve Özcan, S., İstanbul Adaları’nda Beşeri Ortam Koşullarına Ait Sorunlar ve Yönetimi’’, Marmara Coğrafya Dergisi, s.171-195, İstanbul, 2015.
  • Eyidoğan, H., ‘’Prens Adalaları’nın Üç Afetinden Biri: Deprem’’, Adalı Dergisi, Sayı:170, İstanbul, 2019.
  • Eyidoğan, H., ‘’Tsunami ve Prens Adalarımız’’, Adalı Dergisi, Sayı:147, İstanbul, 2017.
  • Eyidoğan, H., ‘’Marmara Bölgesinin ve İstanbul Kentinin Deprem Tehlikesi Üzerine Bir Derleme’’, TMMOB Afet Sempozyumu, s.15-29, 2006.
  • Prens Adalarının Uydu Görüntüsü ( https://earthexplorer.usgs.gov/ ) (Son erişim. 02.03.2023)
  • Prens Adalarının Yerleşim Tarihi (http://adalar.gov.tr/tarihi#:~:text=Bat%C4%B1%20kaynaklar%C4%B1nda%20Prens%20Adalar%C4%B1%20olarak,17%20Nisan%201453’te%20fethedilmi%C5%9Ftir. (Son erişim. 02.03.2023)
  • TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU, Nüfus İstatistik Verileri, (Çevrimiçi) http://www.tuik.gov.tr adresinden alındı, 2022.
  • Tüysüz, O., İstanbul İçin Deprem Senaryolarının Hazırlanmasında Coğrafi Bilgi Sistemlerinin Kullanımı’’, Kuvaterner Çalıştayı IV, s.164-173, İstanbul,2003.
  • Yılmaz, H.E, Akyüz, H.S ve Zabcı, C., ‘’Prens Adaları’nın (İstanbul) Jeolojisi ve Olası İstanbul Depremi Senaryolarında Şiddet Modellemesi’’, Jeoloji Kurultayı, s. 30-31, Ankara, 2012.

1 İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Öğrencisi

Kutuplar, Manyetosfer ve Uzay Havası

 

KUTUPLAR, MANYETOSFER VE UZAY HAVASI

Ahmet AYDOĞMUŞ [1]     

Dünyanın Manyetik Alanı

Dünyanın sıvı dış çekirdeği manyetik alan oluşumunda etkendir.  Sıvı madde içinde oluşan konveksiyonel akımlar ve  Dünyanın eksen hareketi nedeniyle oluşan çalkantı, elektrik akımı üretir (1).  Dış çekirdeğin alt ve üst yarısında zıt yönlü akıntı halkaları oluşur.  Akıntı halkalarınca taşınan iletken sıvı demir elektrik akımına neden olur (2).

Dünya manyetik alanının tamamına yakını sıvı dış çekirdekten kaynaklanan  elektrik akımı üretir, bu etki jeodinamo olarak adlandırılmaktadır. Jeodinamonun oluşturduğu manyetik alan kuzey ve güney olmak üzere iki  kutupludur. Kutupların yerleri uydulardan ve yerde yapılan gözlemlerle belirlenmektedir (3).

Dünyanın manto katmanından yükselen magma yeryüzüne çıktığında veya yer kabuğu içinde 700°C’ye kadar soğuduğunda demir bakımından zengin mineraller manyetik kuzeyi gösteren yönde katılaşır. Katılaşan magmatik kayaçlarda fosil manyetik kayıtlar oluşur. Kayaçların yaşı radyometrik olarak tarihlendirildiğinde  geçmişte var olmuş manyetik kuzey yönü tespit edilir. Geçmişten günümüze manyetik alan yönündeki sapmalardan ayrı olarak manyetik alan değerlerinde de değişimler görülmüştür. Son 200 yılda dünya manyetik alanı küresel ortalama değerden % 9 kadar azalmıştır (3). Manyetik alan değerleri yeryüzünün farklı kesimlerinde de farklılık gösterebilmektedir. Bilinen zayıf manyetik alan Güney Atlantik Anomalisi olarak adlandırılıyor. Afrika ve Güney Amerika arasındaki bu alan, belirlendiği 1950’lerden günümüze  % 6 kadar değer kaybetmiştir. Bunun nedeni tam belirlenemese de sıvı dış çekirdekten kaynaklanmış olabileceği düşünülmektedir (5). Avrupa Uzay Ajansı’nın fırlattığı uydular ve başka veriler ışığında bu anomalinin nedeni araştırılmaktadır. Manyetik alan, uyum sağlamış insan  için risk oluşturmasa da zayıflamış manyetosferi geçerek yeryüzüne kadar ulaşan iyonlaştırıcı radyasyonun neden olacağı sağlık riskleri söz konusu olabilmektedir. 

Görsel 1. Dünyanın Manyetik Alan Çizgileri
(https://scied.ucar.edu/learning-zone/sun-space-weather/earth-magnetosphere)

Yeryüzü manyetik alanının görünmez çizgileri, güney kutuptan çıkan ve kuzey kutba giden sürekli kapalı döngü halindedir. Birçok canlı türü, göçlerini manyetik alan çizgilerine uyarak gerçekleştirmektedir.  

Coğrafȋ ve Manyetik Kutup Noktaları

Yerküre dönme ekseninin yüzeydeki izi coğrafȋ kutupları oluşturur. Coğrafi kuzey kutup noktasının çok düşük değerde de olsa gezindiği belirlenmiştir. Gözlemler başladığından günümüze, Kuzey Amerika yönüne 12 metre kaymıştır. Bunun nedeni olarak da sıvı dış çekirdeğin içindeki  ve yeryüzündeki sularının hareketi gösterilmektedir. Yılda 17cm’den az olan bu kayma küresel  navigasyon  sistemlerinde dikkate alınması gereken bir olaydır (3).

Görsel 2. Coğrafȋ ve Manyetik Kutuplar
(https://www.geologyin.com/2017/06/earths-magnetic-field-is-about-to-flip.html)

Manyetik kutup noktaları daha hızlı kaymaktadır. Coğrafȋ ve manyetik kutuplar arasında 11.5 derecelik fark vardır (7).  Manyetik kuzey kutup noktasının yerini 1830’larda James Clark Ross keşfetmiştir. Yatay pusula yönünü takip ederek ibrenin dikey olarak yere yöneldiği nokta manyetik kutup noktası olarak tespit edilmiştir. 1831 yılından 2021 yılına kadar geçen sürede kuzey-kuzeybatı yönüne 1100 km kadar ilerlemiştir ve ilerleme devam etmektedir.  İlk belirlendiği zaman Kanada sınırları içinde iken 2018 yılında Tarih Değiştirme Çizgisini aşarak doğu yarımküreye geçmiştir (6). Güncel kuzey kutup noktasının 2020 yılındaki konumu bir hesaplama yöntemine göre 86.5 derece kuzey enlemi ve 164.04 derece doğu boylamında bulunmaktadır (4).

Manyetosfer

Dünya manyetik alanının oluşturduğu dünyayı çevreleyen uzay bölgesine manyetosfer denir. Canlılar için yaşanabilir ortama neden olan kuyruklu yıldız şeklinde koca bir balondur. Güneş rüzgârları nedeniyle manyetosferin güneşe bakan tarafı sıkışmaya neden olur.  Güneşe bakan gündüz   tarafında 6-10 Dünya yarıçapı kadar uzanan manyetosfer güneşe bakmayan gece tarafında 60 Dünya yarıçapı kadar, Ay yörüngesine dokunacak şekilde uzayan kuyruklu yıldız benzeri görüntü oluşturur (20).

Görsel 3. Dünyanın Manyetosferi
(https://www.physics.uu.se/research/astronomy-and-space-physics/research/planets/magnetospheres/)

Güneşten gelen enerji yüklü parçacıkların bir kısmı Dünya manyetik alan çizgilerini takip ederek kutuplar çevresine ulaşır bir kısmı da manyetosferin etrafından dolaştırılarak uzaklaştırılır. Kutuplar çevresinin yükseklerinde atmosfer gazlarıyla etkileşime girerek ışımaya neden olurlar. Oluşan ışıma Kuzey Kutup çevresinde aurora borealis-kuzey ışıkları, Güney Kutup çevresinde de Aurora australis-güney ışıkları olarak adlandırılırlar (7).  Güneşten çıkan yüksek enerjili parçacıklar manyetosfer tarafından engellenerek Van Allen Kuşaklarında dünyaya uzak bir alanda tutulur (3). Halka biçimli bu kuşağın iç bölgesi yerden 3 bin kilometre yukarıda, dış bölgeleri ise 15-20 bin kilometre kadar yukarıda yer almaktadır (8).

Manyetik Tersinme

Dünyanın jeodinamosu dört milyar yıldır çalışıyor (7). Dünyanın geçmişinde kutuplar birçok kez tersinmiş, kutupların yer değiştirmesi düzensiz zaman aralıklarında gerçekleşmiş ve tersinmeler arası çok uzun zaman alabilmiştir. Son tersinmenin günümüzden yaklaşık 780 bin yıl önce Brunhes-Matuyama’da gerçekleştiği belirleniyor (6). Dünya manyetosferini etkileyen en önemli olay kutupların tersinmesidir. Bu olayda Dünyanın kuzey ve güney kutupları yer değiştiriyor. Paleomanyetik kayıtlar  manyetik kutuplarının  son 83 milyon yılda 183 kez, son 160 milyon yılda en az birkaç yüz kez tersine döndüğünü gösteriyor (3).

Kutup tersinmelerinden farklı olarak jeomanyetik gezinmeler (geomagnetic excursions) de görülmüştür. Birkaç yüzyıldan birkaç on bin yıla kadar olan sürede kutup noktaları yerlerinden uzaklaşmış tekrar eski yerlerine dönmüşlerdir (3). Karadeniz’in güneydoğusundan alınan tortulardan elde edilen paleomanyetik kayıtlara göre yaklaşık 68.9 bin yıl ile 14.5 bin yıl aralığında kutup gezinmeleri belirlenir. Bunlar Norveç-Grönland Denizi,  Laschamps ve Mono Gölü gezinmeleri olarak adlandırılmışlardır (19).

Jeomanyetik Fırtına

Güneşten gezegenler arası ortama madde fırlatılmaktadır. Buna “koronal kütle atımı- coronal mass ejections” denilmektedir. Dünyaya yönelen yüklü parçacıklar manyetik alanımızı etkiler ve iyonosferde bozulmalara neden olur (14). Güneşten gelen parçacıklar ve beraberindeki manyetik etki dünyaya ulaşır (11).  Dünyaya ulaşma zamanı için uzay hava tahminleri yapılmaktadır.

Görsel 4. Koronal Kütle Atımı
(https://www.nasa.gov/content/goddard/what-is-a-coronal-mass-ejection/)

Güneş, çevresine plazma olarak ifade edilen proton ve elektronlar fırlatır. Buna güneş rüzgârları denilmektedir. Güneşteki farklı bölgeler farklı hız ve yoğunlukta rüzgâr üretir. Hızları ortalama değer olarak 500-800 kilometre /saniyedir. Güneş ışınları 8.5 dakika kadar sürede Dünyaya ulaşırken güneş rüzgârları 1- 4 gün kadar sürede ulaşmaktadır. Yüksek hızlı rüzgârlar jeomanyetik fırtınaya neden olurken düşük hızlı rüzgârlar sakin uzay havasına neden olmaktadır. Dünya için olumsuz sonuçlara neden olabilecek güneş rüzgârları ve uzay hava durumu sürekli izlenmektedir (18).

Uzay Havası

Uzay fiziği ve astronominin bir dalı olan uzay havası (space weather)  Dünyanın karasal havasından farklı bir kavramdır. İlk kez 1950’lerde kullanılan bu terim 1990’lı yıllarda yaygın olarak kullanılmaya başlandı (13).  Uzay havasının bileşenleri elektromanyetik enerji ve manyetik alandır. Uzay havasının renkli etkisi auroralar ise de teknoloji ve iletişim sistemleri de uzay havasından olumsuz etkilenir.  Olumsuz sonuçlar 11 yıllık güneş döngüsü süresi içerisinde her hangi bir zamanda yaşanabilir (14). Güneş aktivitesinin yoğun olduğu zamanlarda yoğun enerjili parçacıklar nedeniyle Dünya çevresindeki uydu sistemleri zarar görebilir, uydular bulundukları konumdan sürüklenebilir, GPS (uydu navigasyon sistemi) hataları yaşanabilir, yeryüzündeki elektronik haberleşme sistemlerinde sorunlar yaşanabilir (10).

Uzay havasını etkileri yerden 500-600 kilometre yüksekliğe kadar hissedilmektedir. Bu etkiler madencilik alanında aksamalara, göçmen kuşların yön bulma duyularında bozulmalara, iletişim araçlarında aksamalara, tren sinyalizasyonu ve uçak elektronik sistemlerinde sorunlar görülebilmektedir. Uzay havası uydular ve uydulardaki astronotlar için de risk taşımaktadır. 1999 Marmara depreminde ve başka deprem örneklerinde yerden 200-250 kilometre gibi yüksekliktekteki iyonosferde depremden 7-10 gün önce olağan dışı iniş-çıkışlar görülmüştür (15). Bu konu bilim insanların ilgi alanına girmiş görünmektedir.

Şiddetli uzay havası olaylarında elektrik hatlarında kesintiler, telsiz haberleşmelerinde bozulmalar, hava ve deniz taşımacılığında, kara ve demiryolu taşımacılığında sorunlar yaşanabilmektedir (14). Yüksek enerjili parçacıklar ve radyasyon atmosfer gazlarıyla etkileşime girerek atmosferin ısınıp  genleşmesi sonucu uyduların yörüngelerinden sapmaya neden olabilmektedir (16).  Şubat 2022’de bir firmanın haberleşme amaçlı fırlattığı 49 küçük uydunun 40 tanesi manyetik fırtına kaynaklı sorun nedeniyle yanarak devre dışı kaldı (17). Uyduların yörüngelerindeki sapma nedeniyle yılda birkaç kez  ayarlama yapılırken güneş etkinliği süresince 2-3 haftada bir ayarlama yapılmaktadır.

Uzay Havası Sorunlarından Örnekler

Ekim 1935, radyo yayınlarında yaşanan aksaklıklara Güneş patlamasının neden olduğu belirlendi. Mart 1940, kuzeydoğu Amerika’da enerji nakil hatlarındaki sorunlar Güneş patlamasıyla ilgili olarak görülmüştür. Eylül 1941, ABD Washington DC’de pusula yönünde  sapma ve telsiz haberleşmesinde sorunlar yaşanmıştır. Şubat1958, Kanada Toronto’da elektrik şebekesi devre dışı kalmıştır. Ağustos 1972, Kuzey yarımkürede elektrik hatları etkilendi. Mart 1989, Kanada Quebec elektrik kesintisi, Eylül 1989, bir Concorde uçağı güneş fırtınası sonucu radyasyon uyarısı verdi, Ocak 1994, Kanada haberleşme uydusu 5 ay süresince devre dışı kaldı. Temmuz 1998, Mars araştırmaları için tasarlanan Nozomi uzay aracı sorun nedeniyle Mars’a ulaşamadı. Ekim-Kasım 2003, güçlü bir manyetik fırtına sonucu yörüngedeki uydulardan bazıları kaybedildi (15).

Yararlanılan Kaynaklar:

  1. Akoğlu, Alp., Manyetik Tersinme, Bilim ve Teknik Dergisi, Haziran 2004, sayı 439, s.34.
  2. Altın, Vural., Dünyanın İç Yapısı, Bilim ve Teknoloji, Temmuz 2005, sayı 452, s. 93.
  3. Buis, Alan., NASA’s Jet Propulsion Laboratory,https://climate.nasa.gov/news/3105/earths-magnetosphere-protecting-our-planet-from-harmful-space-energy/
  4. Dünyanın çekirdeği nasıl bir manyetik alan oluşturur,https://www.usgs.gov/faqs/how-does-earths-core-generate-magnetic-field,
  5. Jonathan, O’Callaghan., 2018,Dünyanın manyetik kutupları dönmeye başlayabilir, https://ec.europa.eu/research-and-innovation/en/horizon-magazine/earths-magnetic-poles-could-start-flip-what-happens-then
  6. Ocak, Mahir., Manyetik Kutupların Geleceği, Bilim ve Teknik Dergisi, Haziran 2021, sayı 643. S. 54.
  7. Tank, Sabri Bülent.,Söyleşi, https://haberler.boun.edu.tr/tr/haber/manyetik-kutuplar-artik-daha-hizli-yer-degistiriyor.
  8. https://www.britannica.com/science/Van-Allen-radiation-belt
  9. https://www.nasa.gov/topics/earth/features/2012-poleReversal.html
  10. Soydugan, Faruk., Aktif Güneşli Günler, Bilim ve Teknik Dergisi, Eylül 2022, sayı 658, s.84.
  11. https://astronomi.boun.edu.tr/gunes-dunya-ya-etkileri
  12. https://www.usgs.gov/faqs/how-does-earths-core-generate-magnetic-field
  13. https://tr.wikipedia.org/wiki/Uzay_havas%C4%B1
  14. https://www.metoffice.gov.uk/weather/specialist-forecasts/space-weather
  15. Tulunay, Yurdanur.,ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliği, https://e-dergi.tubitak.gov.tr/edergi/yazi.pdf;jsessionid=xLJPFpJHFcEIaSgRZxSZmq82?dergiKodu=4&cilt=42&sayi=642&sayfa=24&yaziid=28310
  16. https://www.nasa.gov/feature/goddard/2020/solar-superstorms-past-help-nasa-scientists-understand-risks-for-satellites-orbital-drag
  17. Ocak, Mahir., Starlink Uyduları Jeomanyetik Fırtınaya Kapıldı, Bilim ve Teknik Dergisi,Mayıs 2022, sayı 654, s.8.
  18. https://www.swpc.noaa.gov/phenomena/solar-wind 
  19. https://doi.org/10.1029/2019JB019225
  20. https://science.nasa.gov/heliophysics/focus-areas/magnetosphere-ionosphere
  21. https://en.wikipedia.org/wiki/Space_weather
  22. https://en.wikipedia.org/wiki/Interplanetary_magnetic_field
  23. https://www.nasa.gov/mission_pages/sunearth/spaceweather/index.html#q3

[1] Emekli Coğrafya Öğretmeni

EU Proje

SÜRDÜRÜLEBİLİR KIRSAL TURİZM İÇİN DİRENÇLİ GENÇ GİRİŞİMCİLER PROJESİ

Antifragile Young Entrepreneurs for Sustainable Rural Tourism

 

 

 

Coğrafya Eğitimi Derneği (CED), Eskişehir Teknik Üniversitesi (ESTÜ) ve Anadolu Üniversitesi (AÜ) işbirliği ile, Avrupa Birliği (AB) tarafından fonlanan “Sürdürülebilir Kırsal Turizm için Dirençli Genç Girişimciler (Antifragile Young Entrepreneurs for Sustainable Rural Tourism TR01-KA220-YOU-000028958)” adlı projenin çalışmaları devam etmekte

Bilindiği üzere Covid-19 salgın süreci genç işsizliğin artmasında etkili olmuştur ancak her krizin yeni ve farklı fırsatlar doğurduğu da yadsınamaz.  Bu noktada kırsal turizm ülke gelirlerini artırma, iş olanakları yaratma, sosyal yaşamı canlandırma etkileriyle dikkat çekmektedir. Ayrıca, kırsal turizmin diğer turizm türleriyle kolay entegre olabilme ve onlara hareketlilik verebilme kabiliyeti olup, doğal ve kültürel çekiciliklerin korunması ve tanıtılmasında önemli bir işlevi bulunmaktadır. Dolaysıyla kırsal turizm desteklenmesi için politikalar ve projeler üretilmelidir. 

Kırsal turizmin gerçekleştirilebilmesi için en iyi yol sürecin hayata geçirilebilmesi adına gerekli girişimcilik faaliyetleridir.  Özellikle pandemi dikkate alınınca kalabalık turistik noktalar yerine sosyal mesafenin kolayca korunabileceği doğal-kırsal alanların tercih edilmesi beklenmektedir. Bu beklenti son zamanlarda gerçekleşmeye başlamıştır ve bir geleneğe dönüşmesi mümkündür. Kırsal turizmin ön plana çıkarılması ve desteklenmesi için doğru zamanlardan biri bu dönemdir.

Öte yandan, son dönemde yaşanan gelişmeler, sürdürülebilir kalkınmanın acil ve gerekli olduğunu bizlere net olarak gösterdi. Bu kapsamda, sürdürülebilir kalkınmanın temel bileşenlerinden kırsal turizm konusu da önem kazandı. Bu bağlamda, bu konularda çalışacak donanımlı genç girişimciler ulusal ve uluslararası alanda dikkat çekmeye başladı.

Sürdürülebilir Kırsal Turizm için Kırılgan Genç Girişimciler adlı proje, yukarıda bahsedilen konuları odağına alması ve temel motivasyon olarak bu konulardan beslenmesiyle ayrı bir değere sahiptir. Prof. Dr. Yeliz Mert Kantar’ın koordinatör olarak başvurduğu ve Eskişehir Teknik Üniversitesi koordinatörlüğünde yürütülecek projenin ortakları arasında başta Anadolu Üniversitesi koordinatörü Prof. Dr. Semra GÜNAY, Coğrafya Eğitimi Derneği Koordinatörü Doç. Dr. Önder YAYLA Türkiye konsorsiyumunu oluşturmakta. Projenin diğer ortakları ise Indepcia SCA (İspanya) ve Comune di Ponte di Piave (İtalya)’dır. 

Bu projede sürdürülebilir kırsal turizm için dayanıklı genç girişimcilerin yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaca ulaşmak için gençlerin başarılı girişimcilik modelleri geliştirmeleri gerekmektedir. Bunun için ise yaşadıkları ekosistem ve turizm konusunda donanımlı olmaları gerekmektedir. Yaşadıkları bölge ile turizmi harmanlamalarının yanında bazı becerilere sahip olmaları da beklenmektedir. Girişimciliklerinin sürdürülebilmesi için kırsalda turizm olanaklarına, dijital pazarlamaya ve girişimcilik konularına hakim olmaları bu becerilerden temel olanlarıdır. Özetle projenin amacı genç işsizliğini azaltmaya yönelik çözümler üretmek; kırsalda turizme ve girişimciliğe teşvik etmek; yerelde gençler, paydaşlar ve kurumlar arası bir ağ kurmak; uluslararası alanda kırsal turizm sektöründeki gençlerin girişimcilik, dijitalleşme ve yönetim becerilerini artırmak ve bu yönde onları ve gelecek nesilleri bu bağlamda teşvik etmektir.

Projenin ana ortaklarından Anadolu Üniversitesi ve Coğrafya Eğitimi Derneği, coğrafya başta olmak üzere sürdürülebilir turizm, turizm kaynaklarının belirlenmesi, afetler ve iklim değişikliği konularında ve koçluk konularında destek verecektir.  Girişimcilik, dijitalleşme ve dijital pazarlama konularında da Eskişehir Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Yeliz Mert Kantar koordinatörlüğünde projeye katkı sağlayacaktır. Ayrıca Uluslararası ortaklar ile deneyim paylaşımı ve eğitim modüllerinin hazırlanması için önemli iş birlikleri yürütülecektir. Proje konsorsiyumunda yer alan yabancı ortaklar Comune di Ponte di Piave – İtalya ve Indepcie – İspanya bu aşamada projeye destek sağlayacaktır.

Projenin yerelde paydaşları yer almaktadır. Projenin Eskişehir’deki paydaşları olan Han Belediyesi, İnönü Belediyesi, Seyitgazi Belediyesi, İŞKUR, Eskişehir Sanayi Odası, KOSGEB, Eskişehir Muhacir Dernekleri Federasyonu (EMDEF)’nundan yetkilileri ile ilk toplantısı 18 Mayıs 2022 de yapılmıştır. Han Belediyesi Başkanı Erdal Şanlı; İnönü Belediyesi Başk. Yard. Serhat Hamamcı; Seyitgazi Belediyesi Başkanı Uğur Tepe, Eskişehir Sanayi Odası’ndan İsmail Öztürk; İşkur’dan Erdoğan Şahin, Kosgeb’den Gözde Yenilmez Karabulut, EMDEF Başkanı Seyfettin Çalışkan ve proje ekibinin katılım sağladığı toplantıda, projenin daha iyi bir şekilde yürütülmesi için katkılar ve değerlendirmeleri alınmıştır. Ulusal düzeyde projenin yaygınlaşması ve sürdürülmesi için bu ortaklardan destekler istenmiştir. Bu talebin karşılık bulduğu paydaşlarca ifade edilmiştir (Resim-1).

Resim-1

Yerel paydaşlardan EMDEF’e 27 Mayıs 2022 tarihinde ziyarette bulunulmuştur. Projenin yürütülmesi için gençlere erişim aşamasında önemli katkılar sunan EMDEF desteklerini sürdüreceğini ifade etmiştir (Resim-2).

Resim-2

Diğer yerel paydaşlardan olan Seyitgazi Belediyesine de 28 Haziran 2022 tarihinde ziyarette bulunulmuştur. Projede gençlerin görüşlerinin ön plana çıkarılması değerlidir. Araştırma metodolojisi takibi bağlamında da gençlerle görüşmek önemildir. Bu bağlamda gençlerle bir araya gelerek görüşmeler yapılmıştır. Bu aşamada Seyitgazi Belediyesi destek sağlamıştır ve desteklerini sürdürebileceklerini de ifade etmiştir (Resim-3).

Resim-3

Yakın tarihte ise projenin partnerler ile uluslurarası ilk yüzyüze toplantısı 20-21 Temmuz 2022 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Eskişehir Teknik Üniversitesi liderliğinde, Prof. Dr. Yeliz MERT KANTAR koordinatörlüğünde yürütülen “Kırsal Turizm için Dayanıklı Genç Girişimciler” (Antifragile Young Entrepreneurs for Sustainable Rural Tourism) başlıklı Erasmus+ KA220 projesinin başlangıç toplantısı (kick-off meeting) 20-21 Temmuz 2022 tarihinde yapılmıştır. Yüz yüze olarak Eskişehir Teknik Üniversitesi Fen Fakültesi’nde gerçekleştirilen toplantıda Türkiye, İtalya ve İspanya’dan ortaklar ile proje aşamaları ve taraflarca sağlanacak katkılar ele alınmıştır.

Eskişehir Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yeliz MERT KANTAR, Doç. Dr. Şükrü ACITAŞ, Dr. Öğr. Üyesi İsmail YENİLMEZ organizasyonda görev almaktadır. Proje konsorsiyumunda yer alan ve yurtiçi ortaklar olan Anadolu Üniversitesi ile Coğrafya Eğitim Derneği temsilcileri toplantıda yer almaktadır. Anadolu Üniversitesi’ni temsilen Prof. Dr. Semra GÜNAY,  Dr. Merve ÖZGÜR GÖDE, Dr. Sema EKİNCEK; Coğrafya Eğitimi Derneği’ni temsilen Doç. Dr. Önder YAYLA toplantıya katılım sağlamıştır. Proje konsorsiyumunda yer alan yabancı ortaklar olan Comune di Ponte di Piave – İtalya ve Indepcie – İspanya toplantıda yer aldı. Comune di Ponte di Piave’yi temsilen Handan AKARSU SCARABELLO ve Giuseppe SCARABELLO İtalya’dan; Indepcie’yi temsilen Jesus RUIZ ve Carlota FENOY GARCIA (uzaktan) İspanya’dan yüz yüze gerçekleştirilen toplantıya katılım sağlamıştır (Resim-4).

Resim-4

Özetle projede, sürdürülebilir kırsal turizm için dayanıklı genç girişimcilerin yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaca ulaşmak için gençlerin başarılı girişimcilik modelleri geliştirmeleri hedeflenmektedir. Bu bağlamda eğitim içerikleri, yönlendirmeler ve danışmanlıklar genç girişimcilere sağlanacak fırsatlardan bazılarıdır. Üç temel sonuç üzerinden yürütülecek iki yıllık projenin yaygın etkisi ve çıktıları inovatif, uygulanabilir ve sonuç odaklı olacak şekilde dizayn edilmiştir. Proje ayrıca genç işsizliğini azaltma; kırsalda turizmi geliştirme ve girişimciliğe teşvik etme; gençler ve kurumlar arası bir ağ kurma; uluslararası alanda kırsal turizm için gençlerin becerilerini artırma hedeflerini içermektedir.

Projenin Eskişehir gençleri ve turizmi için taşıdığı önem, pandemiyle beraber günümüz değişen koşulları göz önünde tutulunca, dikkate değerdir. Sürdürülebilir ve öz kaynaklarını kullanan bir turizm anlayışını yaygınlaştırma fikri taşıyan proje, doğrudan sosyal hayata dokunabilecek etkiler içermektedir.